Cenâb-ı Hak, “Kadîr” ve “Hayy” isimlerinin tecellîsiyle ilk olarak Nûr-u Muhammedî’yi, yani o hakîkati yarattı. O hakîkat, çekirdek oldu. Ondan kâinât ağacı halkedildi. Kâinât ağacı, teşâub ederek dal ve budak saldı; meyvesi nev’-i beşer oldu. Nev’-i beşer içinden de enbiyâ meyvesi zuhûr etti. Bütün enbiyânın sonu ve en mükemmel meyvesi olarak da Resûl-i Ekrem (asm) tezâhür etti. Demek enbiyâ, O Zât’ın risâlet davasının hayatdar köklerini ve temellerini teşkîl ediyor. Öyleyse bütün peygamberlerin hakîkati, Hakîkat-i Muhammediyye (asm)’dır. O Zevât-ı âliye, mu’cizeleriyle “Sadakte!” diyerek O Zat’ın davasını tasdik ve isbât etmişlerdir.
Hem Hakîkat-i Muhammediyye’nin ter ü tâze meyveleri, evliyâlardır. Bu zevât-ı âliye de kerâmetleriyle “Sadakte!” diyerek bu Zât’ın davasını isbât edip hakkaniyyetini i’lân etmişlerdir.
O Zat-ı Ekrem (asm)’ın en birinci davası, tevhiddir. O Zat (asm), لَٓا اِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ cümle-i kudsiyesi ile bu davayı ilan eder. Bütün enbiya, mucizeleriyle, bütün evliya keşif ve kerametleriyle, bütün asfiya da tahkikatlarıyla bu davayı isbat ederler. Kelime-i tevhîdin birinci cümlesi olan لَٓا اِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ da ikinci cümle olan مُحَمَّدٌ رَسُولُ اللّٰهِ dâhildir. “Kâlû belâ” hâdisesinde de sadece kelime-i tevhîdin birinci cümlesi murâd değildir; ikinci cümle olan مُحَمَّدٌ رَسُولُ اللّٰهِ da o ikrârda dâhildir. Zira اَلَسْتُ بِرَبِّكُمْ cümlesinde geçen Rab ismi ve rububiyyet sıfatı, risaletsiz olamaz.
O hâdisede rûhlar, sadece tasdîk-i rubûbiyyette bulunmadılar; belki tasdîk-i Risâlet-i Muhammediyye’de de bulundular. Yani, hem Cenâb-ı Hakk’ı Rab olarak kabul ettiler, hem de Resûl-i Ekrem (asm)’ı resûl olarak tasdîk edip ikrâr ettiler. Çünkü لَٓا اِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ cümlesi, مُحَمَّدٌ رَسُولُ اللّٰهِ’ sız olamaz, düşünülemez, biribirisiz olmaz. Bu, mümkün değildir.
Demek rubûbiyyet ve ulûhiyyet, nübüvvetsiz düşünülemez. O hâlde bütün ruhlar, ezelde “kâlû belâ”da, لَٓا اِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ مُحَمَّدٌ رَسُولُ اللّٰهِ demişlerdir. Üstad Bediüzzaman (ra) Haazretleri, bu hakikati, şu veciz cümlesiyle ifade etmiştir:
“Biz Kalû Belâ'dan Cem'iyet-i Muhammedî'de (Aleyhissalâtü Vesselâm) dâhiliz.”[1]
Ellâh (cc), ezelden bu ahdi almış; Kur’ân’da da bu ahdi nev’-i beşere hatırlatıyor. “Ey nev-i beşer! Siz, bana bu sözü verdiniz. Hem rubûbiyyetimi, hem Muhammed’in Risâleti’ni kabul ettiniz. Peki, niçin pişman oldunuz?”
Kur'an, Rabbimiz tarafından umum insanlardan alınan bu ahdi şöyle ifâde ediyor:
وَاِذْ اَخَذَ رَبُّكَ مِنْ بَن۪ٓي اٰدَمَ مِنْ ظُهُورِهِمْ ذُرِّيَّتَهُمْ وَاَشْهَدَهُمْ عَلٰٓى اَنْفُسِهِمْۚ اَلَسْتُ بِرَبِّكُمْۜ قَالُوا بَلٰىۚۛ شَهِدْنَاۚۛ اَنْ تَقُولُوا يَوْمَ الْقِيٰمَةِ اِنَّا كُنَّا عَنْ هٰذَا غَافِل۪ينَ
“Ey Resûlüm! Hatırlat (o zamanı ki; Rabbin, Âdemoğullarından) yani, (onların sırtlarından zürriyyetlerini) kıyamete kadar dünyaya gelecek olan evlâdlarını (aldı.) Vücud sahasına çıkardı. (ve onları kendi nefisleri üzerine şahid tuttu. ‘Ben, sizin Rabbiniz değil miyim?’ dedi. Onlar da ‘Evet... şâhidiz.’ dediler. Bu da kıyamet günü, ‘Biz, bundan muhakkak gâfiller idik.’ dememeniz içindir.)”[2]
Yine Cenab-ı Hak, bütün peygamberlerden ve ümmetlerinden Risalet-i Muhammediyeyi (asm) tasdik noktasında almış olduğu ahdi, gelecek ayet-i kerimede şöyle fermân buyurmuştur:
وَاِذْ اَخَذَ اللّٰهُ م۪يثَاقَ النَّبِيّ۪نَ لَمَٓا اٰتَيْتُكُمْ مِنْ كِتَابٍ وَحِكْمَةٍ ثُمَّ جَٓاءَكُمْ رَسُولٌ مُصَدِّقٌ لِمَا مَعَكُمْ لَتُؤْمِنُنَّ بِه۪ وَلَتَنْصُرُنَّهُۜ قَالَ ءَاَقْرَرْتُمْ وَاَخَذْتُمْ عَلٰى ذٰلِكُمْ اِصْر۪يۜ قَالُٓوا اَقْرَرْنَاۜ قَالَ فَاشْهَدُوا وَاَنَا۬ مَعَكُمْ مِنَ الشَّاهِد۪ينَ
“(Hatırla o vakti ki, Ellah peygamberlerden, evsâf-ı Muhammediyeyi (asm) ve fazîletini birbirlerine beyân etmeleri üzere mîsâk aldı ve dedi ki: ‘Ben size kitâb ve helâl ile harâmı açıklayıcı hikmet verdim. Sonra siz de ümmetlerinizden şöyle mîsâk alın ki: Berâberinizde bulunan kitâbları tasdîk edici bir Resûl (Muhammed (asm)) size geldiğinde ona îmân edecek ve Muhammed (asm)’ın düşmanlarına karşı O’na yardım edeceksiniz.’ Sonra Ellah peygamberlerine: ‘Bunu ikrâr ettiniz mi ve bunun üzerine benim ahdimi kabûl ettiniz mi?’ buyurdu. Onlar da ‘İkrâr ettik.’ dediler. Ellahu Teâlâ, ‘Şâhid olun, ben de sizinle berâber şâhidlerdenim.’ buyurdu.) Yâni Cenâb-ı Hak, peygamberleri bu ikrâr üzere birbirlerine şâhid tuttu ve Ellah da bu ikrâra şâhid oldu. Sonra her bir nebî, ümmetine bu ikrârı beyân etti ve her bir nebî, ümmetinin ferdlerini birbirlerine şâhid tuttu. Her nebî, kendisi de onların şehâdetlerine şâhid oldu.”[3]
(Heybil Yayınlarından “Evsaf-ı Muhammediye” adlı eserden alınmıştır.)
[1] Hutbe-i Şâmiye, s. 88.
[2] A’raf, 7:172.
[3] Âl-i İmrân, 3: 81. Tefsîr-i İbn-i Abbâs.
İsim | |
Eposta ( Sitede görünmeyecek ) | |
Yorum | |
Doğrulama Kodu | |
Gönder |