O Zat-ı Ekrem (asm)’a ubûdiyyet cihetiyle baksan (O’nu, bir misâl-i muhabbet,) olarak göreceksin. Yani, O Zât (asm), öyle bir tarzda ibadet eder ve o ibadetle Rabbinin muhabbetini öyle celbeder ki; Ellâh’ı hakkıyla sevmek isteyen bir kimse için, en mükemmel bir misâl-i muhabbettir. Yani, “Ellâh (cc), nasıl sevilir ve Ellâh (cc), insanı nasıl sever?” İşte bunun ölçüsü ve örneği ve nümûnesi, O Zat-ı Ekrem (asm)’dır. Yani, Ellâh O’nu sever; O da Ellâh’ı sever. Demek Ellâh’ı sevmenin nümûnesi, O Zât-ı Ekrem’dir. Kur'an, Ellâh’a muhabbet etmenin yolunu ve ölçüsünü şöyle tarif ediyor:
قُلْ اِنْ كُنْتُمْ تُحِبُّونَ اللّٰهَ فَاتَّبِعُون۪ى يُحْبِبْكُمُ اللّٰهُ وَيَغْفِرْ لَكُمْ ذُنُوبَكُمْۜ وَاللّٰهُ غَفُورٌ رَح۪يمٌ
Yani, “Ey Muhammed (asm)! (De ki: Eğer siz, Ellâh’ı seviyorsanız, hemen bana ittibâ’ edin, uyun ki; Ellâh da sizi sevsin) sizden râzı ve hoşnut olsun (ve günahlarınızı bağışlasın. Ellâh, çok bağışlayıcıdır; kullarına çok merhamet edicidir.)”[1]
Şâyet bir insan dese ki; “Ben, Ellâh’ı seviyorum.” Biz de ona deriz ki; bu âyet-i kerîmenin sarahatiyle Ellâh’ı sevmenin ölçüsü ve nümûnesi, Habîbullâh’ın sünnetine ittibâ etmektir. Eğer O’na tâbi isen, davanda sadıksın; tâbi değilsen sâdık değilsin. Demek O, bir misâl-i muhabbettir. Öyleyse Ellâh’ı sevmek istersen, Resûl-i Ekrem (asm)’ın sünnetine ittibâ et. Ellâh’ın seni sevmesini istiyorsan, yine O’nun sünnetine ittibâ et.
Kezâ O’nu, ubûdiyyet cihetiyle (bir timsâl-i rahmet,) olarak göreceksin. Yani, ibadetinde öyle şefkatlidir ki; hiçbir kulun hukûkuna asla tecâvüz etmez. Yani, en yüksek bir ahlâk sâhibi olduğunu, yine ubudiyyetiyle isbât etmiştir. Yani, beşerde şefkatin son mertebesi ne ise, -ifrâtsız ve tefrîtsiz bir şekilde- işte bu huy, onda toplanmıştır. Bakın, Kur'an, O’nun bu âleme rahmet olarak gönderildiğini şöyle ifâde ediyor:
وَمَٓا اَرْسَلْنَاكَ اِلَّا رَحْمَةً لِلْعَالَم۪ينَ
“Ey Muhammed (asm)! Biz, seni ancak bütün âlemlere rahmet olarak gönderdik.”[2]
Evet, O Zât’ın ister ef’âline, ister akvâline, ister ahvâline bak! Hangi cihetine bakarsan bak. O’nu, her noktada rahmet ve şefkat sahibi olarak göreceksin. Yani, O’nun hiçbir işinde zulüm, hakâret, şefkatsizlik görünmez. Yaptığı bütün işler rahmettir. Meselâ; ahkâm-ı İlâhiyye’yi icrâ ve tatbîk etmesi, hadleri uygulaması, emr-i bi’l-ma’rûf ve nehy-i ani’l-münker, birer rahmettir.
Evet, O Zât-ı Nûrânî, misâl-i muhabbet ve timsâl-i rahmettir. Yani Ellâh, kime şefkat etmişse, O da ona şefkat eder; kime şefkat etmemişse, O da ona şefkat etmez. Kimi “Sev!” demişse, onu sever. Kimi “Sevme, buğzet!” demişse, onu sevmez, ona buğzeder. Demek bütün ef’âl-i Nebeviyye, muhabbet-i İlâhiyye’nin sebebidir. Hem O’nun bütün ef’âl, akvâl ve ahvâli, ayn-ı rahmettir.
Kezâ O’nu, ubûdiyyet cihetiyle (bir şeref-i insâniyet,) olarak göreceksin. Yani, O Zât-ı Ekrem (asm), insanın şeref ve izzetine leke sürecek hiçbir iş ve fiil yapmaz, bir kelâm sarfetmez. Nevâhî-i İlâhiye’den şiddetle ictinâb eder. Zîrâ Ellâh’ın nehyettiği yasakları işlemek, insanın şerefini tenzîl eder. Evâmir-i Rabbâniye’ye de bütün rûh u canıyla imtisâl eder, onları yerine getirir. Kezâ ma’rûfu yapar, münkeri yapmaz. Hiçbir münker, Resûl-i Ekrem (asm)’da görünmez. Şerîat’ın tasvîb ettiği ve güzel gördüğü her şey, Resûl-i Ekrem (asm)’da görünür. Demek şeref odur ki; kötü bir ahlâk, kötü bir hâl, kötü bir tavır, kötü bir kelime, kötü bir vaz’iyyet kendisinde görünmesin.
Hem O Zat-ı Ekrem (asm), hiçbir insanı rezîl etmemiş, şeref ve haysiyetini zedelememiş, -her hususta olduğu gibi- bu hususta da ifrât ve tefrîtten mahfûz kalmıştır. Dünyaca meşhûr bir padişah, bir pislik yapar, rezîl olur, şeref ve haysiyeti gider. Veyahut ifrât veya tefrît eder, yine rezîl olur. Fakat Resûl-i Ekrem (asm)’da hiçbir menfî ahlâk yoktur. O hâlde nev’-i beşerin yegâne nümûne-i imtisâli, rehberi, mürşidi, O Zât-ı Ekrem (asm)’dır. Hiç kimse, O’nun bir münkeri yaptığını, ma’rûfu da yapmadığını tesbît edemiyor.
Demek Resûl-i Ekrem (asm), hiçbir ma’rûfu terk etmemiş, hiçbir münkeri de yapmamıştır. İşte şeref-i insâniyet budur. Öyleyse O Zât (asm), beşerin mâ bihi’l-iftihârıdır. Nev’-i beşer, O’nunla iftihâr eder.
Kezâ O’nu, ubûdiyyet cihetiyle (en nûrânî bir semere-i şecere-i hilkat göreceksin.) Yani, yaradılış ağacının en nûrânî meyvesi, O Zât-ı Ekrem (asm)’dır. Kâinât, bir ağaçtır. Nûr-u Muhammedî, o ağacın çekirdeğidir. Bu ağaç, gelişti, büyüdü, dal ve budak saldı. Onun en güzel ve nûrânî meyvesi, yine Resûl-i Ekrem (asm)’dır. Cenâb-ı Hak, güzel ahlâkın bütün envâını, en mükemmel şekliyle Habîb’inde cem’etmiştir. O Zat (asm), hem maddeten, hem ma’nen, hem sûreten, hem sîreten, en mükemmel bir Resûl ve Nebî olarak bütün insanlara gönderilmiştir.
(Heybil Yayınlarından Evsaf-ı Muhammediye adlı eserden alınmıştır.)
[1] Âl-i İmrân, 3:31.
[2] Enbiyâ, 21:107.
İsim | |
Eposta ( Sitede görünmeyecek ) | |
Yorum | |
Doğrulama Kodu | |
Gönder |