tel tel tel
Kur'an-ı Kerim'den
(Sevdiğiniz şeylerden) Ellah yolunda infak etmedikçe birre (hayra, kemale, sevaba, rahmet-i Rahman’a, Ellah’ın rızasına ve Cennet’e) nail olamazsınız ve Hak yolunda her ne infak ederseniz, Ellah onu hakkıyla bilir.) Ona göre sizlere mükafatını ihsan buyurur.
(Al-i İmran, 3/92)
Hadîs-i Şeriflerden
Ellah’a ve ahiret gününe iman eden kimse, misafirine ikram etsin.
(Müslim, İman 77)
Dualardan
Ey bizi nimetleriyle perverde eden sultanımız! Bize gösterdiğin nümunelerin ve gölgelerin asıllarını, menba'larını göster. Ve bizi makarr-ı saltanatına celbet. Bizi bu çöllerde mahvettirme. Bizi huzuruna al. Bize merhamet et. Burada bize tattırdığın leziz nimetlerini orada yedir. Bizi zeval ve teb'îd ile tazib etme. Sana müştak ve müteşekkir şu muti raiyetini başı boş bırakıp i'dam etme.
(Sözler)
Vecîze
Tevekkül, kanaat ve iktisad öyle bir hazine ve bir servettir ki, hiçbir şey ile değişilmez.
Mektûbat
KÂİNAT VE İNSAN NEDİR?

KÂİNAT VE İNSAN NEDİR?

09.08.2024

Şu kâinât, Cenâb-ı Hak tarafından insanlara gönderilmiş bir kitabtır. Kâinattaki her şey ve her mevcûd, Ellâh’ın Zât, sıfat, esmâ ve ef’âlini tarif eden birer mektûbdur. İşte bu kitab-ı kebîr-i kâinâtın manasını ders veren, başta Resûl-i Ekrem (asm) olmak üzere O’nun vekilleri mesabesinde bulunan bütün peygamberlerdir. Kezâ başta Kur'an olmak üzere bütün kütub ve suhuf-u semâviyye, o kitab-ı kebîr-i kâinâtın ve insanın tarifidir, tefsîridir, îzâhıdır.

Şu kâinât, her biri taklidi mümkün olmayan birer tekvînî âyet hükmündeki mevcudatın yazıldığı bir sahifedir. Vücub-u vücud ve vahdet-i İlahiyeye delalet ve şehadet eder. Onların bu delalet ve şehadetlerini bize ders veren, başta Muhammed-i Arabî olmak üzere bütün enbiya ve mürselin taife-i nuraniyesidir. Keza başta Kur’an-ı Hakîm olmak üzere bütün semavi kitablar ve sahifelerdir.

Şu kâinâttaki mevcudatın her biri, esmâ-i İlâhiyye’nin âyinesidir. Bu âyinedârlığı Kur’ân vasıtasıyla bizlere tarif ve isbât eden, Resul-i Ekrem (asm)’dır.

Eğer bu âleme Kur'an nazarıyla bakmazsan; bu durumda mevcûdât geliyor, hareket ediyor, duruyor, toplanıyor, ayrılıyor, dağılıyor, netîcede yok olup gidiyor. Yani, bu kâinâtın yaratılması boşu boşuna, abes oluyor.

لَقَدْ خَلَقْنَا الْاِنْسَانَ ف۪ٓي اَحْسَنِ تَقْو۪يمٍ

(Muhakkak ki: Biz, insanı en güzel bir biçimde) en mükemmel bir kıvam ve sûrette (yarattık.)”[1] ayet-i kerîmesinin ifadesiyle, ahsen-i takvîm sırrına mazhar olarak yaratılan insan ise, bir nüsha-i câmiadır. Hem kainatın hülasası, hem kainatta tecelli eden esma-i ilahiyenin nokta-i mihrakiyesi, hem de âlem-i imkan ve alem-i vücubu keşfedecek anahtarlar külçesidir. Bu cihette insan, gayet cami’ bir fıtratta yaratılmıştır. Yani insan gayet acizdir, halbuki düşmanları çok. Gayet fakirdir, ihtiyaçları pek ziyade. Gayet zaiftir, hayat yükü çok ağır. Şâyet böyle bir mahiyette yaratılan insana, nûr-u hidâyet ve irşâd-ı Kur’ân nazarıyla bakılmazsa, o zaman bu insan, şu âlemde en âciz, en zaîf, en fakîr, en perîşân, en zelîl, en bîçâre, en müteessir, en fânî bir mahlûk olur. Kezâ sinekten de sivrisinekten de daha âciz olur.

Eğer aciz ve zaif, fakir ve muhtaç olan insan, Kur’ân penceresinden bu hayata bakmazsa ve ona göre amel etmezse, hayat bütünüyle elem ve keder olur. Hayatın bütün sıkıntılarını, yorgunluklarını, zorluklarını, meşkkatlerini, musîbetlerini, belâlarını âciz beline yükler; rûhu, kalbi, aklı ma’nen kalaklar ve elemler içinde kalır. Bütün zîhayât da zevâl ve firâk sillesiyle ağlayan yetîmler olur. İşte Kur'an, insanın bu şekilde yaratıldığını şöyle ifâde ediyor:

لَقَدْ خَلَقْنَا الْاِنْسَانَ ف۪ي كَبَدٍ

 “(Zat-ı Ulûhiyyetime kasem ederim ki; biz, insanı elbette meşakkat içinde yarattık.) İnsanlar, doğdukları günden vefat edecekleri güne kadar bir takım hayatî sıkıntılara, ihtiyaçlara, bela ve musibetlere hedef olmaktadırlar. Bu haller, insanlık âlemi için ilm-i ezelî ile takdîr buyrulmuştur. Hiçbir insan, bu mukadderatın dışında kalamaz. Artık insan, vakit vakit bazı hoş olmayan hâllere mâruz kalırsa, bundan dolayı büyük bir ümitsizliğe, bir hüzün ve kedere kapılmamalıdır. Bunun bir hikmet gereği olduğunu anlamalı, o musibet ve meşakkatin def’ini Cenab-ı Hak'tan niyaz etmelidir.”[2]

Hülasa: Kur’ân nazarında; şu kâinât,

1. Kitab-ı Rabbânî’dir, mektûb-u İlâhî’dir. Hurûf ve  kelimâtı, Sâni’i tarif edip haşre delâlet eder. Tabir-i diğerle; kâinâtın sarîhî manası, tevhîd ve esmâ-i İlahiyedir. İşârî manası, haşre delâlet eder.

2. Tekvini ayetlerin yazıldığı bir sahifedir.

3. San’at itibariyle bir âyinedir; bin bir ism-i İlâhî’yi gösterir. Kur’ân ise, o san’at üstüne konan lekeyi kaldırır; her şeyin doğrudan doğruya âyine olduğunu gösterir.

İnsana gelince; Kur’ân, insana üç noktada bakıyor. Şöyle ki:

1. İnsan, maddeten bütün âlemin hülâsasıdır. Kâinâtta ne varsa, insanda mevcuddur.

2. İnsan, bin bir ism-i İlâhî’nin nokta-i mihrakiyesi, tecellîgâhı ve en güzel, en mükemmel âyinesidir.

3. İnsan, şu kâinâtı ve bin bir ism-i İlâhî’yi açacak anahtarlar külçesidir.

İnsanın hülâsası ve tarifi budur ve mâhiyet-i insaniyye, bu üç noktayı tazammun ettiği için, insan, âyet-i kerîmenin ifadesiyle “ahsen-i takvîm” sırrına mazhar ve bir acûbe-i san’at-ı İlâhiyye olmuştur.

İşte Kur’ân-ı Azîmüşşân, insana böyle bakıyor, onu böyle tarif ediyor. Demek Cenâb-ı Hak, insana öyle havâs ve letâif, öyle aza ve cevârih, öyle isti’dâd ve kâbiliyyet vermiş ki; insan, hem âlem-i mülk, hem de âlem-i melekûtu ölçebilir ve tartabilir; kezâ tecelliyyât-ı esmâyı hem kendinde, hem bütün kâinâtta okuyabilir.

 

(Heybil Yayınlarından “Evsaf-ı Muhammediye” adlı eserden alınmıştır.)

 

 


[1] Tin, 95:4.

[2] Beled, 90:4.

Bu yazi 784 defa gösterilmiştir.

Yorum yapabilirsiniz :

İsim
Eposta ( Sitede görünmeyecek )
Yorum
Doğrulama Kodu
Gönder

Yorumlar :

Henüz yorum yapılmamış.

Muhammed Doğan'ın (Molla Muhammed el-Mûşî el-Kersî) beyanatları Nurmend.com sitesinden başka bir platformda yayınlanmamaktadır. © 2014-2023 | Her hakkı saklıdır. Kaynak gösterilmeden kullanılamaz. Nurmend - Şerhmend
0.245 sn. deSen
↑ Yukarı