عَلَّمَهُ الْبَيَانَ
“Rahman Teala, insana beyanı ta’lim etti.”[1]
Bu ayet-i kerimede geçen اَلْبَيَانَ kelimesinin iki manası vardır:
Birincisi: Nutuk (konuşma) kabiliyetidir. Bu takdirde ayet-i kerimenin manası şöyle olur: “Rahman, insana nutk u beyanı öğretti. Yani ona düşünme, anlama ve anlatma kabiliyetini ihsan buyurdu.”
İkincisi: Yahut ayet-i kerimede geçen اَلْبَيَانَ kelimesinden murad, Kur’an’dır. Zira Kur’an’ın bir ismi de el-Beyan’dır. Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor:
هذَا بَيَانٌ لِلنَّاسِ
“(İşte bu) Kur'ân'ı Kerim, bütün (insanlar için bir beyandır.) Açıklamadır.”[2]
Bu takdirde ayet-i kerimenin manası şöyle olur: “Rahman, insana Kur’an’ın manasını öğretti. Yani erkan-ı imaniye ve esasat-ı İslamiyeyi, hak ile batılı, hayr ile şerri, helal ile haramı kısaca, muhtaç olduğu tekvini ve teklifi bütün mesaili ona ta’lim buyurdu.”
Halk-ı insan nimetinden sonra, en büyük nimet, ta’lim-i nutk u beyandır. İnsanı yarattıktan sonra ona beyanı ta’lim eden, yani ona düşünme, anlama ve anlatma kabiliyetini ihsan eden yine Rahman’dır.
İnsanı zahirî ve batınî aza ve cihazatla halkeden, onu sair hayvanlardan temyiz edecek akıl, düşünce ve lisan ile techiz eden ve o lisanla hasıl olan beyanı, kıraati, kitabeti ve meramını bir başkasına anlatma kabiliyetini ona bahşeden ve vahy-i semaviyi ve ahkam-ı İlahiyeyi ta’lim eden ve o ahkamla insanı teklif altına alan yine O Rahman-ı Zülcemal’dir.
Cenab-ı Hak, bu ayet-i kerimede insana nutk u beyanı ta’lim ettiğini bildiriyor. Bu tahsisin sebebi, akıl nimetinin sadece insanda bulunmasıdır. Cin ve melaike taifesinde şuur mevcuddur. Akıl ise, şuurun daha gelişmiş şeklidir. Bu sebeble cin ve melaike taifesi, insan kadar Kur’an’ın manasını anlayamaz. Ta’lim-i Kur’an’dan nasibleri, insana nisbeten daha azdır.
Kur’an’a اَلْبَيَانَ ünvanını vermek işaret eder ki; Cenab-ı Hak, Kur’an’da nev-i beşerin muhtaç olduğu her şeyi beyan etmiştir.
Evet her şey, Kur’an’da vardır. Çünkü Kur’an, her ne şeyden bahsetse o şeyle külli bir kanunun ucunu gösterip davasını onunla isbat eder. Şayet o şey, bir fennin mevzuu olsa, bununla o fenne işaret ve teşvik eder. Hem o şeyle tekvinî ve teklifî kanunların aynı Zat’tan geldiğini bildirir. Ayrı ayrı gidildiği vakit, yani teklifi kanunlara muhalefet edildiği vakit, tekvini kanunlara karşı da isyan edilmiş olacağından muvaffakiyetin olmayacağına ve muhalefet edenlerin dünyada dahi cezalandırılacağına işaret eder. Eğer Kur’an, bir peygamberin macerasından bahsetse, muhakkak bu macerada herbir ferd-i insandan tâ umum âleme kadar şümulü olan bir kaide-i külliye vardır. Mesela; Kur’an’da çok tekrar ile anlatılan Hazret-i Musa (as) ile Fir’avun’nun maceralarında pek çok kaide-i külliye gösterilmektedir. Mesela; Hazret-i Musa (as)’ın Firavun ve etbaına galebesinden şöyle bir kanun çıkıyor: Hazret-i Musa muhıkk, Firavun ise mubtıldır. Bu misal, külli bir kanunun ucudur ki; muhıkk (vahy-i semaviye tabi olan) galib olacaktır. Mubtıl (vahy-i semaviden i’raz edip heva-i nefsine ve şeytana tabi olan) ise mağlub olacaktır. Bu külli kaideye binaen; her asrın bir Musa’sı ve bir Fir’avun’u vardır. Hatta her muhıkk, bir Musa’dır; her mubtıl, bir Fir’avun’dur. Hem her bir insan dahi yirmi dört saat içinde bazen Musa gibi olur, bazen Fir’avun gibi olur. Hem herbir mü’minde kalb bir Musa, nefs-i emmare ise bir Fir’avun’dur.
Demek Kur’an’da zikredilen peygamberlerin maceraları ve geçmiş ümmetlerin kıssaları, sadece tarihi birer vak’a değil; belki günlük hayatın içinde devamlı tatbik halinde bulunan külli kaidelerin birer ucu, birer ferdi, birer masadakı hükmündedir.
(Semendel Yayınlarından Rahman Suresinin Tefsiri adlı eserden alınmıştır.)
[1] Rahman, 55:4.
[2] Al-i İmran, 3:138.
İsim | |
Eposta ( Sitede görünmeyecek ) | |
Yorum | |
Doğrulama Kodu | |
Gönder |