يَٓا اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا كُتِبَ عَلَيْكُمُ الصِّيَامُ كَمَا كُتِبَ عَلَى الَّذ۪ينَ مِنْ قَبْلِكُمْ لَعَلَّكُمْ تَتَّقُونَ
Cemâat-i Müslimîn!
Bugünkü mev’ızamızda Ramazân-ı Şerîf’teki orucun pek çok hikmetlerinden beşini beyân edeceğiz:
Birincisi: Cenab-ı Hak, yeryüzünü nimetlerinin sofrası suretinde halk etmiş ve bütün ni’metlerini, مِنْ حَيْثُ لَا يَحْتَسِبُ bir tarzda o sofraya dizmekle rubûbiyyet, rahmâniyyet ve rahîmiyyetindeki kemâli, o vaz’iyyetiyle ifâde ediyor. Fakat gaflete dalmış ve esbâba bağlanmış olan ekser insânlar, bu hakìkati tam görmüyor ve ba'zan unutuyorlar. İşte Ramazân-ı Şerîf’te ehl-i îmân, akşama yakın zamânda Sultân-ı Ezelî’nin ziyâfetine da’vet edilmiş ve kendi sofracıklarındaki ni'metlerden istifâde için, “Buyurunuz!” emrini bekliyor gibi kulluğa yakışacak bir vaz’iyyet gösteriyor ve o ni’metlerin hakìkì sâhibi olan Hàlık’larının rahmâniyyetine karşı geniş, büyük ve muntazam bir ubûdiyyetle mukàbele ediyorlar. Bu hakìkati göremeyen ve bu şerefli vaz'iyyete iştirâk edemeyenlere nasıl insân denilir?
İkincisi: Cenab-ı Hak, yeryüzünde nev'-i beşere ihsân ettiği hadsiz, çeşit çeşit ni’metlerine karşılık beşerden şükür istiyor. Halbuki beşer, ni’metlere vâsıta olanlara teşekkür edip ni’metlerin hakìkì sâhibine karşı; “Yâ Rab! Bu kıymetli ni'metlerin hepsi senindir ve benim bunlara ihtiyâcım pek çoktur.” demekte gaflet gösteriyorlar. Ramazan-ı Şerif’teki oruç vasıtasıyla nimetlerin kıymetini anlarlar. İftâr vaktinde de kuru bir ekmeğin kıymetini takdîr ederler. Zengin-fakìr her mü'min, o ni'metlerin hakìkì sâhibi olmadıklarını, onları yemek için hakìkì ni'met sâhibinin müsaade saatinin gelmesini beklemeye mecbûr olduklarını ve Hàlık-ı Rahîm’lerine şükrün lüzûmunu hissederler.
Üçüncüsü: Cenâb-ı Hak, insanları maîşet husûsunda da bir seviyede yaratmamıştır. Kimisini zengin ve kimisini fakìr halk etmiş ki; zenginler, fakìrlere yardım etsinler. İşte zenginler, oruçtaki açlıkla fukarânın açlığını hissedebilirler. Oruç olmazsa, zenginler, fukarânın açlığını ve onlara yardım etmek lâzım geldiğini lâyıkı ile anlayamazlar. Herkes, kendisinden daha fakìrini bulabilir ve ona şefkat göstermesi vazîfesidir. İşte oruç vâsıtası ile fukarâya şefkatle mükellef olduğunu, yardıma mecbûr bulunduğunu anlar.
Dördüncüsü: Ramazân-ı Şerîf’teki oruç, nefsi terbiye eder. Çünkü nefis, kendisini hür ve serbest zanneder. Hadsiz ni’metlerle terbiye olunduğunu düşünmek istemez. Bilhassa serveti ve iktidârı varsa, gafleti de yardım ederse, ni’met-i İlâhiyye’yi yutmaktan başka bir şeyi düşünmez. Halbuki oruç, en zenginden, en fakìre kadar her mü’mine; “Sen, mâlik değil, memlûksun. Hür değil, abd’sin. Emir olunmazsa, en âdî ve rahat şeyi de yapamaz ve elini suya da uzâtamazsın.” dediği için; nefis, terbiyesini takınır, kulluğunu bilir, hakìkì vazîfesinin şükür olduğunu anlar.
Beşincisi: İnsanın nefsi, gafletle kendisini unutur. Ne kadar âciz, fakìr ve kusûrlu olduğunu görmek istemez. Ne kadar zaîf, zevâle ma’rûz, musîbetlere hedef ve çabuk bozulur, dağılır et ve kemikten ibâret olduğunu düşünmez. Âdetâ polatdan vücûdu var. Hiç ölmeyecekmiş gibi dünyâya şiddetli hırs, tamâ’, alâka ve muhabbetle sarılır. Lezzetli ve menfaatli şeylere bağlanır. Kemâl-i şefkatle terbiye eden Hàlık’ı unutur. Hem netîce-i hayâtını ve hayât-ı uhreviyyesini düşünmez, ahlâk-ı seyyie içinde yuvarlanır.
Ramazân-ı Şerîf’teki oruç, en gàfillere za'fını, aczini, fakrını hissettirir. Açlık vâsıtası ile mîdesini düşündürür. Zaîf vücûduna, çürüklüğünü, merhamet ve şefkatine ihtiyâcını anlatır. Eğer gaflet kalbini bozmamışsa, kemâl-i acz ve fakr ile dergâh-ı İlâhîye ilticâya bir arzû hisseder ve bir şükr-ü ma'nevî ile rahmet kapısını çalmağa hazırlanır.
(Semendel Yayınlarından Hitâbât ve Münâcât-ı Hulûsiye adlı eserden alınmıştır.)
İsim | |
Eposta ( Sitede görünmeyecek ) | |
Yorum | |
Doğrulama Kodu | |
Gönder |