Resûl-i Ekrem (asm)’ın ve Ashâb-ı Kirâm’ın halka-i zikirleri, Kur'an ve namazdı. Daha sonra bu, çeşitli gâye ve vesîlelerle unutturuldu. Yerine başka başka zikir halkaları ve şekilleri îcâd edildi. Burada her ehl-i imana diyeceğimiz şudur: Acaba bu “Seyyidü’l-Kevneyn” ve “Habîb-i Rabbi’l-Âlemin” sıfatıyla mevsûf Zât’ın, zikir halkası olan Kur'an ve beş vakit namaz, sana yetmez mi ki; ikinci bir halka-i zikri kuruyorsun! Bu tarz ve şekiller, Dîn-i Mübîn’de yoktur. Gavs-ı Geylânî ve Şâh-ı Nakşibendî gibi zevât da böyle şeyler yapmamışlardır. Onlar, bütün gücüyle Kitab ve Sünnet’e tâbi’ olmuşlar; bid’at çıkarmamışlardır.
Evet, O Zât-ı Ekrem (asm), beş vakit farz namazlarda bütün enbiyâ ve evliyâyı izn-i İlâhî ile arkasına alarak âlemşümûl bir halka kuruyor; o azîm halkanın serzâkiri oluyor ve onlara ma’nen imâm olup namaz kıldırıyor. Namazında bütün Kur’an’ın hülâsası olan “Fâtiha-i Şerîfe”yi okuyor. O Zat-ı Ekrem (asm), her namaz vaktinde, müezzine manen emrediyor; müezzin de tesbîhâtta سُبْحَانَ اللّٰهِ سُبْحَانَ اللّٰهِ dediği zaman; yer, gök, Arş, bütün âlem onunla beraber سُبْحَانَ اللّٰهِ سُبْحَانَ اللّٰهِ diyor. Hem O Zât-ı Ekrem (asm), yüzünü göğe çevirerek, اَلْاَمَانَ اْلاَمَانَ diyerek bin bir ism-i İlâhî ile meded istiyor; “Beni ve arkamda olanları ademden, yokluktan, küfürden, Cehennem’den kurtar!” diyor. O’nun duasının bereketiyle kâfir bile yokluktan kurtuluyor; hiç olmazsa Cehennem’e gidiyor. Üstad Bediüzzaman (ra) Hazretleri, Namaz Tesbihatı’nın ehemmiyetiyle alakalı olarak şöyle buyuruyor:
“Kardeşlerimizden birisinin namaz tesbihatında tekâsül göstermesine binaen dedim: Namazdan sonraki tesbihatlar, tarîkat-ı Muhammediye'dir (asm) ve velayet-i Ahmediye'nin (asm) bir evradıdır. O noktadan ehemmiyeti büyüktür. Sonra, bu kelimenin hakikatı böyle inkişaf etti: Nasılki risalete inkılab eden velayet-i Ahmediye (asm) bütün velayetlerin fevkindedir; öyle de, o velayetin tarîkatı ve o velayet-i kübranın evrad-ı mahsusası olan namazın akabindeki tesbihat, o derece sair tarîkatların ve evradların fevkindedir. Bu sır dahi şöyle inkişaf etti ki:
Nasıl zikir dairesinde bir mecliste veyahut hatme-i Nakşiyede bir mescidde birbiriyle alâkadar heyet-i mecmuada nuranî bir vaziyet hissediliyor. Kalbi hüşyar bir zât, namazdan sonra سُبْحَانَ اللّٰهِ سُبْحَانَ اللّٰهِ deyip tesbihi çekerken, o daire-i zikrin reisi olan Zât-ı Ahmediye (asm)'ın müvacehesinde, yüz milyon tesbih edenler, tesbih elinde çektiklerini manen hisseder; o azamet ve ulviyetle سُبْحَانَ اللّٰهِ سُبْحَانَ اللّٰهِ der. Sonra o serzâkirin emr-i manevîsiyle ona ittibaen, اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ dediği vakit, o halka-i zikrin ve o çok geniş dairesi bulunan hatme-i Ahmediye (asm)'ın dairesinde yüz milyon müridlerin اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ ’larından tezahür eden azametli bir hamdi düşünüp içinde اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ ile iştirak eder ve hâkeza... اَللّٰهُ اَكْبَرُ اَكْبَرُ اَللّٰهُ ve duadan sonra لَٓا اِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ لَٓا اِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ otuz üç defa o tarîkat-ı Ahmediye (asm)'ın halka-i zikrinde ve hatme-i kübrasında o sâbık mana ile o ihvan-ı tarîkatı nazara alıp, o halkanın serzâkiri olan Zât-ı Ahmediye (asm)'a müteveccih olup اَلْفُ اَلْفِ صَلاَةٍ وَ اَلْفُ اَلْفِ سَلاَمٍ عَلَيْكَ يَا رَسُولَ اللّٰهِ der, diye anladım ve hissettim ve hayalen gördüm. Demek tesbihat-ı salâtiyenin çok ehemmiyeti var.[1]
Elhasıl: Kâinatı bir halka-i zikre benzetirsek, o zaman Resul-i Ekrem (asm), o halka-i zikrin serzakiri olarak ortada bulunur. Başta peygamberler, evliyalar, asfiyalar, ehl-i iman olan insanlar ve cinler, melekler ve ruhaniler, Güneş, Ay, yıldızlar, seyyarat, cemadat, eşcar, nebatat, hayvanat, bütün zerrat-ı âlem o hakikat-i vahyin etrafında لَٓا اِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ deyip mevlevî gibi dönüyor. Ne zaman bu hakikat kâinattan çıksa, yani ahkâm-ı Kur’aniye tamamaen tatbik ve icra edilmezse, o zaman Küre-i Arz deli, divane olur vefat eder. Evet, Küre-i Arz’ın aklı Kur’an; ruhu Resul-i Ekrem (sav)’in sünnet-i seniyyesidir. Kuran-ı Kerim, kâinattan çıksa, kâinat deli divane olur. Sünnet-i Nebeviye (asm) çıktığı anda kâinat vefat eder. Onun için bütün âlem, o hakikat etrafında pervane gibi dönüyor. Üstad Bediüzzaman (ra) Hazretleri, Sözler adlı eserinde şöyle buyuruyor:
Evet nasılki hayat, bu kâinattan süzülmüş bir hülâsadır ve şuur ve his dahi, hayattan süzülmüş hayatın bir hülâsasıdır ve akıl dahi, şuurdan ve histen süzülmüş, şuurun bir hülâsasıdır ve ruh dahi, hayatın hâlis ve sâfi bir cevheri ve sabit ve müstakil zâtıdır. Öyle de, maddî ve manevî hayat-ı Muhammediye (asm) dahi; hayattan ve ruh-u kâinattan süzülmüş hülâsat-ül hülâsadır ve risalet-i Muhammediye (asm) dahi kâinatın his ve şuur ve aklından süzülmüş en sâfi hülâsasıdır. Belki maddî ve manevî hayat-ı Muhammediye (asm) -âsârının şehadetiyle- hayat-ı kâinatın hayatıdır ve risalet-i Muhammediye (asm) şuur-u kâinatın şuurudur ve nurudur. Ve vahy-i Kur'an dahi, -hayatdar hakaikının şehadetiyle- hayat-ı kâinatın ruhudur ve şuur-u kâinatın aklıdır.
Evet, evet, evet!.. Eğer kâinattan risalet-i Muhammediye'nin (asm) nuru çıksa, gitse, kâinat vefat edecek. Eğer Kur'an gitse, kâinat divane olacak ve Küre-i Arz kafasını, aklını kaybedecek. Belki şuursuz kalmış olan başını, bir seyyareye çarpacak, bir kıyameti koparacak.”[2]
(Heybil Yayınlarından “Evsaf-ı Muhammediye” adlı eserden alınmıştır.)
[1] Kastamonu Lahikası, s. 103-104.
[2] Sözler, 10. Söz, Zeylin 2. Parçası, s. 109-110.
İsim | |
Eposta ( Sitede görünmeyecek ) | |
Yorum | |
Doğrulama Kodu | |
Gönder |