Resûl-i Ekrem (asm), peygamber olarak müşriklere gönderildiği zaman, Mekke müşriklerinin devleti yoktu. Mekke’nin etrafında üç muazzam devlet vardı:
1. Habeşîstan İmparatorluğu,
2. Sasani Devleti,
3. Roma İmparatorluğu.
Kezâ o zamanda irili ufaklı kırk küçük devlet daha vardı. Fakat bunlar, eyalet gibi devletler olup, o üç büyük devlete bağlıydı. Arabistan Yarımadası’nda başka bir devlet yoktu. Mekke müşrikleri, devlet olmadıkları hâlde, akıllarıyla -büyük devletler dâhil- diğer devletleri idare ediyorlar ve onlarla geçinebiliyorlardı. Kimsenin emri altına girmiyorlar ve kimseye itâat etmiyorlardı. Aynı zamanda bu müşrik kabileler, kendi aralarında çete olup birbirini öldürüyorlardı. Mekke müşrikleri, babalarından, dedelerinden kalan âdetlerine son derece bağlı ve taassub-u bârid içinde idiler. O kadar ki; o üç medenî ve büyük devlet dahî onları bu âdetlerinden vazgeçiremiyorlardı.
Arabistan Yarımadası’nda tek bir kavim yoktu, pek çok aşiretler ve kavimler vardı. Herkesin dili Arabça, ama lehçesi ayrı, âdeti ayrı, geleneği ayrı, örfü ayrı, usûlü ayrı idi. Hem bunlar, inadcı kavimlerdi. Yani, örf ve âdetlerine, gelenek ve göreneklerine, inanç ve fikirlerine son derece bağlı ve bunlarda ısrar edip inâd eden milletlerdi.
İşte ümmî olan Resûl-i Ekrem (asm), vasıfları böyle olan kavimlere peygamber olarak gönderilir. O akvâm, o kadar vahşî bir ahlâka sâhib idi ki; kızını diri diri toprağa gömüyordu. “Kızın oldu.” müjdesi kendisine gelince; yüzü kapkara kesilir, öfkelenir, onu âr kabul eder, kavminden gizlenir, onu yanında mı tutsun, yoksa toprağa mı gömsün diye şeytânî bir düşünceye kapılırdı.[1] Artık o zamanda yaşayan beşerdeki vahşîliğin ve vahşetin ne seviyede olduğunu siz kıyâs edin!
O Zât-ı Ekrem (asm), çok kısa bir sürede, o vahşî ve âdetlerine mutaassıb ve inadçı ve ahlâk-ı seyyie sâhibi akvâmı, bütün dünyanın insanlarına muallim yaptı. Hem kızlarını diri diri gömen merhametsiz ve vahşî bir milleti, öyle bir hale getirdi ki; o millet, karıncaya dahî ayak basamaz oldu. İşte o millet, üstün bir ahlâk ve adâlet sahibi ve bütün dünyada “Ashâb-ı Kirâm” namıyla meşhûr ve giymek için doğru dürüst bir elbise bile bulamayan ve nev’-i beşerin yıldızları olan mü’minlerdir. Bu zevât-ı âliye, gece kalkıp Kur’ân okuyan ve namaz kılan, gündüz ise kılıcını eline alıp harbe giden kahramanlardır. Yani, onlar, gündüz aslandı, gece âbid idi.
Hem O Zât (asm), kısa sürede o vahşî insanları medenî ümmetlere üstâd yaptı. Meselâ; bedevî bir adam, Resûl-i Ekrem (asm)’ın yanına gelir; beş dakîka sohbetiyle müşerref olur; birden o adamın efkâr ve hissiyâtı o kadar açılır ki; Kur’ân ahlâkıyla ahlâklanır, Hakîkat-ı Muhammediyye (asm)’da fânî olur. Çin, Hind, Fars, Habeşîstan gibi medenî kavimlere gider, üstâd ve rehber olur.
Demek sohbet-i Nebeviyye’de öyle bir iksîr vardır ki; onunla müşerref olan kişi, bütün dünyadaki medenî insanlara üstâd olur. O hâl, kırk dakîkada değil; belki kırk sâniyede -elektrik gibi- ona geçer. Bunu anlamak için Sıddîk-ı Ekber’e bak! Kezâ Hazret-i Ömer’e bak! Birdenbire bütün medenî insanlara emîr, meşhûr adâletiyle rehber oldu. Bunu tam anlamak için, İslâm’dan önce ve sonra Ömer’e bak!
O Zât (asm), kânûn cebriyle, zorla insanları irşâd etmemiş, teblîğ yapmamıştır. Belki sadece Arş-ı A’lâ’dan inen Kur’ân’ın âyetlerini okur. Bu âyetler, akıllar üzerinde birden yüksek bir te’sîr yapardı ve onları düzeltirdi. Daha sonra akıllarını tefekküre sevk ederdi. Yani, “İnsan ve âlem nedir? Nereden gelmiş? Nereye gidiyor?” sorularını hemen çözüyordu. Demek Kur'an, evvelâ aklı ta’mîr etmekle irşâda başlıyor. Daha sonra rûhu, maâliyâta sevk ederdi. Kalbi ise, mâsivâdan kurtarıp, Cenâb-ı Hakk’ın muhabbetiyle sergerdân ederdi.
Elhâsıl: Risâlet-i Muhammediyye’nin hakkaniyetinin delîllerinden biri de O Zât’ın, bir kuvve-i kudsiyeye istinâd ederek yaptığı icraattır. Yani, dayanmış olduğu kuvvet, beşerî bir kuvvet değil; İlâhî bir kuvvettir. Zira bir beşer, kendi gücüyle böyle bir muvaffakiyet ve zaferi, böyle bir saltanat ve fütûhâtı, böyle bir şevket ve iktidârı elde etmesi ve bunları, bilâ-fâsıla on dört asır devâm ettirmesi, mümkün değildir; bu muvaffakiyet, tâkat-ı beşerin fevkındedir, belki onun için imkânsızdır. Öyle ise O Zât’a nisbeten bu muvaffakiyet, bir mu’cizedir. O hâlde Hazret-i Muhammed (asm), Resûlullâh’tır.
(Heybil Yayınlarından “Evsaf-ı Muhammediye” adlı eserden alınmıştır.)
[1] En'âm, 6:137; Nahl, 16:58-59; Zuhruf, 43:17; Tekvir, 81:8-9.
İsim | |
Eposta ( Sitede görünmeyecek ) | |
Yorum | |
Doğrulama Kodu | |
Gönder |