Risalet-i Muhammediye (asm)’ın hakkaniyetinin bir delili de Şeriat-ı Garrası’dır. O Zât-ı Ekrem (asm), öyle bir şerîat getirdi ki; ne misli var, ne de olur. Arab cahiliyyesinde nev-i beşer, her noktada ahlâkını, insaniyyetini, izzet, şeref ve onurunu, adâlet ve hakkaniyyeti kaybettiği bir zamanda, o şerîat, çok kısa bir süre içinde yeryüzünde adâleti temin etti. İnâd olmamak kaydıyla mü’min ve kâfir herkes o adâleti takdîr etti. Mü'minler ise, zâten kemâl-i şevkle ona teslîm oldular. Demek Resûl-i Ekrem (asm)’ın Risâleti’nin hakkaniyyetinin bir başka delîli de bütün nev’-i beşere getirdiği adâlet-bahş olan Şerîat-ı Ğarrâ’sıdır. Müellif (ra), Mektûbât adlı eserinde şöyle buyuruyor:
“Hem pek büyük ve dost ve düşmanla musaddak bir mu'cize-i Ahmediye (asm) şeriat-ı kübrasıdır ki, ne misli gelmiş ve ne de gelecek.”[1]
Hem Resûl-i Ekrem (asm)’ın Zât’ına baktığımız zaman, O’nun, bütün güzel ahlâkların merkezi olduğunu, sûreten ve sîreten umum nev-i beşerin en güzeli olduğunu, ahlâk-ı hasenesi Kur’ân’dan ibâret olduğunu, Kur'an ne emretmişse, ona ittibâ ettiğini; neden nehyetmişse ondan ictinâb ettiğini, hadîsinde ve sünnetinde ne geçmişse, hepsini aynen kendisi tatbîk ettiğini, başta Kur'an ve Hadîs olmak üzere bütün siyer ve târîh kitabları bize naklediyor.
Evet, “O Zât-ı Ekrem (asm), nasıl bir insandı?” sorusuna verilecek en doğru ve müstakîm cevab şudur: Kur’ân’da ne kadar emir ve nehy-i İlâhî varsa, cümle evâmire kemâl-i şevkle imtisâl; cümle nevâhîden şiddetle ictinâb eden bir şahsiyyet-i mübâreke idi. Yani, hepsinin tatbîkâtı kendisinde mevcuddu. Kur'an’da yaklaşık bin emir, bin nehiy var. O Zat-ı Ekrem (asm), bin emri ve bin nehyi yerine getirmiştir. Ulemâ, Kur'an’dan bu kadar emir ve nehiy çıkarmıştır.
Evet, bu Zât’ta -dost ve düşmanının ittifâkıyla- ictimâ eden bütün güzel ve yüksek ahlâk dahî O’nun risâletine ve “Habîbullâh” olduğuna kat’î delîl teşkîl eder. O’nda ictimâ eden bu güzel ve yüksek ahlâk, O Zat-ı Ekrem (asm)’ın, Kur’ân’dan sonra ikinci büyük mu’cizesidir.
Evet, وَاِنَّكَ لَعَلٰى خُلُقٍ عَظ۪يمٍ “Ey Habîbim! (Muhakkak ki; Sen, en yüksek bir ahlak üzeresin.) Yani Sen, sîreten ve sûreten en mükemmel bir fıtrat üzere yaratılmışsın. Hem sen, büyük bir ahlâk olan Kur’ân ile gönderilmişsin.”[2] âyet-i kerîmesinin sarahatiyle bu Zât (asm), büyük bir ahlâk üzere yaratılmış ve umum nev-i beşere en son peygamber olarak gönderilmiştir. Her kim O’nun sünnet-i seniyyesini tedkîk etse, bütün hayatında istikâmeti muhâfaza ettiğini ve ifrât ve tefrîtten mahfûz kaldığını bilâ-tereddüd müşâhede edecektir.
Hem Resûl-i Ekrem (asm), Dîn-i Mübîn-i İslâm’ı teblîğ ederken, çok yüksek ve ulvî bir ahlâkla teblîğ ederdi. Teblîğde gâyet derecede halîm ve yumuşaktı. Muhâtab, hakkı kabul etmeyip şirk ve küfürde ısrar edince, ondan sonra şiddet peydâ ederdi. Zîrâ hakkın hatırı, her hatırın üstündedir. Yine O Zat-ı Ekrem (asm), dâhil-i İslam’da haddi gerektiren suçları işleyenleri cezalandırmıştır. Resulullah (sav), hiçbir zaman şahsına yapılan kötülüklerden dolayı intikam almamış, afv yolunu tercih etmiştir. Ancak Ellah’ın hukuku çiğnendiğinde, Ellah için intikam almıştır.
Normal şartlarda bir insan, bir davaya teşebbüs ederken, arkasında bir cemaatin veya en az birkaç ferdin bulunması lâzımdır. Fakat bu, öyle bir Zât’tır ki; arkasında hiç kimse yokken, tek başıyla yola çıkmış; nübüvvet davasında bulunmuş; kavim ve kabîlesi, hatta amcası dahî O’na düşmân olduğu hâlde, asla geri adım atmamış; bütün dünyaya karşı fermân okumuştur. Hiç tereddüd etmemiş, telâş eseri göstermemiş; işine nasıl başlamış ise, öyle de hâtime vermiştir. Yani, ibtidâ ile intihâyı birleştirmiştir.
Hem O Zat-ı Ekrem (asm) teblîğ vazîfesini icrâ ederken, asla korkuya kapılmamış ve tereddüd eseri göstermemiştir. Teblîği îfâ ederken, o kadar kendinden emîndir ki; sanki bütün dünya emri altında çalışıyor; O’na itâat ediyor gibi bir hâlet-i rûhiye içinde davasını her tarafa neşrediyor. Hiçbir hakîkati, hiçbir emri veya nehyi, hiçbir hükmü ketm etmiyor, gizlemiyor, değiştirmiyor, olduğu gibi teblîğ ediyor. Sırât-ı müstakîmi tam olarak muhâfaza ediyor.
Hem bütün dünya düşman olduğu hâlde, O Zat-ı Ekrem (asm), davası hususunda gâyet mutmain bir vaz’iyyet içinde ve kuvvetli ve sarsılmaz bir îmân ile Dîn-i İlâhî’yi teblîğ etmiş; teblîğ ettiği her şeyi, evvelâ bizzât kendisi yaşamış; ef’âl, akvâl ve ahvâliyle de bunu isbât etmiştir. O Zat-ı Ekrem (asm), İslâmiyet’i teblîğ ederken, maddî bir güce veya herhangi bir noktaya dayanmak istemiyordu. Bununla beraber dünyevî bir menfaat ve servet, bir makâm ve mevkî, bir şân ve şöhret peşinde değildi.
Bütün bu deliller ve hüccetler isbât eder ve gösterir ki; Resûl-i Ekrem (asm), gerek Zât’ında, gerek vazîfesinde, gerek davasında gayet mükemmel ve en yüksek bir ahlâk sâhibi idi. O, bütün hayatında bunu fiilen isbât etmiştir. Bu hususta dost ve düşmân ittifâk halindedir. Mâdem işin hakîkati bundan ibarettir. Peki, böyle bir ahlâk sâhibi bir Zât, hiç mümkün müdür ki; en pes ve aşağı ve çirkin ve ehl-i zillet ve sefâlet ve nifâkın rezîl ahlâkı olan yalana tenezzül etsin; elindeki elması, kırılacak cam parçası ile değiştirsin; Güneş’i, mum olarak göstersin; hâsılı Rabbü’l-âlemîn’e iftirâ etsin. Bu, hiç mümkün müdür? Hiçbir akl-ı selîm, bu hurâfeyi hakîkat diye kabul eder mi? Asla ve kat’a! O hâlde Zât’ında ve vazîfesinde bu kadar kemâlât bulunan bir Zât, elbette ve elbette en çirkin ve en çirkef olan yalana tenezzül etmez. Öyleyse O Zât-ı Ekrem (asm), Resûlullâh’tır, davasında sâdık ve musaddaktır. Âmennâ!
(Heybil Yayınlarından “Evsaf-ı Muhammediye” adlı eserden alınmıştır.)
[1] Mektûbât, 19. Mektûb, 17. İşâret, s. 179.
[2] Kalem, 68:4.
İsim | |
Eposta ( Sitede görünmeyecek ) | |
Yorum | |
Doğrulama Kodu | |
Gönder |