ÜSTÂD BEDÎÜZZAMÂN HAZRETLERİNİN HULÛSÎ BEY’LE ALÂKALI SÖYLEMİŞ OLDUĞU BA’ZI SÖZLERİ
“Hulûsî Bey; benim yegâne ma’nevî evlâdım ve medâr-ı tesellîm ve hakíkí vârisim ve bir dehâ-yı nûrânî sâhibi olacağı muhtemel olan birâderzâdem Abdurrahmân'ın vefâtından sonra, Hulûsî aynen yerine geçip o merhûmdan beklediğim hizmeti, onun gibi îfâya başlamasıyla; ve ben onu görmeden epey zamân evvel Sözler'i yazarken, onun aynı vazîfesiyle muvazzaf bir şahs-ı ma’nevî bana muhâtab olmuşcasına, ekseriyyet-i mutlaka ile temsîlâtım onun vazîfesine ve mesleğine göre olmuştur. Demek oluyor ki, bu şahsı, Cenâb-ı Hak bana hizmet-i Kur'ân ve îmânda bir talebe, bir muîn ta’yîn etmiş. Ben de bilmeyerek onunla onu görmeden evvel konuşuyormuşum, ders veriyormuşum...”25
“Ben Sözler'i yazarken ihtiyârsız olarak ekser temsîlâtı, şuûnât-ı askeriyye nev'inde zuhûr ediyordum. Neden böyle yazıyorum, sebebini bulamıyordum. Sonra hâtırıma geldi ki, belki istikbâlde şu Sözler'i hakkıyla anlayacak, kabûl edip hırz-ı cân edecek en mühim talebeleri askerîden yetişecek. Onun için böyle yazmaya mecbûr oluyorum, düşünüp o kahraman askerleri bekliyordum. İşte mağrûr olma, şükret; sen o askerlerden bahtiyâr birisisin ki, evvel yetiştin. Yirmi dört adet Sözler'i meşâgıl-i dünyeviyye içinde yazmaklığın, benim bu hüsn-i zannımı te’yîd etti.”26
“Azîz, sıddîk, muhlis kardaşım ve îmân hizmetinde sebâtkâr, metîn arkadaşım!
“Evvelâ kat’ıyyen bil, sen eski mevkııni nûr dâiresinde tam muhâfaza ediyorsun. Ve senin ile muhâbere hiç kesilmemiş. Ben kardaşlara yazdığım mektûbumda, ‘Azîz sıddîk’ dediğim vakit dâimâ saff-ı evvelde Hulûsî de muhâtabdır. Senin bu ağır şerâit altındaki nûrlu hizmetlerine bin bârekâllah deriz. Ve bu bîçâre hasta kardaşına ettiğin çok yüksek duâna binler âmîn deyip, Allah senden râzı olsun. Sizi tebrîk ederiz.”27
“Hulûsî ise, âhirdeki Sözler'in ve ekser MEKTÛBÂT'ın yazılmasına onun gayreti ve ciddiyyeti en mühim sebeb olması...”28
“O dersler, ulûm-i îmâniyyeden olduğu için, bir insân yalnız kendi nefsine dinlettirse yeter. Bâhusûs siz dâimâ bir iki hakíkí kardeşi de bulursunuz. Hem o dersi dinleyenler yalnız insânlar değil. Cenâb-ı Hakk’ın zîşuûr çok mahlûkátı vardır ki, hakáik-ı îmâniyyenin istimâından çok zevk alırlar. Sizin o kısım arkadaşınız ve müstemi'leriniz çoktur.”29
“Kardeşim! Sen şimdi iki vazîfeyi görmekle mükellefsin: Biri kardeşim Hulûsî Bey’in vazîfesini; biri de, evlâd-ı ma’neviyyem ve birâderzâdem ve bir dehâ-i nûrânî sâhibi olmak pek muhtemel olan Abdurrahmân'ın vazîfesi de size ilâve edildi. O benim hakíkí bir vârisim idi. Yazdıklarımı ve malımı kendi malı telakkí ederdi, öyle de sâhib oluyordu. Sen de bundan sonra yazı ve sözleri, senin hocanın yazısı diye tutma; kendi malın ve senin sözlerindir bil, öyle sâhib ol.”30
“Neşr-i envâr-ı Kur’âniyyedeki muvaffakıyetin ve gayretin ve şevkın, bir ikrâm-ı İlâhîdir, belki bir kerâmet-i Kur’âniyyedir, bir inâyet-i Rabbâniyedir. Sizi tebrîk ediyorum.
“Kardeşim! Hem senin hakkında, hem benim hakkımda, bâhusûs Kur’ân hakkındaki hizmetimizde eskiden beri gördüğüm ve yazdığım ihsânat-ı İlâhiyye bir ikrâmdır; izhârı, tahdîs-i ni’mettir. Onun için sana karşı tahdîs-i ni’met nev'inden ikimizin hizmetimize âit muvaffakıyyâtı yazıyorum. Biliyordum ki, sende fahr değil, şükür damarını tahrîk ediyor.”31
“Azîz kardeşim,
“Çendan Abdülmecid benim nesebî kardeşim ve yirmi sene talebemdir. Fakat ne o, ve ne hiç birisi BENİM HULÛSÎ'me yetişmiyor. O mektûblar -ekseriyyet-i mutlaka- senin nâmınla yazılmış ve sana gönderiliyor. Abdülmecid ikinci derecede, kendine istinsâh etmek veyâ mütâlea etmek için onu da teşrîk et, diye bir mektûbta demiştim. Fakat, eğer sen, o kardeşini kendi nefsine tercîh edersen ve ona zahmet vermemek için zahmet çeksen, ona karışmam.”32
“Cemâata Sözler’i okumak zamânında, sendeki hissiyyât-ı âliyye ve fazla inkişâf ve fedâkârâne hamiyyet-i dîniyye galeyânının sırrı şudur ki: Velâyet-i kübrâ olan verâset-i nübüvvetteki makám-ı teblîğin envârı altına girdiğin içindir. O vakit sen, dellâl-ı Kur'ân Said'in vekîli, belki ma’nen aynı hükmüne geçtiğin içindir.”33
“Merâtib-i dünyâ, nokta-i nazarımda pek ehemmiyetsiz olmakla berâber, senin gibi mertebesini hizmet-i Kur'ân'a medâr edenler için, minnet altına ve zillete girmemek şartiyle hoş görüyorum.”34
“Sevgili Kardeşim!
“Seni teşvîk için değil, çünkü teşvîke muhtâc değilsin. Hem medâr-ı fahr olmak için değil, çünkü fahr ise ucb ve riyâya medârdır. Belki sana medâr-ı şükür olmak için diyorum ki:
“Sen ve Hakkı Efendi benim için yüz ciddî talebe hükmüne geçtiniz. Hattâ diyebilirim ki: Kader-i İlâhî beni bu yerlere göndermesi, sizleri şu vazîfe-i kudsiyyede uyandırmak içinmiş. Ben şu vazîfe-i kudsiyyede bilmeyerek istihdâm olunurdum. Siz bilerek hizmet ediyorsunuz, bahtiyârsınız.”35
“İkinci ru’yân ise: Sana ve Müslümanlara büyük bir beşârettir. Ve sarıklılara ehemmiyetli bir itâbdır. Onuncu safta iken İmâmetin çok ma’nidârdır. İnşâallah, Cenâb-ı Hak seni, âlî bir mertebe olan İmâmlık Mertebesine mazhar eder. Sizi yanımda hâzır edip, sizinle şimdilik bir kaç kelime konuşacağım.”36
“Sizin bayramınızı ve nûrlarla ciddî iştigálinizi ve dâimâ birinciliği nûr dersinde ve sadâkatinde muhâfaza etmenizi bütün rûh ve canımla tebrîk ederim.
“Kardaşım, ben de senin fikrindeyim ki, nûr hizmeti için Kader-i İlâhî seni gezdiriyor. En muhtâc yerlere sevk eder.”37
“Kardeşim, bâzı dakíka olur ki, az amel çok sayılır: Bir neferin müdhiş bir zamânda bir saat nöbeti, bir sene hükmünde olduğu gibi. İnşâallah Hulûsî’nin de nûrlara nöbetdârlık saatleri o nev’idendir.”38
“Kardeşlerim!
“Bu def’a Meyve Risâlesi'nin tam kıymetini bilen ve kendine Meyveci nâmını veren Risâle-i Nûr santralcısının yazdığı mektûb, beni çok memnûn eyledi. Çünkü, Hulûsî, Hakkı gibi yirmi seneye yakın bir zamândan beri mâbeynlerinde olan samîmâne dostluk ve kardeşlik tam devâm ve sebât ettiği gibi; onların Risâle-i Nûr'a karşı alâka ve irtibât ve sadâkatları, aynen mâbeynlerindeki hâlisâne münâsebetleri gibi hem devâm ediyor, hem metânet kesbediyor, ârızalarla sarsılmıyor. Cenâb-ı Hakk'a şükrediyorum ki; böyle hâlis, muhlis ve başkalarına hüsn-i misâl olan sâdık şâkirdleri Risâle-i Nûr'a vermiş ki, dâimî hakta hulûs ile ve nûr hizmetinde sabır içinde şükrediyorlar.”39
“Bu def’a görüşmediğim buranın korkak müftüsü vâsıtasıyla, Hulûsî'nin Kars'tan bir mektûbunu birâderzâdem Nihad'ın mektûbuyla aldım. Elhâk o kardeşimiz, dâimâ fevkalâde sadâkatını ve nûrlara kuvvetli alâkasını muhâfaza ediyor. Ma’nidâr bir tevâfuktur ki, bilmediğim hâlde, Nihad'ın orada bulunması ihtimâliyle, Sabri'ye âit fıkrada demiştim ki: ‘Nihad Kars'ta ise, Hulûsî ile görüşür’ meâlinde burada söylediğim ve sonra size yazdığım aynı zamânda, o ikisi şimdiye kadar sükût ettikleri hâlde, berâber bana mektûb yazıyorlar.”40
“Nûr'un birinci talebelerinden Hulûsî Bey'in, Ankara'da dostlarına Risâle-i Nûr dâiresine girmesine teşvîk eden ma’nidâr ve güzel mektûbu dahi gösteriyor ki, yirmi beş seneden beri hiç sarsılmadan nûr hizmeti yapmasına bir nümûnedir. Umûm kardeşlerime ve hemşîrelere binler selâm.”41
“Hulûsî Bey’in gáyet samîmî ve dikkatli ve nükteli olan Sabri'ye yazdığı mektûb; Hulûsî’nin dâimâ ihlâsı ve sadâkat ve terakkísini gösteriyor. Benim tarafımdan da ona yazınız ki, şâkirdlerin erkânında birinciliği dâimâ muhâfaza ediyor. O benden hiç ayrılmamış gibi bir vaz’ıyyettedir.”42
“Siz maddî rütbenizden çok yüksek ma’nevî rütbeniz iktizâsıyla ayrı ayrı yerlere gönderiliyorsun. O yerlerin sana ihtiyâcı var. Hiç merâk etme. Senin Risâletü'n-Nûr hakkında mektûbların, çok talebe yerinde, senin bedeline hizmet-i nûriyyede çalışıyorlar. Birinciliği dâimâ sana kazandırıyorlar.”43
“Risâle-i Nûr'un gáyet ehemmiyetli bir şâkirdi olan Hulûsî Bey'in ehemmiyetli mektûbunu gördüm. Elhâk, o kardeşimiz birinciliğini dâimâ muhâfaza ediyor. Ben onu dâimâ kalem elinde, Risâle-i Nûr'un işi başında biliyorum.
“Hem bütün muhâberelerimde birinci safta muhâtabdır. Onun suâllerine yazılan MEKTÛBÂT risâleleri ve onun yazdığı samîmî mektûbları, onun yerinde pek çok insânları Risâle-i Nûr dâiresine celbetmiş ve ediyor. O dediği gibi, bizden uzak değil. Her gün, çok def'a berâberiz. Muhâberemiz hiç kesilmemiş. Sizlerle konuştuğum vakit Hulûsî'yi içinde buluyorum. Sabri, nasıl onun hesâbıyla benimle konuşuyor; benim bedelime de onunla konuşsun.”44
“Kur’ân’a ve îmâna âit herşey kıymetlidir; zâhiren ne kadar küçük olursa olsun, kıymetçe büyüktür. Evet, saâdet-i ebediyyeye yardım eden küçük değildir. Öyle ise, ‘Şu küçük bir nüktedir, şu îzâha ve ehemmiyete değmez’ denilmez. Elbette şu çeşit mesâîlde en birinci talebe ve muhâtab olan ve nüket-i Kur’âniyyeyi takdîr eden İbrâhîm Hulûsî, o nükteyi işitmek ister.”45
“Bana bir hediye gönderdin. Gáyet ehemmiyetli bir káidemi bozmak istersin. Ben demiyorum ki: ‘Kardeşim ve birâderzâdem olan Abdülmecid ve Abdurrahmân'dan kabûl etmediğim gibi senden de kabûl etmem.’ Çünkü, sen onlardan daha ileri ve rûhuma daha yakın olduğundan, herkesin hediyesi reddedilse, seninki bir def’aya mahsûs olmak üzere reddedilmez.
“Bu günlerde yanıma Ali Efendi ve Hamzazâde Muhammed Efendi geldiler. Dediler: ‘Káidenizi kırmalı, sıddîkınız Hulûsî Beyin hâtırını kırmamalı.’ Ben de káidemi kırdım, senin hâtırını kırmadım.”46
“Yedincisi: Senin müjdeli, mübârek ve güzel ru’yânın ta’bîri, Kur’ân için ve bizim için çok güzeldir. Hem zamân ta’bîr etti ve ediyor, ta’bîrimize ihtiyâc bırakmıyor. Hem kısmen ta’bîri güzel olarak çıkmış. Sen dikkat etsen anlarsın. Yalnız bir-iki noktasına işâret ederiz. Yâni, bir hakíkat beyân ederiz. Senin hakíkat-ı ru’yâ nev'inden olan vâkıalar, o hakíkatın temessülâtıdır. Şöyle ki:
“O vâsi’ meydânlık, âlem-i İslâmiyyettir. Meydânlığın nihâyetindeki mescid, Isparta vilâyetidir. Etrâfı bulanık çamurlu su, hâl ve zamânın sefâhet ve atâlet ve bid'atlar bataklığıdır. Sen selâmetle, bulaşmadan, sür'atle mescide eriştiğin; herkesten evvel envâr-ı Kur’âniyyeye sâhib çıkıp, kalbini bozmadan sağlam kaldığına işârettir. Mesciddeki küçük cemâat ise; Hakkı, Hulûsî, Sabri, Süleymân, Rüşdü, Bekir, Mustafa, Ali, Zühdü, Lütfü, Hüsrev, Re'fet gibi Sözler'in hameleleridir. Ufak kürsü ise, Barla gibi küçük bir köydür. Yüksek ses ise, Sözler'deki kuvvet ve sür'at-i intişârlarına işârettir. Birinci safta sana tahsîs edilen makám ise, Abdurrahmân'dan sana münhâl kalan yerdir. O cemâat, telsiz âletlerin âhizeleri hükmünde, bütün dünyâya ders işittirmek istemek işâreti ve hakíkatı ise inşâallah tamâmıyla sonra çıkacak. Şimdi efrâdı birer küçük çekirdek iseler de, ileride tevfîk-i İlâhî ile birer şecere-i âliyye hükmüne geçerler. Ve birer telsiz telgrafın merkezi olurlar. Sarıklı küçük genç bir zât ise; Hulûsî'ye omuz omuza verecek belki geçecek birisi, nâşirler ve talebeler içine girmeye namzeddir. Ba’zılarını zannederim, fakat kat'î hükmedemem. O genç, kuvve-i velâyetle meydâna atılacak bir zâttır. Sâir noktaları sen benim bedelime ta’bîr et.
“Senin gibi dostlarla uzun konuşmak hem tatlı, hem makbûl olduğundan; şu kısa mes'elede uzun konuştum, belki de isrâf ettim. Fakat, nevme âit olan âyât-ı Kur’âniyyenin bir nev’i tefsîrine işâret etmek niyyetiyle başladığımdan, inşâallah o isrâf afvolur veyâ isrâf olmaz.”47
“Hulûsî Bey'in Yirmi Yedinci Mektûb'daki fıkralarının şehâdetiyle; en mühim ve müessir tarîkat olan Nakşî tarîkatından ziyâde himmet ve meded, feyiz ve nûru; esrâr-ı Kur’âniyyenin tercümanı olan nûrlu Sözler'de bulmuştur.”48
“Azîz, sıddîk, muhlis, hâlis kardeşim,
“Kardeşimiz Abdülmecid'e ayrı mektûb yazmadığımın sebebi, size yazdığım mektûbları kâfî gördüğümdendir ki, Abdülmecid, benim için Hulûsî'den sonra kıymetdâr bir kardeşim, bir talebemdir. Her sabah-akşam Hulûsî ile berâber, bazen daha evvel duâmda ismiyle hazır oluyor. Size yazdığım mektûblardan, evvel Sabri, sonra Hakkı Efendi istifâde ediyorlar. Onlara da ayrı mektûb yazmıyorum. Cenâb-ı Hak seni onlara mübârek büyük bir kardeş yapmış. Sen benim yerime Abdülmecid ile muhâbere et, merâk etmesin, Hulûsî'den sonra onu düşünüyorum. Fakat, talebelîğini hakkıyla îfâ etmiyor. Onun için bizzât onunla muhâbere etmiyorum.
“BİRİNCİ SUÂLİNİZ: Cedlerinizden birisinin imzâsı “es-Seyyid Muhammed”e dâir mahrem suâliniz var.
“Kardeşim, buna ilmî ve tahkíkí ve keşfî cevâb vermek elimde değil. Fakat, ben arkadaşlarıma derdim ki: “Hulûsî ne şimdiki Türklere ve ne de Kürtlere benzer. Bunda başka bir hâsiyet görüyorum.” Arkadaşlarım da beni tasdîk ediyordular. “Dâd-ı Hak râ kábiliyyet şart nist” sırrıyla, “Hulûsî'de büyük bir asâlet tezâhürü bir dâd-ı Hak’dır” derdik.
“Hem kat’ıyyen bil ki; Rasûl-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın iki âli var. Biri: Nesebî âldir. Biri de şahs-ı ma’nevîsi ve nûrânîsinin risâlet noktasındaki âli var. Bu ikinci âlde kat’ıyyen sen dâhil olmakla berâber, birinci âlde dahi delîlsiz bir kanâatim var ki, ceddinin imzâsı sebebsiz değildir.”49
“Sâlisen: Hulûsî’nin bir gáilesi var diye hissediyorum. Merâk etmesin, Risâle-i Nûr’un şâkirdlerine inâyet ve rahmet, nezâret ve himâyet ederler. Dünyânın meşakkatleri mâdem sevâb verir, geçerler; o musîbetlere karşı sabır içinde şükürle, metânetle mukábele edilmek gerektir. Hem o, hem sizler, bütün duâlarımda ve kazançlarımda benimle berâbersiniz.”50
“Bu def’a Hulûsî’den uzun bir mektûb, Abdülmecid vâsıtasıyla aldım. Elhâk, o kardeşimiz sebât ve metânet ve ihlâsta birinciliği muhâfaza ediyor. Ben de Abdülmecid vâsıtasıyla ona yazdım ki; ‘Isparta’daki kardeşlerimize yazdığım mektûblarda sen dahi bir muhâtabımsın; seninle muhâbere kesilmemiş’ diye yazdım.”51
“Hûlusi’nin Yirmi Yedinci Mektûb’a giren mektûbları dahi onun bedeline çalışıyorlar, vazîfesini kısmen görüyorlar.”52
“Hulûsî’nin, ‘Ve’l-Asri’ nükte-i i’câziyyesine karşı tam takdîri ve tasdîki ve Konya’ya tahvîli, hizmet-i nûriyye noktasında beni memnûn eyledi. Evet, Risâle-i Nûr şâkirdlerinin birincilerinden faal birisi, o ehemmiyetli şehre gitmesi lâzım idi.”53
“Sizin gibi hakíkate yetişmiş ve hakíkatteki hakíkí tesellî ve esâslı sevinci bulmuş zâtlara, envâr-ı îmâniyyenin ve esrâr-ı Kur’âniyyenin neşirlerine karşı ehl-i dalâletin ve şeytânların desâisle tehâcümünden neş’et eden müşkîlât ve gam ve kedere karşı, ‘Sabır ve metânet et ve hüzün ve merâk etme’ demeye ihtiyâc hissetmem. Hem her vakit beklediğim, ehl-i zındıkanın bana hücûmu gayretli talebem, cesâretli birâderzâdem olan uhrevî kardeşimden başlaması muhtemel olmakla berâber, hıfz-ı Kur’ânî her müşkîlâta gálib ve lezzet-i hizmet-i îmâniyye her kederi unutturur i’tikádında olduğumdan, seni teşcî ve teşvîke lüzûm görmem.”54
“Azîz âhiret kardeşim ve hizmet-i Kur'ân'da gayretli arkadaşım ve ders-i esrâr-ı îmânîde zekâvetli ve ferâsetli talebem. Ve VEFÂTIMDAN SONRA SADÂKATLİ VÂRİSİM, BİRÂDERZÂDEM...”55
“Mektûbun bana te’sîr etti. Fakat, hakíkatı düşündüm, o teessür gitti. İşte hakíkat şudur ki: Mâbeynimizdeki münâsebet ve uhuvvet inşâallah hâlis ve lillâh için olduğundan, zamân ve mekânla mukayyed olmaz. Bir şehir, bir vilâyet, bir memleket; belki küre-i Arz, belki dünyâ, belki âlem-i vücûd, iki hakíkí dost için bir meclis hükmündedir. Böyle dostluk ve kardeşliğin firâkı yok, hep visâldir. Fânî, mecâzî, dünyevî dostluklar sâhibleri firâkı düşünsün, bize ne!
“Mezhebimizde (mesleğimizde) firâk yok. Sen nerede bulunsan, şu kardeşin ile ellerinizdeki Sözler vâsıtasıyla sohbet edebilirsin. Ben de istediğim zamân seni yanımda dergâh-ı İlâhîye berâber el açıp niyâz etmek sûretinde görebilirim. Eğer kader sizi başka bir yere gönderse, اَلْخَيْرُ فِى مَا اخْتَرَهُ اللّهُ hükmünce kemâl-i rızâ ile teslîm ol. Hem senin gibi, inşâallah kalbi selîm, aklı müstakím, hakíkí îmân dersini veren zâtlara başka yerler daha ziyâde muhtâctır. Eğirdir'de lillâhilhamd îmâna çok hizmet ettin. Eğirdir'den ziyâde başka yerler belki daha muhtâctır.”56
“Sizin gibi, hakíkí kardeşlerimle uzaklığın alâmeti olan mükâtebe âdetim değil, çünkü ma’nen berâberiz.”57
“Hiç merâk etme seninle muhâbere MA'NEN devâm eder. Bütün mektûblarımda ‘Azîz sıddîk kardaşlarım’ dediğim zamân, muhlis HULÛSÎ saff-ı evvel muhâtabların içindedir.”58
“Azîz, gayretli, ciddî, hakíkatlı, hâlis, dirâyetli kardeşim!
“Bizim gibi hakíkat ve âhiret kardeşlerin, ihtilâf-ı zamân ve mekân sohbetlerine ve ünsiyyetlerine bir mâni’ teşkîl etmez. Biri şarkta, biri garbda, biri mâzîde, biri müstakbelde, biri dünyâda, biri âhirette olsa da berâber sayılabilirler ve sohbet edebilirler. Husûsan bir tek maksad için bir tek vazîfede bulunanlar, birbirinin aynı hükmündedirler. Sizi her sabah yanımda tasavvur edip, kazancımın bir kısmını, bir sülüsünü -Allah kabûl etsin- size veriyorum. Duâda, Abdülmecid ve Abdurrahmân ile berâbersiniz. İnşâallah her vakit hissenizi alırsınız. Sizin dünyâca ba’zı müşkîlâtınız, senin hesâbına beni bir parça müteessir etti. Fakat, mâdem dünyâ bâkí değil ve musîbetlerinde bir nev’i hayır vardır; senin bedeline, ‘Yâhû bu da geçer’ kalbime geldi. لاَ عَيْشَ اِلاَّ عَيْشُ اْلاَخِرَةِ düşündüm, اِنَّ اللّهَ مَعَ الصَّابِرِينَ okudum,
اِنَّا لِلّهِ وَاِنَّا اِلَيْهِ رَاجِعُونَ dedim. Senin yerine tesellî buldum. Cenâb-ı Hak bir abdini severse, dünyâyı ona küstürür, çirkin gösterir. İnşâallah sen de o sevgililerin sınıfındansın. ‘Sözler’in neşrine mâni’lerin çoğalması sizi müteessir etmesin. İnşâallah, neşrettiğin mikdâr bir rahmete mazhar olduğu zamân, pek bereketli bir sûrette o nûrlu çekirdekler, kesretli çiçekler açacaklar.”59
“Ben şimdi Çam Dağı'nda, yüksek bir tepede, büyük bir çam ağacının tepesinde bir menzilde bulunuyorum. İnsten tevahhuş ve vuhuşa ünsiyyet ettim. İnsânlarla sohbet arzu ettiğim vakit, hayâlen sizleri yanımda bulur, bir hasbihâl ederim, sizinle mütesellî olurum. Bir mâni’ olmazsa, bir-iki ay burada yalnız kalmak arzusundayım. Barla'ya dönsem, arzunuz vechile sizden ziyâde müştâk olduğum şifâhî bir musâhabe çâresini arayacağız.”60
“Gayretli kardeş, hamiyyetli arkadaş, kahraman asker, çalışkan talebe, âlicenâb Müslüman, hakíkatlı mü'min vasfına lâyık birâderzâdem.
“Senin mektûbun beni çok mesrûr etti. Senin mübârek iki ru’yân ma’nidârdırlar. Ta’bîrleri içinde görünüyor. Az dikkatle anlaşılır. Belki ru’yâdan ziyâde gördüğün vâkıa, bir hakíkatın temsîlidir. Tâ'bîri pek zâhir olduğu için, tafsîl etmeyeceğim. Yalnız bir iki noktayı ihtâr ediyorum.
“Birisi: İkimize bir beşârettir ki, hizmetimiz makbûl oluyor. Livâü’l-Hamd-i Muhammedî altında asker kabûl edilmişiz. Bize bir bayrak verilmiş. Hizbullahda dâhil olmuşuz,
اَلَا اِنَّ حِزْبَ اللّهِ هُمُ الْمُفْلِحُونَ sırrına mazhar olmuşuz, demektir.
“İkinci Nokta: ‘Günde iki def’a beni göreceksin’, şuna işârettir ki: ‘Günde iki def’a seni yanımda hayâlen ihzâr ediyorum. Sen dahi yirmi dört saatte iki def’a, Sözler vâsıtasıyla Üstâdınızla sohbet ediniz’ demektir. Veyâhut, sabahdaki duâda ben seni yanıma, akşamdaki dersde sen beni yanına, ihzâr ederiz. Günde iki def’a görüşürüz.”61
“Nûr’un eskiden beri hiç sarsılmayan muhlis bir kahramanı elbette dünyânın geçici, kıymetsiz fânî vaz’ıyyetleri karşısında telâş etmez, mağlûb olmaz inşâallah.”62
“Hizmet-i Kur’âniyyenin pek mühim bir âzâsı olan Hulûsî Bey, Eğirdir'den memlekete gittiği vakit, saâdet-i dünyeviyyeyi tam zevk ettirecek ve te’mîn edecek esbâb bulunduğundan, bir derece sırf uhrevî olan hizmet-i Kur’âniyyede fütûra yüz göstermeğe dâir esbâb hazırlandı. Çünkü, hem çoktan görmediği peder ve vâlidesine kavuştu, hem vatanını gördü, hem şerefli, rütbeli bir sûrette gittiği için dünyâ ona güldü, güzel göründü. Hâlbuki, hizmet-i Kur’âniyyede bulunana, ya dünyâ ona küsmeli veyâ o dünyâya küsmeli. Tâ, ihlâs ile, ciddiyyet ile hizmet-i Kur’âniyyede bulunsun.
“İşte Hulûsî'nin kalbi çendan lâyetezelzel idi. Fakat, bu vaz’ıyyet onu fütûra sevk ettiğinden şefkatli tokat yedi. Tam bir-iki sene ba’zı münâfıklar ona musallat oldular. Dünyânın lezzetini de kaçırdılar. Hem dünyâyı ondan, hem onu dünyâdan küstürdüler. O vakit vazîfe-i ma’neviyyesindeki ciddiyyete tam ma’nâsiyle sarıldı.”63
“Sonra senin yazdığın: ‘Bak kitâb-ı kâinâtın safha-i rengînine, ilâ âhir’ olan rengîn ve zengin şiir hâtırıma geldi. O şiir ile semânın yüzündeki yıldızlara baktım. ‘Keşki şâir olsaydım, bunu tekmîl etseydim’ dedim. Hâlbuki, şiir ve nazma isti’dâdım yokken yine başladım, fakat nazım ve şiir yapamadım; nasıl hutûr etti ise öyle yazdım. Benim vârisim olan sen, istersen nazma çevir, tanzîm et.”64
“Rasûl-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm fermân etmiş:
“Kur’ân-ı Hakîm'de Hazret-i Yûsuf aleyhisselâm demiş:
“Evet, nefsini beğenen ve nefsine i’timâd eden, bedbahttır. Nefsinin ayıbını gören, bahtiyârdır. Öyle ise, sen bahtiyârsın. Fakat, ba’zan olur ki, nefs-i emmâre, ya levvâmeye veyâ mutmainneye inkılâb eder; fakat silâhlarını ve cihâzâtını a’sâba devreder. A’sâb ve damarlar ise, o vazîfeyi âhir ömre kadar görür. Nefs-i emmâre çoktan öldüğü hâlde, onun âsârı yine görünür. Çok büyük asfiyâ ve evliyâ var ki, nüfusları mutmainne iken, nefs-i emmâreden şekvâ etmişler. Kalbleri gáyet selîm ve münevver iken, emrâz-ı kalbden vâveylâ etmişler. İşte bu zâtlardaki, nefs-i emmâre değil, belki a’sâba devredilen nefs-i emmârenin vazîfesidir. Maraz ise kalbî değil, belki maraz-ı hayâlîdir. İnşâallah azîz kardeşim, size hücûm eden nefsiniz ve emrâz-ı kalbiniz değil, belki mücâhedenin devâmı için beşeriyyet i’tibâriyle a’sâba intikál eden ve terakkıyât-ı dâimîye sebebiyyet veren, dediğimiz gibi bir hâlettir.”65
“Şu âhirki beyt, وَكُنْ قَادِرِىَّ الْوَقْتِ ِللهِ مُخْلِصًا تَعِيشُ سَعِيدًا صَادِقًا بِمُحَبَّتِى Said Nursî’yi iki üç vehicle gösterdiği gibi medâr-ı imtiyazı olan ihlâsı îmâ ederek ve hizmette ikinci olmak cihetiyle iki farkla مُخْلِصًا kelimesi Hulûsî Bey’e tevâfukla işâret ediyor.قَادِرِىَّ الْوَقْتِ de قَادِرِ kelimesi üç farkla üçüncü arkadaş takdîr ve istihsân ile Hulûsî-i sânî olan Sabri’ye tevâfukla işâret ediyor. صَادِقًا kelimesiyle hârika bir sadâkatla mümtaz dördüncü arkadaş olan Süleymân’a dört fark ile tevâfuk cihetiyle işâret ediyor. صَادِقًا kelimesindeki tenvin dâhil edilse, hizmet-i sâdıkánede mümtâz olan Bekir Ağa’ya ‘Bekir Bey’ unvânıyla bir fark ile işâret eder. Mâdem bu beyt-i âhir bu hey’etin efrâdına bakar, ba’zılarına sarâhate yakın işâret var. Ötekilere ednâ bir îmâ dahi kanâat verir ki, onlar dahi murâddır.
“Elhâsıl: Bu dört zât, bu fakìr ile berâber hizmette sebkát edip Hulûsî ihlâsıyla, Sabri takdîriyle, Süleymân sadâkatiyle, Bekir hizmet ve gayreti ile hizmet-i Kur’âniyyede bulundular. Hem mertebelerine îmâ sûretinde bu beyt ihbâr ediyor. Elbette denilebilir ki, Hazreti Şeyh, onları izn-i İlâhî ile Said’in etrâfında görmüş, haber vermiş. Daha sâir arkadaşlara işâretler var. Şimdi izhâra me’zûn olmadığımdan bana tam görünmüyor.”66
“İlm-i cifirle ma’nâsı:
“ ‘Ey Said! Sen, zamânın Abdülkádir’i ol, ihlâs-ı tâmmı kazan, fakrınla berâber maîşetini düşünme, nâstan minnet alma; ismin ‘Said’ olduğu gibi maîşette de mes’ûd olacaksın. Muhabbetimde sâdık olduğundan ve ihlâsa çalıştığından, Hulûsî gibi muhlis talebeler ve yardımcılar ve Süleymân, Bekir gibi sâdık hizmetkârlar ve Sabri gibi tam takdîr edici ve ciddî müştâk talebeler size verilmiş. Evet, lillâhilhamd, Gavsın sarâhat derecesinde ihbâr ettiği hâl vukú’ bulmuştur.’ ”67
اَنَا لِمُرِيدِى fıkrasında 2 مُرِيدِى “Molla Said” kelimesine tam tevâfuk ediyor. Yalnız bir elif fark var. Elif ise, káide-i Sarfiyyece ‘elfün’ okunur. Elfün ise, bindir. Demek, bin iki yüz doksan dörtte dünyâya gelecek bir mürîdi, bu مُرِيدِى lâfzında murâddır. Çünkü, لِمُرِيدِى de lâm sayılsa iki yüz doksan dört eder ki, bir tek fark ile Said’in târih-i velâdetine tevâfuk eder. Esâs Arabî sayılsa fark yoktur. Lâm’sız مُرِيدِى ise iki yüz altmış dört eder. ‘Molla Said’ dahi iki yüz altmış beş eder. ‘Molla’daki elif bine işâret olduğu için mütebâkísi iki yüz altmış dört kalır.
“Elhâsıl: Şu zamânda dellâl-ı Kur’ân ve hâdim-i Furkán olan o adamın iki ismi ve iki lâkabı var. ‘Elkürdî’ lâkabı ile ‘Molla Said’ ismi, اَنَا لِمُرِيدِى fıkrasında zâhir görünüyor. ‘Nursî’ lâkabıyla ‘Bedîüzzamân Said’ ismi, الْوَقْتِ كُنْ قَادِرِىَّ fıkrasında âşikâr görünüyor. Hattâ, hizmet-i Kur’âniyyede en mühim bir arkadaşı ve hâlis bir talebesi olan Hulûsî Bey’e,
ِللهِ مُخْلِصًا تَعِيشُ سَعِيدًا صَادِقًا بِمُحَبَّتِى fıkrasında işâret olduğu gibi, diğer bir kısım talebelerine işâretler var.”68
25 Barla Lâhikası, s.8.
26 Barla Lâhikası, s.249.
27 Barla Lâhikası, s.356.
28 Barla Lâhikası, s.7.
29 Barla Lâhikası, s. 262.
30 Barla Lâhikası, s.251.
31 MEKTÛBÂT, 9.Mektûb.
32 Barla Lâhikası, s.371.
33 Barla Lâhikası, s.255.
34 Barla Lâhikası, s.262.
35 Barla Lâhikası, s.252.
36 Barla Lâhikası, s.378.
37 Barla Lâhikası, s.26.
38 Barla Lâhikası, s.385.
39 Emirdağ Lâhikası, s.79.
40 Emirdağ Lâhikası, s.129.
41 Emirdağ Lâhikası, s.413.
42 Kastamonu Lâhikası, s.91.
43 Barla Lâhikası, s.281.
44 Kastamonu Lâhikası, s.276.
45 MEKTÛBÂT, s.301-302.
46 MEKTÛBÂT, 2.Mektûb.
47 MEKTÛBÂT, 28.Mektûb, s.372-373.
48 MEKTÛBÂT, s.381.
49 Lem’alar, 9.Lem’a, s.76-77.
50 Kastamonu Lâhikası, s.14.
51 Kastamonu Lâhikası, s.72.
52 Kastamonu Lâhikası, s.86.
53 Kastamonu Lâhikası, s.172.
54 Barla Lâhikası, s.144.
55 Barla Lâhikası, s.271.
56 Barla Lâhikası, s.262.
57 Barla Lâhikası, s.383.
58 Barla Lâhikası, s.26.
59 Mektûbât, s.298.
60 Mektûbât, s.27.
61 Mektûbât, 9.Mektûb.
62 Barla Lâhikası, s.280.
63 Lem’alar, s.38-39.
64 Mektûbât, s.20.
65 Mektûbât, s.372.
66 Lem’alar, 8.Lem’a, Yeni Asya Neşriyat, s.51-52.
67 Sikke-i Tasdîk-ı Gaybî, s.147.
68 Sikke-i Tasdîk-ı Gaybî, s.141
İsim | |
Eposta ( Sitede görünmeyecek ) | |
Yorum | |
Doğrulama Kodu | |
Gönder |