بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ
اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَم۪ينَ وَ الصَّلاَةُ وَ السَّلاَمُ عَلٰى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَ عَلٰى اٰ لِهِ وَ صَحْبِهِ اَجْمَع۪ينَ
Aziz Ahiret kardeşlerim!
Gayet ehemmiyetli bir mes’eleyi sizlere beyan etmekte fâide mülahaza ediyorum:
Evvela: Üstâd Bediüzzaman (ra) Hazretleri, hayatta iken hiçbir zaman şahsını nazara vermemiş, ferdiyyet, kutbiyyet, gavsiyyet gibi şahsî bir makam ve dava ile ortaya atılmamış; dava, Kur’an ve Sünnet olduğunu nazara vermiş, Risale-i Nur vasıtasıyla bütün peygamberlerin davası olan altı erkan-ı imaniye, beş esasat-ı İslamiye ve usul-i hamseyi delillerle isbat etmiş; Risale-i Nur, Kur’an’ın malı ve manası olduğunu, dolayısıyla miri malı olduğunu beyan buyurmuştur. Şöyle ki:
“Yazılan Sözler, …dava değil, dava içinde bürhandır.”[1]
“Meydan-ı istifadeye vaz'edilen eserler, mîrî malıdır; yani Kur'an-ı Hakîm'in tereşşuhatıdır. Hiç kimse, enesiyle onlara temellük edemez!”[2] “Risale-i Nur benim değil, Kur'ân’ın malıdır; Kur'ân’ın feyzinden gelmiştir.”[3]
“Bâki bir hakikat, fâni şahsiyetler üstüne bina edilmez. Edilse, hakikata zulümdür. Her cihetle kemalde ve devamda bulunan bir vazife, çürümeye ve çürütülmeye maruz ve mübtela şahsiyetlerle bağlanmaz; bağlansa, vazifeye ehemmiyetli zarardır.”[4]
“Hem bunu kat'iyyen ilân ediyorum ki: Risale-i Nur, Kur'an’ın malıdır. Benim ne haddim var ki, sahib olayım; tâ ki kusurlarım ona sirayet etsin. Belki o Nur'un kusurlu bir hâdimi ve o elmas mücevherat dükkânının bir dellâlıyım. Benim karmakarışık vaziyetim ona sirayet edemez, ona dokunamaz. Zâten Risale-i Nur'un bize verdiği ders de, hakikat-ı ihlas ve terk-i enaniyet ve daima kendini kusurlu bilmek ve hodfüruşluk etmemektir. Kendimizi değil, Risale-i Nur'un şahs-ı manevîsini ehl-i imana gösteriyoruz.”[5] “
Üstad Bedîüzzaman (ra) Hazretleri, insanları, kendi şahsına davet etmeyip yalnızca Kur’an’a davet ettiği ve nazarları Kur’an’a çevirdiği gibi; kimseyi yerinde vâris olarak da bırakmamıştır. Zîrâ Risâle-i Nûr, doğrudan doğruya Kur’an-ı Mu’cizu’l-Beyân’ın envâr-ı mânevîyesini gösterdiğinden; yalnızca Kur’an’a bağlıdır. Hiçbir şahsa veya gruba veya cemaate bağlı değildir. Kimse, onu temellük edemez. Gökteki Güneş, yerdeki ışıklara tâbi‘ olamaz. Bediüzzaman Hazretleri şöyle buyuruyor:
“Güneş varken mumların ışığı altına girmeye ihtiyaç yok. Madem Güneşi gösteriyorum, benden mum ışığı -bahusus bende bulunmazsa- istemek manasızdır, lüzumsuzdur.” [6]
Bu meyânda birilerinin kalkıp Kur’ân’ın hakîkatları ki, manevi güneş gibidir, bunları getirip yeryüzündeki bazı eşhâsa bağlamaları yanlıştır. Sesim giderse; bütün insaniyete, bütün Müslümânlara bağırır derim ki: Risâle-i Nûr, dar, cüz’î bir meslek, bir yol değildir. Belki cadde-i kübra-yı Kur’aniyedir. Kur’ân’dan alınmıştır. Kur’ân, bütün insanlara hitab ettiği ve bütün Müslümânların malı olduğu gibi; Kur’an’dan tereşşüh eden Risâle-i Nûr da bütün insanların malıdır. Risâle-i Nûr, Kur’ân’ın hakâikini beyan eden bir tefsîr-i Kur’ân’dır. Bediüzzaman’ın karihasından çıkmış, şahsî bir meslek ve meşreb değildir. Risale-i Nur’da müellifinin şahsî bir görüşü yoktur. O Zat, eserlerinde Kur’ân ve hâdîsi açıklamış; İcma ve Kıyâs’a riâyet etmiştir.
Risale-i Nur, Kevser-i Kur’anîden süzülen bir havuzdur, belki bir denizdir. Menbaı, Arş-ı A'zam'dan inzal buyrulan Kur'an-ı Kerim'dir. Kur’an’ın hayrı, feyzi, bereketi bitip tükenmediği gibi Kur’an’ın malı ve manası olan Risale-i Nur’un da hayrı, feyzi ve bereketi bitmez, tükenmez. Risale-i Nur, tenzîlün min tenzildir, sema-i Kur’anîyeden gelen rahmettir. O rahmet sayesinde günahlardan temizleniriz.
Hem Risâle-i Nûr, bir tarîkat da değildir. Hakikattir, sahabe mesleğinin bir cilvesidir, velayet-i kübradır, sırr-ı veraset-i nübüvvete ve sırr-ı akrebiyete mazhardır, Kur’ân’ın i’câzını ve O’nun beyân buyurduğu hakaiki isbât eden bürhânlı bir tefsîridir. Üstad Hazretleri şöyle buyuruyor:
“Risale-i Nur mesleği, tarîkat değil, hakikattır; sahabe mesleğinin bir cilvesidir. Bu zaman, tarîkat zamanı değil, imanı kurtarmak zamanıdır.”[7]
Üstad Bediüzzaman (ra) Hazretleri, Kur’ân-ı Âzîmü’ş-Şânın müfessiridir, dellalıdır. O Zat, ümmet-i Muhammediye (asm)’a cadde-i kübra-yı Kur’aniyeyi göstermiştir. Kur’an’a, hâşâ perde ve vekil değil, âyine olmuş ve konuyla alakalı olarak şöyle buyurmuştur:
“Benim şahsımdan bir himmet beklemeyiniz ve şahsımı mübarek tanımayınız. Ben makam sahibi değilim. Âdi bir neferin müşir makamının evamirini tebliği gibi, ben de manevî bir müşiriyet makamının evamirini tebliğ ediyorum. Hem müflis bir adamın, gayet kıymetdar ve zengin elmas ve mücevherat dükkânının dellâlı olduğu gibi; ben dahi, mukaddes ve Kur'anî bir dükkânın dellâlıyım.”[8]
"Zaman, şahıs zamanı değil, şahs-ı manevî zamanıdır. Risâle-i Nur'da şahıs yok, şahs-ı manevî var. Ben bir hiçim; Risâle-i Nur, Kur'anın malıdır, Kur'ân’dan süzülmüştür. Şeref ve hüsün Kur'anındır. Şahsımla, Risâle-i Nur iltibas edilmiş. Meziyet, Risâle-i Nur'a aittir.” [9]
“Cenab-ı Hák, merhametkârane inayetini benim hakkımda böyle göstermiş ki; en edna bir nefer gibi bu şahsımı en âlî ve has bir mürşid hükmünde olan esrar-ı Kur'aniyede istihdam ediyor. Yüz bin şükür olsun. Nefis cümleden edna, Vazife cümleden a'lâ”[10]
Görüldüğü üzere Üstad Bediüzzaman Hazretleri, kendisini müşiriyet makamının sahibi değil; o makamın emirlerini tebliğ eden neferi olarak görüyor. Vazifenin cümleden a’la olduğunu söylerken, nefsinin ve beşerî şahsiyetinin, o makamın sahibi olmadığını ifade ediyor. Çünkü makam sahibi, Resul-i Ekrem (sav)’dir ve Kur’an-ı Hakîm’dir.
Evet Üstâdımız, Kur’an’ın hâdimidir. O Zat, hizmetçiliği kabul etmiş, kendisine böyle bir makam vermiştir. Risâle-i Nûr talebelerinin en yüksek makam ve mertebesi de hizmetçiliktir. Kur’ân’ın, o müşiriyet makamının hizmetçiliğidir. Risâle-i Nur talebeleri, talebe-i ulûm-u diniyyedirler ve Kur’an’ın hadimleridirler. Bunun dışında Risale-i Nur mesleğinde makâm ve makâmât yoktur. Gavs, kutub gibi ünvanlar yoktur. Üstad Hazretleri şöyle buyuruyor:
“Risale-i Nur'un hakikî şakirdleri hizmet-i imaniyeyi her şeyin fevkinde görür, kutbiyet de verilse ihlas için hizmetkârlığı tercih eder.”[11]
Hiçbir asır, velisiz olmaz. Her asırda Ellah’ın velileri vardır. “Peki, kimdir?” diye sual edilirse; cevaben Üstadımızın dediği gibi deriz: “Cenab-ı Hakîm-i Mutlak, …makbul velisini, insanlar içinde saklamış.”[12] Velilik, sırr-ı Rabbanîdir. Ellâh’tan başka gerçek ma’nâda Ellah’ın velisi kim olduğunu bilen yoktur. Bir insan, “Ben veliyim” derse, bu alamet-i sukuttur, alamet-i gururdur. Veli olmadığı halde “Ben veliyim.” diyen bir insan, Ellah’a iftira eder. Ellah’a iftira edenden daha zalim kim olabilir?
Hülasa: Üstadımız kendisini bir makam sahibi olarak görmemiş, manevî müşiriyet makamının evâmirini tebliğ eden bir neferi olarak kabul etmiş, kendisinden sonra da hiçbir kimseyi varis olarak bırakmamıştır.
Sâniyen: Üstâd Bedîüzzaman (ra) Hazretleri gibi, Hacı Hulûsî Bey (ra) da şahsî bir davada bulunmamış, Üstad’ın vârisi olduğunu dava etmemiş, vefâtından sonra, yerine kimseyi vâris bırakmamış, Risâle-i Nûr’u, kâfî ve vâfî görmüş, kendi yerinde Risâle-i Nûr’u bırakmıştır. Zîrâ Risâle-i Nûr mesleğinde, postnişinlik yoktur. Konuyla alâkalı Hacı Hulûsî Bey’den sorulan suâlleri ve O Zât’ın verdiği cevâbları, aynen naklediyoruz:
“Sual: Varisleriniz kimlerdir?
Cevab: Dinlenecek söz, Kur’an’dır ve O’nun sırr-ı i’cazını beyan eden Nurlar’dır. Şahsiyyet-i maneviyyeye aid olan hüsn-ü zanlar, herhangi bir şahsa mal edilemez. İhlâs Dersi ve düsturları, bu hususta kimseden bir şey öğrenmeye ihtiyaç bırakmayacak kadar açıktır. Biz Ellah’a hamd olsun, Kur’an’ın şakirdiyiz. Şahsiyyet-i maneviyye haline gelen ihlâslı kardeşlerde tefanilik vardır. Birisi ölürse, kalan ruhlar hizmete devam ederler. Varis, işte o şahsiyyet-i maneviyyedir. Bu fakire, o şahsiyet-i maneviyye içinde bildiğiniz cüz’i izahları yapmak, ihtiyar ve iktidarım olmadığı halde ihsan buyrulmuştur.
Sûre-i Hicr’in 9. ayetinde;
اِنَّا نَحْنُ نَزَّلْنَا الذِّكْرَ وَاِنَّا لَهُ لَحَافِظُونَ
“Biz Kur’an’ı inzal ettik. O’nu tebdil ve tahriften hıfz edicilerdeniz.”
Ve Sûre-i Saff’ın 8. ayetinde;
يُر۪يدُونَ لِيُطْفِؤُ۫ا نُورَ اللّٰهِ بِاَفْوَاهِهِمْ وَاللّٰهُ مُتِمُّ نُورِه۪ وَلَوْ كَرِهَ الْكَافِرُونَ
“Onlar kasdederlerdi ki, Ellah’ın nurunu söndüreler. Ellahu Teâlâ nurunu her zaman i’la ve i’lan edecektir. Her ne kadar kâfirler kerih görürlerse dahi.”
Bu iki ayetin hükümlerince, elbette Kur’an derslerinin izah edicilerini de halketmek, Ellah’a ait vazifedir. Ellah’ın rahmetinin devam edeceğine inanıyoruz.” [13]
*****
Sual: Üstad’ın varisleri kimlerdir?
Cevâb: Vârisler, hastalığı zamânında hayatta bulunup sünnet olan vasiyyeti yerine getirecek zâtlardır. Üstâd Hazretleri, bir tarîkatın pîri değildir ki; postnişînlik vazîfesini birine veyâ bir zümreye aralarında birini seçmek üzere bıraktığı, vâris yaptığı düşünülebilinsin. Bu bâbta bir şûrâ da düşünülemez. Hem bir hadîs-i şerîf ile sâbit olan her yüz başında bu ümmete Cenâb-ı Hak, îmânlarını tecdîd için bir müceddid göndermesi husûsunun onun bir ferdi, bu asırda Risâle-i Nûr’dur diyen Üstâd’ımızdır.”
“Nur’un mesleği, tarîkat değildir ki; bir babaya lüzûm görülsün ve bir postnişîne ihtiyâç olsun.”[14]
Hülasa: Hacı Hulûsî Bey (ra), vârislik davasında bulunmamış, aynen Üstâd Bedîüzzaman (ra) Hazretleri gibi vefâtından sonra yerine kimseyi vâris bırakmamış, sadece Hadimu’l-Kur’ân sıfatıyla yaşamış ve dâr-ı bekâya irtihâl etmiştir.
Sâlisen: Hâdimü’l-Kur’ân olan bu abd-i âcizin de gavsiyet, kutbiyyet, müceddidiyet, mehdiyyet, velayet gibi bir davası yoktur. Ben, Kur’ân’ın hâdimliği ile iftihâr eden bir abd-i âcizim. Şâhid olun ki; ben, mahkeme-i kübra-i haşriyede başta enbiya, asfiya ve evliya taifesinin, bu asırda da Kur’an-ı Hakîm’in hakikatinin hadimi olan Üstad Hazretleri’nin ve O’nun cemaat-i nuraniyesinin yanında bir çöp olarak bulunmayı tercih edenlerdenim. Hacı Hulûsi Bey’e defaatle şöyle demişim:
“Efendim! Beni buraya bir çöp olarak kabûl buyurursanız, yeterlidir. Bu hizmet içinde bir çöp olarak kabûl buyurulmam, medâr-ı iftihárımdır.”
Ben, Hacı Hulusi Bey’in halifesi ve vârisi değilim. Hacı Hulusi Bey de Üstad’ın halifesi ve vârisi değildi. Üstad, post-nişinliği O Zat’a vermediği gibi; O Zat da post-nişinliği bana vermemiştir. Ben, kimsenin vârisi olmadığım gibi kimseyi de yerime vâris tayin etmiş değilim. Ben, post-nişinliği kimseden almadığım gibi kimseye de post-nişinliği veremem. İşitiyorum, sıkça soruyorlar: Molla Muhammed vefatından sonra yerine kimi bırakacak? Ben, bu hizmette ilk günden beri kendimi bir çöp olarak kabul etmişim. Ben, şahsî bir makam ve dava sahibi değilim ki; yerime birini veya birilerini tayin edeyim. Davam, bütün peygamberlerin, hususan İbrahim (as) ile Muhammed-i Arabî (asm)’ın davasıdır. Davam, Kur’an’dır, Sünnet’tir. Bu davanın sahiblerini de Ellah seçer. Ulema-i ilm-i hakikatin ilmi, meksube değil, mevhibedir.
Risale-i Nur, dellaldır. Hepimiz, hâdimiz. Kim, Kur’an-ı Azimu’ş-Şan’ı, Arş-ı A’zam’dan inzal buyurmuşsa, Kur’an’ın hakikatinden gelen bu nurlu eserleri de Müellifine O ilham etmiştir. Kim Kur’an ve hadisi ve bu zamanda Kur’an ve hadisin iman cihetinde bir müfessiri olan Risale-i Nur’u göndermişse, bu davanın dellal ve hadimlerini de O seçer, O gönderir. Benim seçmemle olmaz ki. Peygamberleri Ellah seçtiği gibi İmam Şafii, İmam Hanefi, Şah-ı Geylani, Şah-ı Nakşibendi, İmam Gazali, İmam Rabbani, Üstad Bediüzzaman gibi Kur’an’ın hâdimlerini de Ellah seçer.
İlk Peygamber Adem (as) zamanından son peygamber Hazret-i Muhammed (asm)’a, asr-ı saadetten kıyamete kadar cârî olan kanun-u İlahî budur. Ben, bu işi kimseden devr almadım, kimseye devretmeye de selâhiyetim yoktur. Cenab-ı Hak bir kimse hakkında bir makam takdir etmişse, buna engel olacak da yoktur. Biz, mahza lütf-u İlahi ile cezb u cazibe denilen bir hakikatle celb olunup bu imanî ve Kur’anî derslere getiriliyoruz. Risale-i Nur mesleği, cezb u cazibedir. Bir kuvve-i maneviye, gayr-ı İhtiyari bizde tasarruf eder. Cezb u cazibe denilen o hakikatin etrafında salevat-ı şerife vasıtasıyla hepimizi pervane gibi çeviren bir kuvvet var. O kuvvet benim değil, hiç kimsenin değil. Bir şahs-ı manevinin gücüdür. O şahs-ı manevîden murâd, Kitâb ve Sünnet’in hakîkatidir. Başta Hakîkat-i Muhammediyye (asm) olmak üzere bütün peygamberân-ı izâmın hakîkatidir. Dolayısıyla bu nûrânî şahs-ı ma‘nevînin mümessilleri, başta Resûl-i Ekrem (sav) olmak üzere bütün peygamberlerdir. Bizler ise, ümmet-i Muhammediyye (asm)’ı sâhil-i selâmete çıkaran bir sefîne-i Rabbâniye’de çalışan hademeleriz. O geminin kaptanı ise, Resûl-i Ekrem (sav)’dir. Öyleyse hiç kimsenin şahsiyetiyle, enesiyle bu işe sahib çıkmaya hakkı yoktur. Ben bu hizmette bir çöp olarak bulunuyorum. Kendini çöp olarak kabul eden gelsin meydâne. Hacı Hulûsí Bey, bir gün bana şöyle buyurdu:
“Molla! El-hazer. El-hazer. Merkeziyyet hâlinden çok hazer et. Merciiyyet makamından kendini muhâfaza et.”
Bizim şahsi hiçbir davamız yoktur. Dava, Muhammed-i Arabî (asm)’ındır. Bütün peygamberler namına umum nev-i beşeri Ellah’a iman ve ibadete davet eder. Dava, Kur’an’ındır. Biz, sadece hâdimiz. Biz, Kevser-i Kur’anîden süzülen Risale-i Nur Mesleği denilen havzın içine enemizi atıp eritmekle mükellefiz. Üstad Hazretleri şöyle buyuruyor:
“Evet bahtiyar odur ki; kevser-i Kur'anîden süzülen tatlı, büyük bir havuzu kazanmak için, bir buz parçası nev'indeki şahsiyetini ve enaniyetini o havuz içine atıp eritendir.”[15]
Kur’an, manevî bir güneştir. Ellah’ın kelamı olması hasebiyle zaman ve mekânla mukayyed değildir. Risale-i Nur da o güneşten gelen şuaat ve lemaattır. O’nun manası da zaman ve mekânla mukayyed değildir. Biz işte böyle bir nura bağlıyız, zaman ve mekânla mukayyed olan eşhasa değil. Günah, naks, kusur, acz, fakr, cehl gibi ademiyat bizimdir, füyuzat ve berekat Ellah’ındır. Cürm u hata bizimdir. Afv u gufran O’nundur. Ben, bu durus-u Kur’aniyeyi hilafet yoluyla herhangi bir şahıstan almamışım ki hilafet yoluyla başkalarına vereyim. Bu dersler, envar-ı Kur’aniyedir. Bu nurlar, inhisar altına alınamaz.
Bu mesleğimizde postnişinlik yoktur. Böyle bir davaya kapılanlar, hep zarar gördü ve görüyor. Öyleyse böyle bir sevdadan vazgeçin. Bu nevi balapervazane davalara, şatahata kapılmayın, yanlışlara düşmeyin. “Nefis cümleden edna, Vazife cümleden a'lâ”[16] düsturuna riayet edin. Evliyalardan ferdiyet, gavsiyet, kutbiyet gibi bazı makamat sudûr etmiştir. Bizim mesleğimiz, sahabe mesleği olduğundan bu nevi makamat yoktur. Sahabe bu nevi makamat davasında bulunmadıkları gibi bizim de böyle bir davada bulunmamamız lâzım ve elzemdir. Şahsiyetçilikten vazgeçelim. Bir şahs-ı manevi haline gelelim ki, rıza-yı Rabbanîye ve mağfiret-i İlahiyeye nail olalım.
Cenab-ı Hak, hepimize meslek-i sahabeyi nasib etsin, bizleri davaya sapanlardan eylemesin. Âmin.
Duanıza muhtaç Hâdimu’l-Kur’an
Muhammed DOĞAN
[1] Mektûbât, 28. Mektûb, 7. Risâle Olan 7. Mes’ele, s. 376.
[2] Mektûbât, 29. Mektûb, 6. Risâle olan 6. Kısım, 5. Desîse-i Şeytâniyye, s. 425.
[4] Emirdağ Lahikası I, s. 70.
[5] Emirdâğ Lâhikası I, s. 49.
[6] Mektûbât, 28. Mektûb, 3. Mes'ele olan 3. Risâle, s. 358.
[7] Emirdâğ Lâhikası I, s. 67.
[8] Mektûbât, 28. Mektûb, 3. Mes'ele olan 3. Risâle, s. 354.
[9] Târîhçe-i Hayât, s. 699.
[10] Şualar, 14. Şuá‘, s. 433.
[11] Kastamonu Lâhikası, s. 251.
[12] Sözler, 24. Söz, 3. Dal, 8. Asıl, s. 342-343.
[13] Mektubât-ı Hulûsiyye, 1. Cilt
[14] Mektubât-ı Hulûsiyye, 1. Cilt
[15] Lem’alar, 21. Lem’a, 4. Düsturunuz, s. 166.
[16] Şualar, 14. Şuá‘, s. 433.
İsim | |
Eposta ( Sitede görünmeyecek ) | |
Yorum | |
Doğrulama Kodu | |
Gönder |