Cenab-ı Hak, kâinatın ilk yaradılışından kıyamete kadar her şey için bir nokta-i kemâl tayin etmiş; o şeyi, o nokta-i kemâle sevk etmek için, mâhiyeti bir model hükmünde olan o mevcûdun üzerine vücûd libâsını giydirir; o libâsı, keser, biçer, uzatır, kısaltır; sonunda da vefât ettirip ebedî âleme götürür. Dâr-ı âhirette ise, hakîkî kemâle erdirir. Bu cihette hiçbir mevcûdun i’tiraza hakkı yoktur. Çünkü her bir mevcûd, kemâle ermesiyle ve kemâle sevk olunurken hadsiz ihtiyaçlarının karşılanması ve mani’lerinin def’ edilmesiyle ücretini peşinen almıştır. Artık şekvâ ve i’tiraza hakkı yoktur. Zira i’tiraz, bir haktan ileri gelir. Mevcûdâtın Ellah’a karşı bir hakkı yoktur ki; O’na karşı hak dava etsin. Zira semâvât ve Arz’ın ve içlerindeki her şeyin mülkü, O’nundur. Bütün mevcûdât, hem O’nun mülkü, hem de memlüküdür. Dünya saltanatı O’nun olduğu gibi; âhiret saltanatı da O’nundur. O Mâlikü’l-Mülk, burada tasarruf ettiği gibi; orada da tasarruf eder. Bu husûs, Kur’an-ı Kerîm’in pek çok âyet-i kerîmesinde ifâde edilmiştir. Meselâ; Mâide Sûresi’nin 120. âyet-i kerîmesinde bu hakîkat, şöyle ifâde edilmektedir:
لِلّٰهِ مُلْكُ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ وَمَا ف۪يهِنَّ وَهُوَ عَلٰى كُلِّ شَىْءٍ قَد۪يرٌ
“(Göklerin ve yerin ve içlerindeki her şeyin mülkü) saltanatı ve hükümranlığı, (Ellahu Teâlâ'nındır. Ve O, her şeye hakkıyla kâdirdir.)”
Madem mülkün sâhibi, Cenab-ı Hak’tır. Hem madem مَالِكُ الْمُلْكِ يَتَصَرَّفُ ف۪ى مُلْكِهِ كَيْفَ يَشَاءُ kâidesince, “Mülk sâhibi, mülkünde istediği gibi tasarruf eder.” Öyle ise, Mâlikü’l-Mülk olan Cenab-ı Hakk’ın mülkündeki tasarrufâtına hiçbir mevcûdun i’tiraza hakkı yoktur. O, mülkü dilediğine verir; dilediğinden alır. Dilediğini azîz; dilediğini zelîl kılar. Geceyi gündüze; gündüzü geceye çevirir. Ölüden diriyi; diriden ölüyü çıkarır. Dilediğini zengin; dilediğini fakîr eder. Ve hâkezâ istediği mahlûkunda, istediği tasarrufu yapar. Kimse, O’nun bu tasarrufuna i’tiraz edemez. İşte O Mâlikü’l-Mülk, gelecek âyet-i kerîmesinde bu tasarrufâtını şöyle ifâde buyuruyor:
قُلِ اللّٰهُمَّ مَالِكَ الْمُلْكِ تُؤْتِي الْمُلْكَ مَنْ تَشَٓاءُ وَتَنْزِعُ الْمُلْكَ مِمَّنْ تَشَٓاءُۘ وَتُعِزُّ مَنْ تَشَٓاءُ وَتُذِلُّ مَنْ تَشَٓاءُۜ بِيَدِكَ الْخَيْرُۜ اِنَّكَ عَلٰى كُلِّ شَيْءٍ قَد۪يرٌ تُولِجُ الَّيْلَ فِي النَّهَارِ وَتُولِجُ النَّهَارَ فِي الَّيْلِۘ وَتُخْرِجُ الْحَيَّ مِنَ الْمَيِّتِ وَتُخْرِجُ الْمَيِّتَ مِنَ الْحَيِّۘ وَتَرْزُقُ مَنْ تَشَٓاءُ بِغَيْرِ حِسَابٍ
“(Resûlüm!) De ki: Ey mülkün hakîkî sâhibi olan Allah’ım! Sen, mülkü dilediğine verirsin ve dilediğinden geri alırsın. Dilediğini azîz eder, dilediğini zelîl kılarsın. Her hayır Senin elindedir. Tahkìk Sen, her şeye hakkıyla Kàdirsin. Geceyi gündüze idhâl eder, gündüzü de geceye dâhil edersin. Ölüden diriyi çıkarır, diriden de ölüyü çıkarırsın. Dilediğine de sayısız rızık verirsin.”1
Demek Cenab-ı Hak, Mâlikü’l-Mülk olduğu için mülkünde istediği gibi tasarruf eder. Onun bu tasarrufuna hiçbir kimse, hiçbir surette i’tiraz edemez. Ancak dua ve niyaz ile O’na iltica etmek; lütfunu beklemek; belâ ve musîbetlere sabretmek; verilen ni’metlere kanaat edip şükretmek; rıza ve memnûniyet göstermek, vazîfesidir.
Evet, eğer bir kimsenin hakkı zayi olmuşsa veya hakkı zabtedilmişse, hakkını aramaya i’tiraz hakkı doğar. Hâlbuki mevcûdâtın, Ellah’a karşı hiçbir hakkı yoktur ki; mevcûdat, O’na karşı hakkını arasın. Hem hâşâ Ellah (cc), onların hakkını gasbetmemiş ki; onlar, hakkını taleb etsin. Zira O Mâlikü’l-Mülk’tür. Bütün mevcûdât ise, O’nun mahlûku, mülkü ve abîdidir. Mülk sâhibi, mülkünde istediği gibi tasarruf eder.
Kadere rıza göstermek, kazaya teslim olmakla olmakla mükellefiz. “Hanımım niçin öldü? Belâ ve müsîbete neden giriftar oldum? Niçin fakîr oldum? Oğlum neden sakat kaldı? Kızım neden hasta oldu?” şeklindeki şekvâlar, kader-i İlâhiye i’tirazdır. Kadere i’tiraz eden, rahmetten mahrûm kalır; başını örse vurur, kırar.
Evet celallî bir el, pek çok hikmetler ve maslahatlara mebnî bu âlemi, böyle çalkalandırıyor; tebeddül ve teğayyüre ma’rûz bırakıyor. Hâşâ! O Zat-ı Zülcelâl, insanın hevâ-i nefsine ve cüz’î menfaatine göre şu kâinatta tasarruf etmiyor. Ezelî ilmiyle takdîr buyurduğu mukadderât-ı âlemi, kudretiyle tatbîk sahasına koyuyor. Cenab-ı Hak, göklerin, yerin, insanın ve bütün mevcûdâtın yaradılışında, idâre ve tedbîrinde insanın cüz’î hevesini ve aklını mikyâs ve mîzân tutmadığını, gelecek âyet-i kerîmede ifâde buyurmaktadır:
مَٓا اَشْهَدْتُهُمْ خَلْقَ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ وَلَا خَلْقَ اَنْفُسِهِمْۖ وَمَا كُنْتُ مُتَّخِذَ الْمُضِلّ۪ينَ عَضُدًا
“Ben, onları göklerin ve yerin yaradılışında ve kendi nefislerinin yaradılışında şâhid tutmadım ve ben, insanları idlâl etmekle meşgul olan ehl-i dalâleti yardımcı ittihaz etmedim.”[1]
Hâlık-ı âlem, kudret-i ezeliyesiyle evvelâ Kalem’i yarattı. Kalem’e, mukadderât-ı âlemi yazmasını emreyledi. Kalem, izn-i İlâhi ile kimin hakkında ne yazmışsa, mutlaka vukû bulacaktır ve yaratılan her şey, güzel esmanın nakışları olması hasebiyle güzeldir.مَنْ اٰمَنَ بِالْقَدَرِ اَمِنَ مِنَ الْكَدَرِ sırrınca mukadderât-ı İlâhiyeye teslîm olan ehl-i îmân, kederden kurtulup huzur bulur ve rahmet-i İlâhiyeyi hisseder.
Bizi, tecrübe ve imtihan meydanı olan bu dünyaya getiren birisi, vardır. Kendi kendimize buraya gelmedik. O halde şu kâinatta icrâ olunan faâliyet-i İlâhiyeye i’tiraz sûretinde şekvâ etmeyelim. Vazîfemizi yapıp vazîfe-i İlâhiyeye karışmayalım. Vazîfe-i fıtratımız ise, bizi buraya gönderen Zat’a ibadettir. Yani, emirlerine itaat etmek; nehiylerinden ictinâb eylemek; tekvînen ve teklîfen hükmüne râzı olmak ve teslîmiyet göstermektir. Elbette insan, bu vazîfesini edâ ederken beşeriyet muktezâsı, pek çok zahmet ve sıkıntılarla karşılaşabilir. Ancak zahmet içinde rahmet olduğunu bilmekle, bu sıkıntılardan kurtulabilir.
(Semendel Yayınlarından Kader Risalesi ve Şerhi adlı eserden alınmıştır.)
1 Ali İmran, 3:26-27
[1] Kehf, 18:51.
İsim | |
Eposta ( Sitede görünmeyecek ) | |
Yorum | |
Doğrulama Kodu | |
Gönder |