Resûl-i Ekrem (asm)’ın bütün davası,
اٰمَنْتُ بِاللّٰهِ وَ مَلٰئِكَتِه۪ وَ كُتُبِه۪ وَ رُسُلِه۪ وَ الْيَومِ الْاٰخِرِ وَ بِالْقَدَرِ خَيْرِه۪ وَ شَرِّه۪ مِنَ اللّٰهِ تَعَالٰى وَ الْبَعْثُ بَعْدَ الْمَوْتِ حَقٌّ اَشْهَدُ اَنْ لاَ اِلٰهَ اِلاَّ اللّٰهُ وَ اَشْهَدُ اَنَّ مُحَمَّدًا رَسُولُ اللّٰهِ.
Yani, “Ellahu Teâlâ’nın varlığına ve birliğine, meleklerine, kitablarına, peygamberlerine iman ettim. Âhiret gününe, kadere, hayır ve şerrin Ellah’ın halk ve icadıyla olduğuna inandım. Öldükten sonra ceseden tekrar dirilmek haktır. Şehâdet ederim ki; Ellah’tan başka hiç bir ilâh yoktur. Ve yine şehâdet ederim ki; Hazret-i Muhammed (asm) Ellah’ın kulu ve elçisidir.” şeklinde ifâde edilen altı erkân-ı imaniyedir. Bâhusûs اٰمَنْتُ بِاللّٰهِ وَ بِالْيَومِ الْاٰخِرِ rükünleri, temel iki esastır. Yani, esas dava, “tevhîd ve haşir”dir, diğerleri teferruattır.
O Zât-ı Ekrem (asm), dava ediyor ve diyor ki; bu âlemi bir tek Zât-ı Zülcelâl, idare ediyor. O’nun ne Zât’ında, ne şuûnâtında, ne sıfâtında, ne esmâsında, ne ef’âlinde şerîki, zıddı, niddi, misli, mesîli, şebîhi yoktur. O Zât (asm), tevhîdi bütün merâtibiyle dava ediyor.
Demek Resûl-i Ekrem (asm), iki büyük ve acîb davanın mübelliği ve dellâlı olarak taraf-ı İlâhî’den bütün nev’-i beşere irsâl buyrulmuştur:
Birinci dava: Bu koca kâinâtın, bir tek Zât tarafından idare edilmesi,
İkinci dava: Bu âlem harâb olacak; bir daha başka bir âlem sûretinde yeniden yaratılacak; bu yeni âlemin isimleri ise, “Cennet ve Cehennem” olacaktır. İşte dünya çapında en büyük dava, bu iki âlemdir. Sonra dolayısıyla diğer meseleler, bu iki âleme bağlı olarak geliyor, gelişiyor ve burada karara bağlanıp nihâyet buluyor. Çünkü tevhîd ve haşre gerçek manada inanan kişi, diğer amelî işleri de kabul eder ve yapar. Fakat vâ esefâ vâ hasretâ! Bu asrın insanları, -çok azı müstesnâ- kimsenin bu dava ile yakından uzaktan ilgi ve alâkası yoktur, buna ilgi duymuyor; hattâ pek büyük bir kısmı, bu davayı söndürmek ve ibtâl etmek için bütün gücüyle çalışıyor.
Küçük bir adam, küçük bir davada yalanını sezdirmeden rahat rahat konuşamaz. Fakat bu Zât (asm), bütün dünyayı alâkadâr eden bu büyük davayı anlatırken; gayet sâkin, gayet rahat, gayet tereddüdsüz, gâyet telaşsız ve itmi’nân-ı kalb ile anlatıyor. Hem gözüyle görmüş, kulağıyla duymuş, aklı ile düşünmüş, kalbi ile müşahede etmiş, sonra konuşmuş. Yani, hevâ-i nefsinden konuşmamıştır. Bu Zât’ın hâlinden ve gidişâtından anlaşılıyor ki; O (asm), Cenâb-ı Hakk’ın Zât’ını, sıfatını, esmâsını, ef’âlini görmüş, sonra tarif etmiştir. Kezâ kıyametin kopmasını, haşir meydanını, Cennet’i, Cehennem’i, melâikeleri gözüyle görmüş, sonra anlatmıştır. Artık diğer şeyleri bunlara kıyâs et. Böyle büyük bir davada, “Ellâh’ı gördüm. Cennet’i gördüm. Cehennem’i gördüm.” diyor. Hem “Bu âlem harâb olacak. Bir daha ta’mîr edilecek.” diyor. Peki, böyle hârika bir Zât, -hâşâ bin kere hâşâ- yalan ve hîleye tenezzül eder mi? Veya iddiâ ettiği bu azîm ve umûmî dava ile yalan ve hîle bağdaşır mı? Veyahut -hâşâ ve kellâ- şâyet yalan olsa, bu yalanını kimseye sezdirmeden böyle bir davada bulunabilir mi, bu davayı devâm ettirebilir mi? Asla ve kat’a!
Mâdem O Zât-ı Ekrem (asm), böyle tevhîd-i a’zamdan, inkılâbât-ı azîmeden ve haşr-i a’zamdan bahsediyor ve gâyet mühim olan ve başta nev’-i beşer olmak üzere bütün âlemi ilgilendiren bu konuları bütün dünyaya ilan ediyor. Hem mâdem mezkûr konulardan bahseden ve onlardan haber veren bir kitabın misli ve benzeri, hiçbir beşerin elinde bulunmuyor. Yani beşer, bu kitabın benzerini veya ondan bir tek kısa sûrenin mislini getiremiyor. Öyleyse bu kitab mu’cizedir. Mâdem mu’cizedir. Öyleyse “Kelâm-ı Kadîm” ismiyle müsemmâ olan bu Kitab, Cenâb-ı Hakk’ın Kelâmı’dır. Öyleyse O Zât-ı Ekrem (asm) da Resûlullâh’tır.
Demek Resûl-i Ekrem (asm), Kelâmullâh’a dayanarak nübüvvet davasında bulunmuş. Bu nübüvvet davasını, bütün dünyaya ilan ve teblîğ etmiş ve bu davayı başa çıkarmıştır. Âmennâ ve saddaknâ!
(Heybil Yayınlarından “Evsaf-ı Muhammediye” adlı eserden alınmıştır.)
İsim | |
Eposta ( Sitede görünmeyecek ) | |
Yorum | |
Doğrulama Kodu | |
Gönder |