Yılmaz ağanın Muhammed DOĞAN hakkında yazmış olduğu lanetnamedir.
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ
Bir Hoca’nın (Mehmet DOĞAN) hocalık sıfatına yakışmayan bir şekilde, asli maksadını gizleyerek ve bir kısım dünyevi emelleri ifşa olunmamak için bazı nur şakirtlerine iftira atıp, itibarsızlaştırmasına mukabil kaleme alınmıştır.
Muhatap, “bu hocadan yalan südur etmez” diye “haddinden fazla hüsnü zan eden” bir kısım Risale-i Nur Şakirtleri ve okuyucularıdır.
Biz müminler olarak sıdk ve ismet sadece Peygamberlere ait bir sıfattır. Cenab-ı Hak, aramızdaki hak ve hukuku sorgulamak için aklı ve iradeyi vermiştir. Ölçümüz ahkam-ı Kur’aniyedir.
Hak ve hakikatin vüzuhu için her türlü hukukta olduğu gibi ilahi hukukta da müddei 'iddiasını ispat etmek zorundadır. Mutlaka beyyine ve delil sunması gerekir. Aksi halde yani delili sunamadığı halde müfteridir. O takdirde hukuk, müfterinin iftirası arkasındaki asıl gaye ve maksatları araştırır. Bu da Cenab-ı Hakkın iftiraya maruz kalan kişiye verdiği bir haktır. Zira Şeriat beşer için inmiş bir rahmettir.
Sekiz aydan beri devam eden iftiralar ile bu iftirayı atanlar her geçen gün biraz daireyi genişleterek devam ettirdiler. Bu güne kadar sabrettik. Bu iftiranıza Ahkâm-ı Kur’aniyeye göre ya beyyine getirin veya gelin yeminleşelim dedik. Ancak bir cevap alamadığımız için bu yazıyı yazmak zorunda kaldık.
Tevfik ve hidayet Ellah’tandır.
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ
وَ بِهِ نَسْتَعِينُ
اَلْحَمْدُ لِلَّهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ وَ الصَّلاَةُ وَ السَّلاَمُ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَ عَلَى اۤلِهِ وَ صَحْبِهِ اَجْمَعِينَ
Takdis ederiz o zatı ki Hakim-i mutlak Hâkim-i Adil ve Şari-î hakiki yalnız o dur. Her türlü nekaisten münezzeh ve mukaddestir. Cümle tahiyyat, ol Hâkim-i Ezel ve Hakîm-i Ezelî ve Rahman-ı Lemyezelî'ye elyaktır ki: Bizi İslâmiyetle serfiraz ve şeriat-ı garra ile sırat-ı müstakime hidâyet etmiştir.
Ve salat-u selam ol Nebiyy-i Muhterem (sav) üzerine olsun. Âlemlerin rabbi onu bizlere resul ve mürebbi olarak göndermiş. O Zat-ı Ekrem’i ancak peygamberlere has sıdk, ismet, emanet ve adalet sıfatlarıyla masum ve mahfuz eylemiş. Ve de zat-ı zülcelale iman ve muhabbeti ancak ve yalnız ona ittiba ile mümkün olduğunu âyatiyle beyan ve şeriat-ı garrasıyla vaz' eylemiştir.
Şöyle ki: Kur'an-ı Azimüşşan Nur suresi 12. âyet-i kerimesinde bir ifk-ü iftira hadisesine şahit olan müminlerin alacağı vaziyeti lazım olan adabı ve münasip olan hali beyan etmek üzere buyurur.
لَوْلَا اِذْ سَمِعْتُمُوهُ ظَنَّ الْمُؤْمِنُونَ وَالْمُؤْمِنَاتُ بِاَنْفُسِهِمْ خَيْرًا وَقَالُوا هٰـذَا اِفْكٌ مُبينٌ
Buyuruyor; [Ey ifk ü iftiraya inanan kimseler! Keşke siz Hz. Aişe (R.A.) hakkında ifki işittiğinizde hüsnü zan edip sû-u zan etmeseydiniz. Çünkü erkek ve dişi cümle ehl-i îman kendi nefislerine ve kendi nefisleri makamında olan diğer mü'minlere hüsn-ü zan ve hayır me'mul ederek dediler ki «Şu söylenen açık bir iftiradır, sizin de böyle demeniz lâzımdı. Niçin hayır zannetmediniz de şerre inandınız.»]
Yani; mü'minlere lâyık olan ihvan-ı dinlerine hüsnü zan etmek lâzım olup ta'netmekten lisanlarını çekmek ve ta'n edenlerin taanlarını onlardan men'etmektir. Şu halde siz ifki işittiğiniz zaman niçin bu adaba riâyet edip de onların iftiralarını reddetmediniz. Münasip olan reddetmeliydiniz. Zira; mü'min ve mü'mineler kendi nefislerine hayır zannettikleri gibi diğer mü'minlere de hayır zannetmeliydi, hayır zanneden mü'minler bu iftirayı işitince «açıktan bir iftiradır» dediler. Binaenaleyh; siz de işitince «bu iftiradır.» demeliydiniz. Çünkü; Hz. Âişe'nin taharat-i tıyneti ve neeabet-i ismeti iftira olunmaktan âlâ ve ekmel idi.
Beyzâvî'nin beyanı veçhile îmanın iktizası mü'mine, hüsn-ü zan ve hayır murad etmek olup taandan içtinap etmek olduğuna işaret için hitaptan gıybete ve zamirden ism-i zahire udûl olunmuştur. Çünkü المؤمنون ظن bedelinde denilse kifayet ederken zamiri ve ظننتم denilse kifayet ederken zamiri ve hitabı terkle المؤمنون ظن demek; îmanın ahlâk-ı haseneyi iktiza ettiğini beyan içindir. Zira; mü’min lâfzının ifade ettiği manâyı zamir ifade edemez.
Bu âyet; mü'minlerin şahs-ı vahid menzilesinde olduğuna delâlet eder. Zira; «mü'minler kendi nefislerine hayır zannederler» demek «ahar mü'mine hayır zannetmeleri de kendi nefislerine zandır. Çünkü; cümle mü'minler nefs-i vahid gibi» demektir. Binaenaleyh; vücııddan bir uzva isabet eden ağrıdan her uzuv demlendiği gibi bir mü'mine isabet eden elemden hepsinin demlenmesi lâzım olduğuna işaret olunmuştur. Şu halde mü'minler beyninde hüsn-ü muaşerete âyet-i celilede ne kadar âlî bir tenbih vardır.
Vâcib Tealâ ifk meselesini tasdik edenleri tevbih ettikten sonra tasdik edenleri ve bu gibi iftiraya kulak asanları menetmek üzere:
لَوْلَا جَاؤُ عَلَيْهِ بِاَرْبَعَةِ شُهَدَاءَ فَاِذْ لَمْ يَاْتُوا بِالشُّهَدَاءِ فَاُولٰئِكَ عِنْدَ اللّٰهِ هُمُ الْكَاذِبُونَ
(Nur Suresi. 13. Âyet-i kerimede buyuruyor; [iftira edenler iftiraları üzerine dört şahit getirmiş olmalılardı, halbuki getiremediler. Dört şahit getirip dâvalarını isbat edemeyince indallah onlar ancak yalancılardır. Zira; yalandan başka bir şey getirmemişlerdir. Binaenaleyh; Cenab-ı Hak onları yalanlarına göre mücazat eder.]
Yani: ifku iftira edenlerin dâvalarını isbat etmeleri lâzımdı. İspat edemeyince indallah yalancılardır. Çünkü; davaya beyyine lâzımdır. Beyyinesiz dâvaya itibar yoktur. Binaenaleyh; Hz. Âişe'ye iftiraya cüret edenlerin davaları merduttur. Zira; beyyineyle ispat edemediler.
Şimdi diyoruz ki: Ey bu iftira ve hud’alarla kendine yalancı şahitleri metazori, ihdas ederek, bunları yayan ve yaymaya gayret edenler, geliniz ehl-i hall-u akdın meclisinde hilesiz yeminleşelim. Dediğiniz şekilde olanlara veya meyledene veya zerre miktar ilgi ve irtibatı bulunana veyahut da bu ifk-u iftiraları atanlara hilesiz hurdasız lanet edelim.
Sekiz aydır bu daveti yaptığım halde gelmediniz, hile ve hud’alarınızı yalan ve dolaplarınızı insanları üçer beşer onar bir araya toplayarak devem ettirdiniz. Ve beni bu yazıyı yazmaya icbar ettiniz.
Cenab-ı Hak Nur suresi 15. Âyet-i kerimede ise şöyle buyuruyor:
اِذْ تَلَقَّوْنَهُ بِاَلْسِنَتِكُمْ وَتَقُولُونَ بِاَفْوَاهِكُمْ مَا لَيْسَ لَكُمْ بِهِ عِلْمٌ وَتَحْسَبُونَهُ هَيِّنًا وَهُوَ عِنْدَ اللّٰهِ عَظيمٌ
[Siz birbirinize mülâki olup lisanınızla o ifk ü iftirayı yekdiğerinizden telâkki edip kabul ettiğinizde azap sizi ihata ederdi ve sizin için asla ilim olmayan şeyi ağzınızla söylüyordunuz. Halbuki kalbinizde o vakanın sarahatına dair asla bir şey yoktu belki sırf cehil ve tahmin üzere söylüyordunuz ve söylediğiniz zamanda siz onu kolay bir şey onun üzerine azap terettüp etmez zannediyordunuz. Halbuki sizin cüret ettiğiniz ifk ü iftira Allah-u Tealâ indinde pek büyüktür.] Zira; azabı ve gazabı mucibtir. Sizin zannınız gibi değildir. Siz günah değil zannediyordunuz, halbuki büyük günahtır. Çünkü; âhâd-i nâsa iftira envai azabı ınücib olunca, havass-ı nâsa ve bilhassa ezvac-ı mutahharattan birine iftiranın daha büyük azapları mucib olacağı evleviyetle sabittir.
Azabın iftira edenleri messetmesi, Kazî ve Fahri Râzi'nin beyanı veçhile bu âyette üç şeye talik olunmuştur:
Birincisi: Lisanlariyle birbirlerinden telâkki etmek.
İkincisi: Yakînen bilmedikleri şeyi söylemek.
Üçüncüsü: Söyledikleri büyük günahı hafif addetmektir.
Bunun her üçü de azabı muciptir. Çünkü; aslı olmayan bir şeyi dinleyip onu ahzetmek ve doğru olduğunu bilmediği bir şeyi başkasına söylemek ve günah olan bir şeyi küçümsemek caiz olmaz. Caiz olmayan bir şeyi caiz gibi işlemek elbette azabı muciptir.
Hulâsa; kazfın günah-ı kebireden olduğu, büyük masiyeti işleyen kimsenin küçük zannetmesiyle tebeddül etmiyeceği ve mükellef üzerine vâcib olanın; her haramı büyük addetmesi olduğu bu âyetten müstefad olan fevaid cümlesindendir.
Cenab-ı Hak Nur suresi 16. Âyet-i kerimede ise şöyle buyuruyor:
وَلَوْلَا اِذْ سَمِعْتُمُوهُ قُلْتُمْ مَا يَكُونُ لَنَا اَنْ نَتَكَلَّمَ بِهٰذَا سُبْحَانَكَ هٰـذَا بُهْتَانٌ عَظيمٌ
[Siz şu iftirayı işittiğinizde «Bizim için söylenen şu sözü ve bunun emsalini söylemek sahih olmaz, ne acayib ve garaibe tesadüf ediyoruz. Ya Rabbi! Seni nekaisten tenzih ederiz ki şu söylenen söz vakiin hilafı büyük bir bühtandır.» demiş olsaydınız pek hayırlı olurdu dediniz mi?] Mü'mine lâyık olan bu gibi iftirayı işitir işitmez Allah'a teşbihle iftira olduğunu beyan etmektir. Zira; şu bühtanı işiten kimsenin vücudunun titrememesi ve kulağının ızdıraba düşmemesi ve akılların hayret etmemesi mümkün olamaz. Hatta yayılmasına gayret eden münafıkların dahi, tarafı İlâhiden vücutlarına söylerken lerze arız olmaması mümkün değildir. Elbette kalbi titrer ve lâkin yine söyler.
İşiten mü'minlerin bunu dinlemekten ve söylemekten imtina etmeleri vâcib olduğuna bu âyet delâlet eder.
Bu gibi müfteriyatı söyleyenler dinleyip de inkâr etmiyenin ikisinin de cezada müsavi oldukları Fahri Râzi'nin cümle-i beyanatındandır. Çünkü ma'siyete rıza; aynı ma'siyettir.
Evet, bunu söyleyenleri iyi biliyoruz birebir görüşülen ve hatta iftirayı yayanlar da "Bu bir iftiradır." Ama biz sadece elçileriz diyorlar. Bazıları da "inanmıyoruz ama elimizden bir şey gelmiyor”, bazıları da "inanmıyoruz ama bunun bir hikmeti vardır” diyorlar. Adeta haşa ayatın hüküm ve hikmetinin üstünde görüyorlar. Zira tarafgirane bir muhabbet körü körüne bir hüsn-ti zan, basar ve basireti kör eder.
Soruyorum şimdi: Ey böyle düşünen ve kendi iradesini kullanmayıp başkasının iradesiyle hareket edenler. Sizin müfterilerden ne farkınız kaldı. Zira âyetle sabit olan ilahi emirlerin dununda başkalarının emir ve iradesiyle hareket edenler birbirinin aynı hükmündedirler. “O meleğe şeytan dedi mi etba-ı sorgulamadan evet öyledir der, o şeytana bu bir melektir derse etba-ı bu sözün bir hikmeti vardır belki de doğrudur derler.” Zira Allah'ın kendisine verdiği benlik ve iradeyi o da başkasına teslim etmiş. Öylece necat bulacağını zanneder. Teklifin üzerinden kaldırılacağına itikad eder. O kişi de eğer bana izin verilirse size şefaat ederim diye yuvarlak ve nerede duracağı belli olmayan bir söz söyler. Ve bu sözlerle serhoşane avunurlar. (El-iyazu billah)
Cenab-ı Hak Lokman suresi 19. Âyet-i kerimesinde şöyle buyuruyor.
وَاقْصِدْ فىِ مَشْيِكَ وَاغْضُضْ مِنْ صَوْتِكَ اِنَّ اَنْكَرَ الْاَصْوَاتِ لَصَوْتُ الْحَمِيرِ
[Ey oğlum! Yürümekten, sür'atla hiffet arasını İhtiyar et, söz söylerken yavaş sesle söyle. Zira; sadanın gâyet çirkin olanı himarın sadasıdır.]
Bu âyetin sebeb-i nüzulu arap kavimlerinde gayr-ı meşru istek ve arzularını zaif iradeli insanlara' kabul “ettirmek için avazı -çıktığı kadar yüksek sesle bağırarak korkutmak ve isteklerini öylece kabul ettirmek adetleri idi. Bunun üzerine bu âyet-i kerime nüzul etti.
“Bu âyet-i kerime ile yüce Allah insanları küçümseyerek yüzlerine karşı bağırmayı terketmek yahut ta yüksek sesle bağırmayı büsbütün terketmek edebini öğretmektedir. Araplar yüksek sesle bağırmakla ve benzeri hususlarla iftihar eder, öğünürlerdi. Onlara göre en güçlü sesi en yüksek olan kimse idi. Sesi en kısık ve alçak kimse de en zelil idi. İmam Kurtubi”
Biliyorum ki bizim hakkımızdaki iftirayı kabul etmeyenlere gökten inercesine avazı çıktığı kadar bağırarak hakaretler ederek korkutmak zelil duruma düşürmek ve sindirmek genel planlı kaidesidir. (Âyet buna işaret etmektedir. Ve sebeb-i nüzulu da arab kavminin de batıl bir geleneği olan bu çirkin adabı ve istibdadı kaldırmak içindir.)
Karşısındaki kişiler de yanlış düşündüğü dini hissiyatını edep ve adabını muhafaza niyetiyle hak ve hakikat namına hükm-ii ilahiye göre hareket etmeyip susar. Daha sonra neme lazım der. Ve sonunda onlar da diğerleri gibi o menhus emellere alet olur.
Soruyorum, korkunuz nedendir? Canınızdan mı? Dininizden mi? Malınızdan mı? Bilmiyor musunuz ki âlemlerin rabbi Allah'tır. Her şey onun havi ve kuvvetiyle ilm ve iradesiyledir.
لاَ اِلَهَ اِلاَّ اللَّهُ وَحْدَهُ لاَ شَرِيكَ لَهُ لَهُ الْمُلْكُ وَ لَهُ الْحَمْدُ يُحْيِى وَ يُمِيتُ وَ هُوَ حَىٌّ لاَ يَمُوتُ بِيَدِهِ الْخَيْرُ وَ هُوَ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ وَ اِلَيْهِ الْمَصِيرُ
Bir Hadisi Şerifte Ebu Bekre (Allah Ondan razı olsun) şöyle demiştir: Rasûlullah (sallallahualeyhi vesellem): "En büyük günahlardan bir kaçını size haber vereyim mi?" buyurdu. "Evet ya Rasûlallah" dedik. Rasûlullah ta şöyle buyurdu: "Allah'a şirk koşmak, ana-babaya itaatsizlik etmek" dedikten sonra yaslandığı yerden doğrulup oturdu ve "Haberiniz olsun, iyi belleyin, yalan söyleyip yalan şahitliği yapmaktır.” Buyurdu. Bu son cümleyi durmadan tekrar etti. Biz daha üzülmesini arzu etmediğimiz için keşke sussa diye temennide bulunduk.
Al-i İmran 61.Ayet-i kerimesinde şöyle buyuruluyor:
فَمَنْ حَاجَّكَ فِيهِ مِنْ بَعْدِ مَا جَاءَكَ مِنَ الْعِلْمِ فَقُلْ تَعَالَوْا نَدْعُ اَبْنَاءَنَا وَاَبْنَاءَكُمْ وَنِسَاءَنَا وَنِسَاءَكُمْ وَاَنْفُسَنَا واَنْفُسَكُمْ ثُمَّ نَبْتَهِلْ فَنَجْعَلْ لَعْنَتَ اللّٰهِ عَلَى الْكَاذِبينَ
[Habibim! Rabbin Tealâ tarafından sana gelen ahkâm hak olunca İsa (as)'ın ahvaline dair sana ilm-i yakîn geldikten sonra eğer bir kimse onun hakkında seninle mücadele ederse sen onlara de ki «Gelin yanıma. Biz ve siz oğullarımızı ve haremlerimizi ve kendi nefislerimizi davet edelim ve hepimiz bir araya geldikten sonra Allah-u Tealâ'ya tazarru ve niyaz edelim ve Allah'ın lanetini İsa (as) hakkında iftira edenler üzerine kılalım ve yalancılar üzerine taraf-ı İlâhiden lânet nazil olmasını isteyelim» demekle onları insafa davet et dedi.] Resûlullah da emr-i İlâhi üzerine Nasârâyı lânete davet etti. Lâkin bu hususta mücadele edenler lânete girişemediler. Çünkü; «Hâin olan korkak olur» fahvasınca kendileri hâin oldukları için cesaret edememişlerdir.
Fahr-i Razi ve Kazi'nin beyanları veçhile Hz. İsa hakkında varid olan delâil-i katiyeye karşı Necran'dan gelen Nasârâ taifesinin itikad-ı bâtıllarında ısrar etmeleri üzerine Cenab-ı Hak mübaheleye yani lânete davet olunmalarını emir buyurmuştur. Resûlullah onlara dedi ki «Bu kadar kati delillere karşı hâlâ inat ediyorsunuz, gelin çoluğumuzu, çocuğumuzu ve kendi canımızı bir araya toplayalım ve ciddiyetle ve kemal-i ihlâs üzere dua edelim ve diyelim ki (Allah'ın gazabı ve lâneti yalancılar üzerine olsun)».
M ü b a h e 1 e; ihlâs ve ciddiyet üzere lânetle dua etmektir. Resûlullah'ın böyle ciddiyetle duaya daveti üzerine onlar haric-i mescidde istişareye başladılar ve reislerine «Ne dersin mübaheleye girişelim mi?» deyince (A'kil) isminde olan reis «Allah'a yemin ederim ki Muhammed (sav)'in hakka nebi olduğunu bildiniz ve sözlerinin doğru olduğunu anladınız. Şu halde mübaheleye girişirseniz helâk olursunuz.»
Gerçi küfür üzere vefat ettiği veya vefat edeceği malûm olmayınca şahs-ı muayyen üzerine lânet caiz değilse de vasf-ı umumi üzerine lânet caiz olduğuna âyet delâlet eder, meselâ «yalancılara ve zalimlere ve kâfirlere lânet olsun» gibi umumi bir tâbirle lânet caiz olabilir.
Bütün bunlardan sonra bu nurlu âyet-i kerimelerdeki ahkâmlara ve hakikatlere dayanarak diyoruz ki gelin iftiranız veçhiyle: Sizin dediğiniz halde bulunan en ufak meyli ve tarafgirliği bulunanı nefsim ve ittiham ettiğiniz diğer arkadaşlar hesabına mubahelede bulunalım. Sizin hesabınıza ise bunun bir iftira olup olmadığına dair ve asıl sebepleri gizleyerek başka dünyevi gaye ve maksatlar için bu iftirayı atmadığınıza ahd-u peyman edelim. Bu yeminimiz ehl-i hall-u akdın huzurunda hilesiz hud'asız olmalı.
Yoksa ki zaten sekiz aydır gelmediniz, yalancı şahitler de gelmediler. Öyle ise bu iftiranın altındaki asıl maksatları beyan edin. Doğruları söyleyin. Allah'tan af dileyin. Belki o zaman bu hizmet-i kudsiyeye yaptığınız tahrip ve ihanetten dolayı Cenab-ı Erhamürrâhimin’in sizi affeder.
Aksi halde bazı esasat-ı mühime adı altında peş peşe neşrettiğiniz 16-17 maddelik iki yazınıza ve saiki olan evham ve desiselerinize ve ifk-u iftiralarınıza cevap olarak tüm detay ve tapeleriyle hakkımız olarak yazacağım. Ta ki tarih de buna şahit olsun.
O zat-ı Hakem-i Hakim-i mutlak Al-i İmran suresi 79. Âyet-i kerimesinde şöyle buyurulmuştur.
مَا كَانَ لِبَشَرٍ اَنْ يُؤْتِيَهُ اللّٰهُ الْكِتَابَ وَالْحُكْمَ وَالنُّبُوَّةَ ثُمَّ يَقُولَ لِلنَّاسِ كُونُوا عِبَادًا لى مِنْ دُونِ اللّٰهِ وَلٰـكِنْ كُونُوا رَبَّانِيّنَ بِمَا كُنْتُمْ تُعَلِّمُونَ الْكِتَابَ وَبِمَا كُنْتُمْ تَدْرُسُونَ
[Efrad-ı beşerden hiçbir beşer olmadı ki, o beşere Allah-u Tealâ şeriatını beyan eder kitap ve ahval-i ibâda müteallik hüküm ve nübûvvet versin de, o beşer Allah'ın verdiği kitabı ve ahkâmı sû-u istimal ederek nâsa «Siz benim kullarım olun ve Allah'ın dûnunda Allah'a ibadet eder gibi bana ibadet edin» desin. Böyle demek hiçbir beşer için caiz olmadı. Zira; nübüvvet gibi azîm lûtf-ü İlâhiye nail ve sair kullardan mümtaz olan beşer için bu gibi bâtıl iddiada bulunmak sahih olmaz. Ve lâkin o beşer Allah'ın kullarına «Kitabı talim edip başkalarına öğrettiğiniz ahkâm ve üstadınızdan teallüm edip öğrendiğiniz dersler ve mes’eleler sebebiyle Rabbinize mensub olun ve hulûs üzere Allah-u Tealâ'ya ibadet edin» der.]
Fahr-i Râzî'nin beyanı veçhile rabbani; Rabb-i Tealâ'ya âlim, ibadetine müdim, Rabbe mensup erbab-ı ilim demektir ki nâsı terbiye-i ilâhiyeyle terbiye eden ve bilen ve bildiği şeyle amel edip tarîk-i hayra sevkeden kimsedir. Zira âyette rabbânî; taâllüm ve tederrüsle meşgul olan kimselerle tefsir olunmuştur.
Binaenaleyh; tahsil-i ilimle meşgul olan kimsenin maksadı; rabbânî olmak lâzımdır. Zira; ilmi tahsil, rabbânî olmak maksadının gayrı bir garaz-ı fasid üzere olursa emeği zayi ve ilmi vebal olur. Şu halde o kimsenin ilmi; manzarası gâyet güzel fakat meyvasız ağaç gibi menfaatsizdir. Zira; garazı fasid ve ihlâsı yoktur.
Bütün hak tarikler ve meslekler bu gibi ayat-ı Kur’aniyenin muvacehesinde kitabullahtan alınmıştır. Ulema-i İslam esas-ı mesleklerini Kuran-ı Azimüşana ve ondan nebean eden sünnet-i Rasulullaha icmai ümmete ve kıyas-ı fukahaya göre vaz etmiştir.
Her bir mümin itikad amel efkar ve ahvalini bu kıstaslardan süzerek öyle hareket etmeli düşünmeli yaşamalıdır.
Yoksa cadde-i kübra-i Kur’aniye haricinde her bir kişi şahıs ve cemiyetler kendine bir yol çizer, bizden olanlar, bizden olmayanlar, bizi dinleyenler, bizi dinlemeyenler diye tefrikalara girerek, kin ve adavete nifak ve şikaka sebeb olan tarafgirliklerle hizipleşerek her biri kendi şeyhini, abisini, kardeşini, hocasını, mehdisini, gazetesini, tv’sini esas alır, hareketini ona bina eder, dilinde ise haşa edille-i şeriyye dörttür diye saymaya başlar ve sadece bu hakikatleri ağzında sakız olarak çiğner. Binaenaleyh edille-i erbaayı terk vücubu terk olduğundan Allah-u Tealaya isyandır. Her biri şer'-i şeriften ziyade kendi hizbinin başındakinin emir ve nehiylerini, hud’a ve desiselerini esas alır a’mal ve harekâtını ona bina eder.
Bu noktada 16-17 yıl her fırsatta istifade ettiğim merhum H. Hulusi Bey’in mektubundan bir parça nakledeceğim. Şöyle ki:
"Nur şakirtleri Kuranın tilmizleri hakaik-i Kur’aniye ve imaniyenin hadimleri birbirlerine karşı rüchanları olmadığına inanan ihlaslı müminlerdir. Öyle ise hiçbir şakirdin kendisine çağırmaya halkın etrafında toplanmalarını istemeye ve beklemeye hakkı yoktur, böyleleri varsa, bundan böyle de böyle kimseler zuhur ederse hakkı bırakıp onların arkasından koşmak hakiki nur şakirtlerine yakışmaz. Bütün müminlerle kardeş olduğumuzun zevki bizi enaniyete, gurura ve nasın teveccühüne medhine yardımına muhtaç ve mecbur etmemek ger ektir, daima ve herhalde rıza-i ilahi gayemiz olmalı. Tevfik ve hidâyeti erhamürrahiminden istemeliyiz. "
Böyle yanlış ve batıl yollarda süluk edenler kendi devam ve bekaları için kendinden olmayanları yalanlarla, ifk-u iftira ve bühtanlarla çamur at izi kalsın, iftira at ta ki itibarı kalmasın, hakkı ve hakikatı söylese de dinlenilmesin diyerek hud'a ve desiselerini kendilerine tabi olanlarla isteseler de istemeseler de yaymaya çalışır. Tarihte çok vuku bulan bu gibi iftiraların ilki Hazreti Aişe validemize yapılmıştır ki bu da ümmet-i Muhammede (s.a.v) bir rehber, bir yol gösterici, tesis-i şeriat olup bundan böyle kıyamete kadar mü’minlerin mabeynlerindeki bu nevi hadisata bir menba-ı ahkâm olmuştur.
وَالسَّلاَمُ عَلَى مَنِ اتَّبَعَ اْلهُدَ * اِنْ اَجْرِىَ اِلاَّ عَلَى اللَّهِ
لاَ حَوْلَ وَلاَ قُوَّةَ اِلاَّ بِاللَّهِ الْعَلِىِّ الْعَظِيم
وَلاَ تَشْتَرُوا بِاۤيَاتِى ثَمَنًا قَلِيلاً
حَسْبُنَا اللَّهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ
Yılmaz DÜŞÜNÜKLÜ
Temmuz 2014
Naşirler
İsim | |
Eposta ( Sitede görünmeyecek ) | |
Yorum | |
Doğrulama Kodu | |
Gönder |