Azîz ve Muhterem Kardeşim!
Yine bir mektûbunuzu aldım. İki esâslı mes’ele ile fikren çok meşgûl olduğunuz belli. Sizin gibi ba’zı zâtlar, Mübârek Üstâd’a mektûb yazarlar. O da mütemâdiyen; “Benden elimden gelmeyen himmeti istiyorlar.” diye cevâb verirdi. Biz kendimize, aldığımız derse binâen üç cihetle bakacağız:
Birisi: Şahsîyetimiz. Onu ne kadar kötü görsek câizdir. Fakat, hakkımızdaki inâyet ve rahmeti inkâr etmemek, لاَ تَقْنَطُوا fermanına bakarak ye’se düşmemek de şarttır.
İkincisi: İbâdetteki şahsîyetimiz. Orada da herkesten ziyâde kendimizi kusurlu ve ibâdetimizi o huzûra lâyık görmemek îcâb eder. Fakat namazın hakìkati, mahzâ lütûf olarak bir neferin, pâdişâhın huzûruna kabûlü demek olduğunu ve büyük bir velî gibi, karınca kaderince namazın hakìkatinden bir hissemiz bulunduğunu, Yirmi Birinci Ders’e bakarak اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ demek de şarttır.
Üçüncüsü: Hizmet-i îmâniye ve Kur’âniyye’deki şahsîyetimiz. Burada da enemiz yok. Umûm mübârek hâdimleri berâber düşünüp, bir şahsîyyet-i ma’nevîyyemiz bulunduğunu hatırlamak, şahsîyyet ve enâniyyetimizi buz parçası telâkkî edip, o havz-ı ma’nevîye atıp, eritmemiz lâzım gelir.
Hem sizin için, hem bizim için Erhamü’r-râhimîn’den niyâz ediyoruz ki; şâkirler zümresine ilhâk buyursun. Bugüne kadar, mahzâ lütûf ve kerem olarak hidâyetine lâyık gördüğünü unutturmadan, dâimâ “Yâ Erhame’r-râhimîn! Hâdî isminin tecellîsinden bizleri her zamân nasîbdâr eyle! Âmîn.” demeye muvaffâk eyleye. Âmîn.
Kànûn-i Evvel 3
Âhiret Kardeşiniz, Muhlisiniz
***
Muhterem Efendim!
Gàyet acîb bir mes’eleyi istişare mahiyetinde bana yazıyorsun.
Evvelâ: Size şunu tavsiye ederim ki; uhdesinden gelinemeyecek şeylerle meşgûl olmaya lüzûm yoktur. Islah-ı âlem, ancak irade-i İlâhiyye ile mümkündür. Nitekim Üstâd-ı Muhterem (ra); “Ben de âlemin ıslahını arzu ediyorum. Dua ediyorum. Fakat irade edemiyorum.” buyuruyor.
Saniyen: En kolay iş, nefsimizin ıslahı iken ona bile muvaffak olamıyoruz. Bu derdin çâresi, emrolunduğu gibi istikamet etmek için sa’y etmek, İlahî icrâata karışmamak, tevfîk ve mededi yalnız Ellah’tan beklemektir, kanâatindeyim. Beşere hidâyet nurunu getiren Peygamber-i Zişan (asm), o nur ile Arz’ın sekenesinin yarısını şirkten kurtarmış, beşte birini de hidâyete erişmeye vesile olmuştur. Fakat ümmeti yetmiş üç fırkaya inkısam edeceğini, bunlardan yalnız bir fırkanın ehl-i saâdet olacağını da haber vermiştir. Bu haber, tahakkuk etmiştir. Bu zamânın adını da kendileri koymuş, “fesad-ı ümmet zamânı” buyurmuş, çâreyi, devâyı da emir ve tavsiye etmiştir. Bizler, bu mariz asırda ve fesad-ı ümmet zamânında lillahi’l-hamd mahza lütf u ihsan-ı İlahî olarak en makbûl bir hizmetle taltîf edilmişiz. Bu hizmetin hâdimlerine ihlas düsturları ile de tefrikalara düşmemek imkanı verilmiş. İhlası bırakanlar zarara uğrarlar, uğruyorlar ve uğrayacaklardır. O gibilere acıyarak hayr duâ eylemeliyiz. Bu kudsi hizmette neticeyi düşünmeden tek başımıza da kalsak, emrolunduğu gibi harekete ikdam eylemek ve meded-i Bari’yi niyaz eylemek zaruridir. Biz, ihlas kuvvetini küçük görenlerden değiliz. Şahsîyet-i ma’nevîyye, bu hizmetin ihlaslı ve devâmlı şakirdleri zümresindedir. Ellah, ihlaslı hizmete sebat ile devâm tevfîk ve teysîr buyursun. Âmîn.
“Ey derde derman isteyen! Yetmez mi dert derman sana” diyen zât gibi biz de; “Ey bu asrın ma’nevî elemîni nefsine çektiren kardeş! Yetmez mi Kur’ân ve îmân hizmeti sana?” diyerek لاَ تَقْنَطوُا مِنْ رَحْمَةِ اللّٰهِ ile yazıma son veriyorum.
Âciz ve Pür-kusûr Bir Abd-i Müznib
el-Ma’lûm Dâîniz
***
Sorduğunuz Sualler ve Cevabları:
Birinci Sualiniz: “Kat'iyyen bil ki: Hilkatin en yüksek gayesi ve fıtratın en yüce neticesi iman-ı billahtır. Ve insaniyetin en âlî mertebesi ve beşeriyetin en büyük makamı, iman-ı billah içindeki marifetullahtır. Cinn ü insin en parlak saadeti ve en tatlı nimeti, o marifetullah içindeki muhabbetullahtır. Ve ruh-u beşer için en hâlis sürur ve kalb-i insan için en safi sevinç, o muhabbetullah içindeki lezzet-i ruhaniyedir.”[2] cümlelerinde geçen iman-ı billah, marifetullah, muhabbetullah ve lezzet-i ruhaniyenin tarifi?
Elcevab: Evvela: Lügat’ta marifetullah ile münasebetli “Arif, arif-i billah, irfan, marifet ve marifetullah”ın manalarını anlamak lazımdır.
Saniyen: Cenab-ı Hak, Kur’an-ı Kerim’de Sûre-i Zariyat’ın 56. ayetinde
“Ben cin ve insi halkettim ki; ancak bana ibadet edip, beni bileler ve Hallakiyetim ve Vahdaniyetim onlarla ma’lûm ola.” buyruluyor. Bazı zevat, لِيَعْبُدُنِ için لِيَعْرِفُونَ ma’nasını veriyorlar. Öyle ise marifetullah, muhabbetullah, lezzet-i ruhaniye sualin cevabı, bu ayet-i kerimenin tefsirindedir, diyebiliriz.
Salisen: “Hilkatin en yüksek gayesi ve fıtratın en yüce neticesi iman-ı billahdır.” cümlesi, yukarıdaki ayetin delaleti ile cin ve insin yaratılmasındaki gaye ve neticenin iman-ı billâh, yani kulların Mabud’larını halıkıyyet ve vahdaniyet san’atlariyle bildiklerine delalet eden, Mabud’larına ibadet etmeleridir. Bu iman, taklid derecesindedir, yakîne ermemiştir.
Rabian: “İnsaniyyetin en ali mertebesi ve beşerin en yüksek makamı iman-ı billah içindeki marifetullahdır.” Öyle ise marifetullah, Ellah’a imanın içinde olduğuna göre, “Bunu nasıl arayalım ve neresinde bulalım?” suali hatıra geliyor.
Bu Suale Cevab: Ellah’ın Zat’ını; vücud, kıdem, beka, vahdaniyet, muhalefetünli’l-havadis, kıyam binefsihi sıfatları ile bilebiliriz.
Vücud: Ellah, vardır. Varlığı, yarattığı şeylerin varlığına benzemez.
Kıdem: Ellah’ın varlığının evveli yoktur.
Bekâ: Ellah’ın varlığının ahiri yoktur.
Vahdâniyyet: Ellah, birdir. Ondan başka ibadet olunmağa layık kimse yoktur.
Muhalefetün li’l-havadis: Ellah, dünyada gördüğümüz, bildiğimiz şeylerden hiç birisine benzemez ve yarattığı şeylerden hiç biri, kendisine vücudda ve ilimde benzetilemez.
Kıyam bi nefsihi: Ellah bizim gibi duracak yere muhtaç değildir. Her yerde hazır ve nazırdır.
Sıfat-ı Subutiye de sekizdir.
1- Hayat: Ellah, kendi diriliği ile diridir. O’nun için ölüm yoktur.
2- İlim: Ellah, her şeyi bilir. Göklerde ve yerde gizli, aşikâr, olmuş ve olacak, gelmiş ve gelecekleri, hatıra gelenleri, dil ile söylenenleri bilir. Bilmediği hiçbir şey yoktur.
3- Sem’: Ellah, her şeyi işiticidir. Gizli ve aşikâr her sesi, kendi kadîm işitmesi ile işitir. İşitmediği hiçbir şey yoktur.
4- Basar: Ellah, her şeyi görür. Karanlık gecede, kara taş üzerinde kara karıncanın yürüdüğünü görür.
5- İrade: Ellah, dileyicidir. Dünyada ve ahirette olmuş ve olacak her şey, O’nun dilemesiyle hâsıl olmuştur. O, dilediğini yapar. Yaptığından sual olunmaz. Ellah dilemezse, küçük bir sinek, kanadını oynatamaz.
6- Kudret: Ellah’ın her şeye gücü yeter, ölüyü diriltir. Taşı, ağacı söyletir ve yürütür. Bütün dünyayı bir anda yok edip, tekrar var etmeye gücü yeter. En ufak bir şeyi ve bütün âlemi yaratması, O’nun kudretine birdir.
7- Kelâm: Ellah, söyleyicidir. Peygamberlere gönderdiği kitabların hepsi, kendi kelamıdır.
8- Tekvin: Ellah, yaratıcıdır. Her şeyi yaratan O’dur.
İşte bu sıfatlar, daima tecelli etmekte olduğu gibi; Cenab-ı Hakk’ın esma-i hüsnası da daima tecellîdedir. Bu tecellîler, hem âlemde, hem nefsimizde görülebilir. Öyle ise görmek için bakmak lazım olduğu gibi; daima tahavvül ve tebeddül eden şeylerin tahavvülat ve tebeddülatını İlahî esma ve sıfatın tebdiline bağlamak ve böyle düşünüp görmek için bakışlar, ibretle, ma’na-yı harfî ile olup her şeyin Halık’ı, Malik’i, Sanii Ellah olduğuna tekrarla inanıp, imanını taklidden kurtararak ilme’l-yakîne ulaştırmakla, marifetullah bulunur ve bilinir.
Hamisen: “Cin ve insin en parlak saadeti, en tatlı nimeti, o marifetullah içindeki muhabbetullahdır.” Yani, her şeyi en güzel bir surette yarattığını ve bütün mahlûkat ve masnûatı hikmetli olup, asla abes, faidesiz ve boş olmadığını anlayarak, kendisinin ve her şeyin Halık’ını sevmek; yani O Halık’ın sevdiği Zat’a benzemek ile Ellah’ı sevdiğini bilfiil göstermek, bu da iman etmek ve a’mal-i salihada bulunmak, yani imanını ayne’l-yakin mertebesine yükseltmekle, muhabbetullaha ermekle elde edilir.
Sadisen: “Ruh-u beşer için en halis sürur ve kalb-i insan için en safi sevinç o muhabbetullah içindeki lezzet-i ruhaniyedir.” Yani, Ellah’a imanını taklidden kurtarıp marifetullaha ve muhabbetullaha yetiştirdikten sonra, o muhabbetullahın verdiği lezzeti ve zevki ruhen ve manen hissetmektir ki; bu lezzet ve zevki, sözle ve yazı ile hakkiyle beyan etmek mümkün değildir. Ellah’ın rızasından başka bir gaye gözetilemeyen bu ihlâslı amelin neticesi, imanın hakke’l-yakin mertebesine ulaşması ile tarif olunabilir.
İkinci Sualiniz: “İman tevhidi, tevhid teslimi, teslim tevekkülü, tevekkül saadet-i dareyni iktiza eder.”[3] cümlesinin izahı.
Elcevab: İman, tevhidi iktiza eder. Çünki insan, kesrete mübteladır ve esbaba bağlıdır. Bu ibtila ve bağlılık, insanı kesrette boğulmaya, esbaba rablık istinad edecek dereceye kadar götürmemelidir. Zira iman, Ellah’ın zatında, sıfatında, esmasında ve ef’alinde şirki ve iştiraki reddeder. Cenab-ı Hak, izzetini muhafaza ve kullarını imtihan için esbabı ve kesreti icraatına perde etmiştir. Mesela:
1- Arzı baharda ihya eden Ellah’dır, bahar değildir.
2- Valideyi yavrusuna şefkatle bağlayan, İlahî rahmettir, valide değildir.
3- Ekmeği rızka muhtaç insana yetiştiren; ekinci, değirmenci, fırıncı değil, Rezzâk-ı Hakîkî olan Ellah’dır.
4- Ölmüş ağacı dirilten, çiçek, yaprak ve meyvelerle süsleyen, elleri demek olan dallarını güzel meyve nimetleriyle doldurup insanlara; “Buyurun, afiyet olsun.” ma’nasında uzatan; ne bahardır, ne bahçecidir, ne ağaçtır, ne topraktır, ne sudur, ne hararettir ve ne de Güneş’tir. Bunların hepsinin Halık’ı olan Mün’im-i Hakîkî ancak Ellah’dır. İşte mü’min, böylelikle Rabbini tevhid etmiş olur.
“Tevhid teslimi iktiza eder.” Çünki madem ki; Ellah, birdir. Zahirde hoşumuza gitmeyen, gözümüze çirkin görünen işler ve şeylerin Ellah’ın emir ve iradesiyle zuhura geldiğini ve O Zat-ı Zülcelal’in her işi hikmetli, her mahlûku en güzel bir sûrette halk ve icad edilmiştir. Öyle ise mü’min; “Ellah’ın her yarattığı hikmetlidir. İşlerinde abes yoktur. Her icraatı, zahirde çirkin görünseler de hakikatta hoştur, güzeldir.” der. “Baharın hoşa gitmeyen sert rüzgarı, sağanak yağmuru, kışın ölmüş arzın yüzünü peçeleyen beyaz ve soğuk kar perdesi altında, gayet güzel ve latîf lütuflar ve merhametler olduğunu görüyorum. Öyle iman, tevhid dairesindeki müşahedem; Rabbimin tasarrufatını bana hikmetli ve rahmetli olarak gösteriyor. Ben de kabul ve teslim ediyorum.” diyerek imandaki tevhidi ile teslime gider. Demek ki; hakiki tevhid, teslimi iktiza ediyor.
İşte tevhidi, teslimi, şu izahata göre anlayan mü’min, O Zat-ı Vacibu’l-Vücud’un rahmaniyyetine, yani rezzakiyyetine ve rahîmiyyetine, yani Erhamürrahimin olduğuna, hülasa; bütün esmanın tecelliyatının hak olduğuna, hakke’l-yakîn mertebesinde iman ettiğini, esbaba tevessül ettikten sonra neticeyi Ellah’a terk etmek ile iman, tevhîd ve teslîmin tevekkülü iktiza ettiğini bilfiil gösterir. Böylelikle bu âlemde endişelerden sâlim olarak hayatını geçirir. Kabir ve berzah âleminde lütfa intizaren, rahatla telezzüz eder ve İsrafil Aleyhissselam’ın emr-i ilahi ile ikinci “Kalk!” borusu ile kabrinden kalkar, fadl-ı İlahi ile Cennet’e uçar. Bu suretle iman tevhidi, tevhid teslimi, teslim tevekkülü ve tevekkül de saadet-i dareyni iktiza ettiğini, hayatının dünyevî, berzahî ve uhrevî safhalarında göstermiş olur.
Muhibb-i Muhlisiniz
***
Muhterem Kardeşim!
21.01.1976 tarihli mektubunuzu, dün 26.01.1976 günü aldım. Daima şikâyetçisiniz.
Kardeşim;
Bizim hakkımız şekva değil, şükürdür. Bunu çok iyi bildiğiniz halde, neden şekvayı bırakmıyorsunuz? Anlayamıyorum. Bilirsiniz, belanın en şiddetlisi, peygamberlere gelişinin bir sebebi de, bu ibtila âleminde bize de onların ibtilalarına benzerleri gelirse, o hususta o büyük zatlara iktida edip, sabır göstermekliğimiz içindir.
Bu fakir kardeşinizin ne makamı var ve ne de böyle bir sevdası ve arzusu var. Hâdim-i Kur’an ve îmân olmak şerefi, o kadar âli ki, böyle şeyleri düşündürmüyor bile. İhtiyar bir din kardeşiniz olarak, bildiğiniz hâdimlerle, umum ehl-i imanla dualarda bulunuyoruz. Siz sabra, biz de hayr duaya devam edeceğiz. Tesellimiz ve ümidimiz böyledir. اَنَا عِنْدَ ظَنِّ عَبْد۪ي ب۪ي hadisi muktezasınca, biz Rabbimizi, Rahîm, Kerîm, Ğafûr, Latîf gibi esması ile biliyoruz. Ve öyle bulmak için bu kanaatte sebat edeceğiz. Şekva değil, hâli beyan için diyorum. Kurban Bayramı arefesinden beri grip denilen bir hastalıktan kurtulamadım. Başka husûsî imtihan ve ibtilalar da varsa da şekvaya girmiyorum. Biz size dua ediyoruz. Siz de bize dua buyurunuz. Ellahu Zülcemal ve’l-Kemal Hazretleri, korktuklarımızdan emin ve umduklarımıza nail etsin. Her türlü şerlerden ve şerlilerin şerlerinden cümlemizi hıfz eylesin. Âmîn.
Umum din kardeşlerimize hayr dualar eder. Onlardan da hayr dua rica ederiz.
27.01.1976
İbrahim Hulûsî
***
Muhterem Kardeşim!
Mektûbunuzdan ve başınızdaki musîbetten müteessir oldum. An karibü’z-zamân bu dünyevî gâilenizin def’ olmasını, içinde bulunduğumuz şuhur-u selase hürmetine eltaf-ı İlâhiyyeden temenni ve niyaz ederim.
Dünyâya ait musîbetler madem sevap verir, geçerler. Onlara karşı sabır içinde şükür ile, metanetle mukabele eylemek gerek olduğu Üstâd’ımızın bir tavsiyesidir. Size de aynı tavsiyeyi bildiriyorum. Bizim duâlarımızda muhakkak dâhilsiniz. Bizden hayr duâ, sizden şükür ve metanet ile saat-i icabeye intizardan başka çâre yoktur.
Hem madem, مَنْ اٰمَنَ بِا لْقَدَرِ اَمِنَ مِنَ الْكَدَرِ vesilemizdir. Meraka değmez. Ellah sabırlar versin, metânetler ihsân etsin. Madem Ellah var, gam yok.
8 Recep 1400
İhtiyar, Uhrevi Kardeşiniz
İbrahim Hulûsî
***
Sual: Varisleriniz kimlerdir?
Cevab: Dinlenecek söz, Kur’an’dır ve O’nun sırr-ı i’cazını beyan eden Nurlar’dır. Şahsiyyet-i maneviyyeye aid olan hüsn-ü zanlar, herhangi bir şahsa mal edilemez. İhlâs Dersi ve düsturları, bu hususta kimseden bir şey öğrenmeye ihtiyaç bırakmayacak kadar açıktır. Biz Ellah’a hamd olsun, Kur’an’ın şakirdiyiz. Şahsiyyet-i maneviyye haline gelen ihlâslı kardeşlerde tefanilik vardır. Birisi ölürse, kalan ruhlar hizmete devam ederler. Varis, işte o şahsiyyet-i maneviyyedir. Bu fakire, o şahsiyet-i maneviyye içinde bildiğiniz cüz’i izahları yapmak, ihtiyar ve iktidarım olmadığı halde ihsan buyrulmuştur.
Sûre-i Hicr’in 9. ayetinde;
“Biz Kur’an’ı inzal ettik. O’nu tebdil ve tahriften hıfz edicilerdeniz.”
Ve Sûre-i Saff’ın 8. ayetinde;
“Onlar kasdederlerdi ki, Ellah’ın nurunu söndüreler. Ellahu Teâlâ nurunu her zaman i’la ve i’lan edecektir. Her ne kadar kâfirler kerih görürlerse dahi.”
Bu iki ayetin hükümlerince, elbette Kur’an derslerinin izah edicilerini de halketmek, Ellah’a ait vazifedir. Ellah’ın rahmetinin devam edeceğine inanıyoruz.
Muhibb-i Muhlisiniz
İbrahim Hulûsî
***
Mehdi Al-i Resul’ün üç vazifesinden ilki olan hakaik-i imaniyenin vuzuhu ve isbat vazifesi, Risale-i Nur dairesi içinde olacaktır. Bunda da esas, ihlas, sadakat, tesanüddür. Bu hizmettekilerin birbirlerinde fani olmalarıyla bir şahs-ı manevi hükmünü alıp, bir ferdi, bir cemaate (rahmet ve inayetle) ma’nen hükmedebilir duruma geldikten sonra, Mehdi Al-i Resul’ün ikinci vazifesini de bu cemaat yapacaktır. Birinci vazifeyi yapacak duruma gelmemişiz. Tefrikalara son verip, birleşmeyi ihlas düsturları içinde ararsak, sonuca varabiliriz. Üstad’ın koyduğu düsturlar yetmiyor mu ki; kendimize göre yol çizelim. Bu son darbe, ikaz-ı İlâhîdir. Hani o güvenilen reisler? Nerede meded beklenenler? Bize düşeni yapıp, Ellah’ın işine karışmayalım. Bize düşen, ihlas düsturları içinde kalıp, vazifemizi tamamıyla belleyip yapmalıyız.
Sırat-ı müstakîme me’muruz. Bizi Ellah’ın rızasına götürecek yolda Ellah’ın tevfikini istiyoruz. Güvenilir bir hale gelmeliyiz. Kalb-i selim olmalıyız. Rahmet-i İlahiyyeyi celbeden, rahmet-i İlahiyeye ihtiyacını hisseden bir cemaat lazım. Bu hali de Risale-i Nur Şakirdleri’nde görüyoruz.
Cenab-ı Hakk’ın iki türlü tecellisi vardır. Biri kahr, diğeri lütuftur. Bizim de lütfa ihtiyacımız var. İnayet ve rahmet bizi şümulüne almıyorsa, biz Risale-i Nur Şakirdliğinden uzaklaşmışız demektir. Kurtuluş çaresi;
Risale-i Nur’un ihlas dairesi içine girmeliyiz. Başkalarına bakmaya, başka çare aramaya gerek yok.
Size tavsiyem; ihlasla hidayet yoludur. Risale-i Nur talebesi olma davası yanında, eğer inayet ve rahmete de mazhar olmak istiyorsanız, okuyup okutun. Nefsinize tatbik edin. Anlayıp anlatabilecek duruma gelin.
Cadde-i Kübra-yı Kur’aniyye olan şu mesleğimizden şimdi ayrılanlar, Ellah rızası için olan Risale-i Nur hizmetinde mesaiyi terk edenlerdir.
Muhibb-i Muhlisiniz
NOT: Hacı Hulusi Bey’in Molla Muhammed’e yazdığı diğer mektubları, Tahşiye Yayınevi’nin neşrettiği Mektûbat-ı Hulusiyye (2) adlı eserde bulabilirsiniz.
[1] Zümer 53
[2] Mektubat 222-223
[3] Sözler 314
İsim | |
Eposta ( Sitede görünmeyecek ) | |
Yorum | |
Doğrulama Kodu | |
Gönder |