O Zât’ın şahs-ı manevîsi demek, onun şahsiyyet-i beşeriyyesi değil; belki vahye mazhar ve muhâtab olan şahsiyyeti demektir. Tabir-i diğerle, hakîkat-i vahiy demektir. Şimdi bak! Bu hakîkatin ulviyyetine ve azametine! Bu hakîkat, şu dünya imtihanında ne yapmıştır? Hazret-i Âdem (as)’dan O Zât-ı Ekrem (asm)’a kadar peygamberlere gelen bütün vahiyler, Kur’ân’da toplanmıştır. Kezâ bütün peygamberlerin risâlet hakîkati, Resûl-i Ekrem (asm)’ın Risâleti’nde toplanmıştır. Bu iki hakîkati, ayrı ayrı düşünmek mümkün değildir. Demek hakîkat-i Muhammediyye (asm), maddî bir hakîkat değil; vahye istinâd eden manevî bir hakîkattir ki; O’nun Risaleti’nden ibarettir. Kendisinden evvel gelip geçen bütün peygamberler, O’nun vekîlidirler. Zîrâ muhâtab-ı İlâhî, asıl itibâriyle bir tek Zât’tır. O da Resûl-i Ekrem (asm)’dır. Bütün enbiya, O’nun avenesidir. Bütün evliya ve asfiya ise O’nun şakirdleridir. Ashâb-ı Kirâm’ın cümlesi, O’nu temsîl ediyor ve O’nun talebeleridir. Her bir velî, hakîkat-i Muhammediyye’nin bir mümessilidir. Bütün ulemâ, O’nu temsîl ediyor. Bütün sulehâ, O’nu temsîl ediyor. Bütün âbidler, O’nu temsîl ediyor. Artık sen, bu Zât’ın şahs-ı manevîsinin azametini kıyâs et! Bu küllî hakîkatin bir ucu Âdem (as)’da, bir ucu Resûl-i Ekrem (asm)’dadır. Diğer bir ucu ise, kıyamete dayanır. Yani, oraya kadar gider. O hâlde hakîkat-i Muhammediyye (asm), bütün zaman ve mekânları ihâta etmiş; bütün ins ve cinni alâkadâr etmiş; bütün akılları hayrette bırakmış; bütün mevcudatın manasını ortaya koymuş; hatta dar-ı ahiretin binasına vâsıta ve vesîle olmuştur. Elbette böyle bir hakîkatin ne bir misli var, ne de olur.
Hülâsa: Sağında bütün peygamberler, solunda bütün evliyâlar, arkasında bütün kâinât bulunuyor. O Zât (asm), bu cemaat-i azîmeye imamlık yapıyor.
O Zat’ın şahsiyet-i maneviyesini görmek ve bilmek istersen, bak! جُعِلَتْ لِىَ الْاَرْضُ مَسْجِدًا “Yeryüzü, bana bir mescid kılındı.”[1] hadîs-i şerîfi sırrınca; bütün yeryüzü, Hazret-i Muhammed (asm)’a mescid kılınmıştır. Sath-ı Arz, beş vakit namaz esnasında bir mescid olur. Resûl-i Ekrem (asm), sağında bütün peygamberler, solunda bütün evliyâlar olduğu hâlde; beş farz namazda, bütün âleme imamlık yapar. Demek O Zât-ı Ekrem (sav)’in cemaati, bütün kâinâttır. Hattâ bütün meleklere de imamlık yapar. Artık bu Zât’ın şahsiyyet-i maneviyyesinin derece-i ulviyyet ve azametini siz düşünün! Namazında ise, hutbe-i ezeliyye olan Kur’ân’ı okuyor, bütün kâinata işittiriyor. Böylece Kur’ân’ı, namazlarda bütün âleme teblîğ ediyor.
O Zât (asm), namazda Kelâm-ı Ezelî olan Kur’ân’ı okuduğu zaman kâinât, lerzeye geliyor ve O’nun namazıyla namaz kılıyor. O salât-ı kübrâda kendisi, manen Arş-ı A’zam’da duruyor. Mekân i’tibâriyle bu dâire-i muhîta-i nûrâniyenin bir ucu Arş, diğer bir ucu Küre-i Arz’dır. Zaman i’tibâriyle de bir başı ezel, diğer başı ebeddir. İşte Mekke-i Mükerreme, kâinât çapındaki o azîm mescide bir mihrâb; Medîne-i Münevvere ise, bir minber hükmüne geçer. Hakîkat-i Muhammediyye (asm), şöyle bir salât-ı kübrâda tezâhür eder.
Kâinât yaratılmadan evvel, o hakîkat vardı. O hakîkat, لَٓا اِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ مُحَمَّدٌ رَسُولُ اللّٰهِ hakîkatinden ibarettir. Bu hakîkat, bir çekirdektir ki; o çekirdek, tecelliyyât-ı esmâ ve sıfât ile maddeye mazhar olmuş, vücûd bulmuştur. Yani, o tecelliyyât gelişmiş, âlem olmuştur. Hakîkat-i Muhammediyye (asm), bir tarafta kâinâtın çekirdeği olup şu âlemi maddeten netîce veriyor. Diğer tarafta bu âlemin sonu olup kıyametin kopmasına sebeb oluyor. Çünkü O Zât-ı Ekrem (asm), şahsiyyet-i maddiyesi cihetiyle son peygamber olduğundan; O’nun tesis ettiği Dîn-i Mübîn-i İslam’ın tesbit buyurduğu ahkam-ı İlahiyenin, dâr-ı imtihan ve tecrübe olan yeryüzünde icra ve tatbik edilmemesiyle kıyametin kopması vukû’ buluyor.
Hakîkat-i Muhammediyye (asm), yani hakîkat-i Kur’ân, bütün semâvî vahiylerin hülâsasını tazammun ediyor. Yani Kur’ân, Tevrât, İncil, Zebûr ve bütün semâvî suhufların hülâsasıdır. O hâlde Resûl-i Ekrem (asm)’ın Risâleti, bütün peygamberlerin risâletinin hülâsasıdır.
Demek bu şahs-ı manevî, hakîkat-i Muhammediyye’den ibarettir. Bu hakîkat, vahy-i İlâhiyle beraber hilkat ağacının evveli ile ma’nen başlamış; ilk insan ve ilk peygamber olan Hazret-i Âdem (as)’ın risaletiyle beraber maddeten tezâhür etmiş; yani bu hakîkati temsîl eden Âdem (as) resûl olarak gönderilmiş; daha sonra o hakîkat, bütün asırları ihâta etmiş; Asr-ı Saâdet’e uğramış; fakat bu hakîkatin en büyük kanalı ve toplama merkezi, Asr-ı Saâdet olmuştur. Çünkü Kur'an gibi emsâlsiz bir mu’ciz Kitab inzâl olunmuş; Resûl-i Ekrem (asm) gibi bir peygamber irsâl buyrulmuştur. Teşbîhte hata olmasın, bu hakîkat kanalı ezelden geliyor; Mekke ve Medîne’de bi’set-i Nebî (asm) ile beraber zirveye ve kemâline kavuşuyor; orada bir deniz gibi toplanıyor. O Saâdet Asrı’ndan sonra da durmayıp bu güne kadar gelmiş, kıyamete kadar da devâm edecektir. Hiçbir güç ve kuvvet, bu hakîkati söndüremez, buna engel olamaz.
Evet, bin dört yüz seneden beri her asırda en az üç yüz elli milyon tebaiyyeti ve raiyyeti bulunan bir hakîkat ve dava, söndürülebilir mi; ortadan kaldırılabilir mi? Heyhât! Münâzarat adlı eserde şöyle buyruluyor: “İslâmiyet güneş gibidir, üflemekle sönmez. Gündüz gibidir, göz yummakla gece olmaz. Gözünü kapayan, yalnız kendine gece yapar.” [2]
Öyleyse bütün ehl-i dalâlet ve küfrün, şeytânî entrika ve planları akîm kalacak; kendileri, o entrika ve planın altında kalacak; netîcede ehl-i îmân ve tâat, وَالْعَاقِبَةُ لِلْمُتَّق۪ينَ “İyi akıbet (Cennet ve cemâlullah nimeti), müttakîler içindir. Yani, günahlardan sakınanlar içindir.”[3] sırrına mazhar olacaktır. O hâlde Hakîkat-i Muhammediyye (asm), ezelden gelmiş, ebede gidecektir. İşte o Zât-ı Ekrem (asm)’ın şahsiyyet-i maneviyyesi budur. O şahsiyyet-i maneviyeyi, tam olarak tarif etmek mümkün değildir.
(Heybil Yayınlarından “Evsaf-ı Muhammediye” adlı eserden alınmıştır.)
[1] Buhârî, Salât, 56; Müslim, Mesâcid, 3.
[2] Münâzarat, s. 9.
[3] Kasas, 28:83.
İsim | |
Eposta ( Sitede görünmeyecek ) | |
Yorum | |
Doğrulama Kodu | |
Gönder |