Fenn-i Hikmet’in tarifi şudur: “Bu âlem nereden geliyor, nereye gidiyor, niçin gönderilmiş, vazîfesi nedir?” suallerini halleden, kâinatın ve insanın tılsımını ve muammasını keşfeden ilme “Fenn-i Hikmet” denir.
Hazret-i Âdem’den kıyamete kadar hiçbir beşer, bu suallere cevab verememiş ve veremeyecektir. Hadd-i zâtında bütün kâinâta bu sualler soruluyor. “Ey Güneş! Niçin durmuyorsun? Ey Ay! Niçin durmuyorsun? Ey su! Niçin durmuyorsun?” Ve hâkezâ kıyâs edilsin. Bu, ne akımdır? Âlem, hiç durmadan nehir gibi akıyor. Küçükken büyük olursun, büyükken ihtiyar olursun, ihtiyarken ölürsün. Ey insan! Haydi, bu suallere cevab ver! Âlemde hiçbir şey fâidesiz ve hikmetsiz olamaz. Kur’ân, şöyle buyuruyor:
وَمَنْ يُؤْتَ الْحِكْمَةَ فَقَدْ اُو۫تِيَ خَيْرًا كَث۪يرًا
“(Kime hikmet verilmişse,) yani, ‘Kâinat ve insan nedir, nereden gelmiş, nereye gidiyor, vazîfesi nedir?’ suâllerine cevâb bulacak bir ilim bahşedilmişse, (muhakkak ona hayr-ı kesîr verilmiştir.)”[1]
İşte her kime bu müşkil mes’eleyi halletme imkânı, nimeti verildiyse, ona hayr-ı kesîr verilmiştir ve en büyük insan odur. Peki, o insan kimdir? Vahy-i İlâhî’ye mazhar olan başta Resûl-i Ekrem (asm) olmak üzere bütün peygamberlerdir. Evet, O Zât-ı Ekrem (asm), tek insan nâmına değil, belki bütün âlem nâmına Kur’ân ile bu suallere mukni’ ve tam doğru cevab vermiştir.
Beşer, aklıyla âlemin tılsımını çözemez. Güyâ beşerin en akıllıları olan Aristo, Sokrat, Eflâtun dahî bu suallere cevab vermekten âciz kalmıştır. Aklın şâkirdi olan bu filozoflar, uzun seneler çalıştılar, çabaladılar, yazdılar, riyâzet ve çilleler çektiler, keşfettiler, aklen Arş’a kadar çıktılar. Fakat bütün bunların netîcesinde sadece “ukûl-u aşere (on aklı)”yi kendilerince tesbît ettiler. Bu da yanlış çıktı. Peki, netîce ne oldu? Hâlık’ını ve şu kâinâtın mâlikini ve mutasarrıfını ve Rabbini bulamadılar. İşte beşer, nübüvvet silsilesine ve caddesine girmezse, bin akıl sâhibi de olsa, hakîkati bulamaz, Ellâh’ı tanıyamaz, ahirette Cehennem’den kurtulup Cennet’e giremez.
Evet, Resûl-i Ekrem (asm), menşûr olan elindeki Kur’ân ile âlemin tılsımını çözmüş; mezkûr suallere tam ve doğru cevab vermiş; bu hakîkati bütün âleme neşretmiş; mevcûdât-ı âlemin zâhirî, itibârî ademden Ellâh’ın izniyle (İlâhî bir emirle) çıktığını i’lân etmiş; bu âlemin ezel cânibinden geldiğini, ebede doğru akıp gittiğini, tâife-i cin ve insin ubûdiyyet için yaratılmış olduğunu, ölümün i’tibârî olduğunu, yokluk olmadığını, bir tebdîl-i mekândan ibâret olduğunu, mevcûdâtın ölüm ile bir halden başka bir hale intikâl ettiğini, kabrin dar-ı bekâya açılan bir kapı olduğunu, haşir meydanı kurulacağını, orada bir mahkeme-i kübrâ açılacağını, hesâb netîcesinde başta insanlar ve cinler olmak üzere herkes ve her mevcûd, ya Cennet’te veya Cehennem’de karar kılacağını, Cennet ve Cehennem içindekilerle beraber bâkî kalacağını, bu iki memleketin içindekilerle beraber ademden kurtulacağını, fenâya mahkûm olmayacağını, vahy-i İlâhî olan Kur'an’a istinâd ederek bütün nev’-i beşere müjde sûretinde haber vermiştir. “Kur'an” derken, “Hadîs ve Sünnet” de bu tabirde dâhil olduğu unutulmamalıdır.
Hem O Zât-ı Ekrem (asm), Kur’an vasıtasıyla canlı olsun cansız olsun her şeyin, bir ubûdiyyeti olduğunu haber vermiştir. Hem O Zât-ı Ekrem (asm), nev’-i beşere ve bütün âleme, “bekâ ve likâ” müjdesini getirmiştir. Davası olan tevhîd hakîkati, bekâ ve likâyı iktizâ eder, belki istilzâm eder. Demek yok olmak yoktur. Mevcûdât, sadece halden hale, tavırdan tavra tahavvül edip, ebeden vücûd dâiresinde kalacaklardır. Zîrâ ölüm, adem değil, i’dâm değil, yokluk değil, tebdîl-i mekândır.
Bu âlem, insanı ile meleği ile cinni ile Güneş’i ile Ay’ı ile yıldızı ile hayvanı ile nebâtı ile denizi ile taşı toprağı ile kısaca her şeyi ile bir âleme doğru sevk olunuyor ve netîcede o âleme intikâl ediyor. Evet, bu âlem, gece ve gündüzün inkılâbâtı ile Güneş ve Ay’ın harekâtı ile bir sel gibi veyahut büyük bir nehir gibi akıyor. Bir kısmı Cennet’te, bir kısmı da Cehennem’de duracaktır. Bir şâir, nehir kenarında durup demiş ki;
“Ey su! Nedir, rüzgar gibi gelip gidiyorsun, hiç durmuyorsun? Aşk u muhabbetle coşmuşsun, gidiyorsun ha gidiyorsun. Kime hizmet yapıyorsun? Bana söyle!”
Su akıyor, hava akıyor, Güneş akıyor, hepsi akıp gidiyor. Bütün mevcûdât, nereye gidiyor? Aşk ve muhabbetle kimin emrini yerine getiriyor? Hiçbir şey yerinde ve kararında durmuyor. Senin şu vücûdun da âşık gibi durmadan çalışıyor. Çalışıyor ha çalışıyor. Çocuk iken, genç oluyor. Genç iken, ihtiyar oluyor. Durmadan birisine hizmet ediyor. Senin hiç bundan haberin var mı? Sor ona! Kime yapıyorsun bu hizmeti? Bir kıl tanesinden de sor! “Ey kıl! Nereden geldin, nereye gidiyorsun, niçin geldin?” Zîrâ o kıl, hârika bir san’at-ı İlâhiyye’dir. Bütün âlem, bir kılın içinde dâhildir. Bu kadar masârifle yapılan bir san’at, boşu boşuna olur mu? Elbette onun da bir yaratılış gayesi vardır. Bir kıl dahî gayesiz yaratılmamışsa, peki eşref-i mahlûkât olan insan nasıl gayesiz, hedefsiz, manasız olabilir? Bu, aklen mümkün müdür? Elbette mümkün değildir. Öyleyse bu acûbe-i hilkat olan insanın, gâyet ehemmiyyetli amelleri ve bu amellerin gâyet mühim hesabı olacaktır.
İşte bütün bu mühim suallerin ve mes’elelerin doğru cevablarını, ancak Muhammed-i Arabî (asm), Kur'an gibi bir Fermân-ı Ahkem’e dayanarak vermiş; beşere râh-ı hakkı ve istikâmeti göstermiş; böylece nübüvvet hakîkatini müstakîm hayatıyla ve sünnet-i seniyyesiyle isbât etmiştir. O Zât-ı Ekrem (asm), zaman üstüne çıkarak, ezelden ebede kadar bütün mevcûdâta hitâb etmiş; davasını teblîğ etmiş; huzûr-u İlâhî’ye urûc ederek herkesin ve her şeyin maddî ve ma’nevî ihtiyacına tercümân olmuş; onların cümlesi namına ihtiyaclarını Rabbülâlemîn’e arz etmiş; o Zât-ı Mucîb-i Rahîm ise, “bekâ ve likâ” nimetini bahşetmekle bütün ihtiyaclara cevab verdiğini ve -eğer davayı kaybetmezse- herkesin dar-ı ahirette derecesine göre bir saâdete nâil olacağını haber vermiş; böylece âlemin seyyidi ve reîsi olduğunu kör gözlere dahî göstermiştir.
(Heybil Yayınlarından “Evsaf-ı Muhammediye” adlı eserden alınmıştır.)
[1] Bakara, 2:269.
İsim | |
Eposta ( Sitede görünmeyecek ) | |
Yorum | |
Doğrulama Kodu | |
Gönder |