Cenâb-ı Hak,
فَسُبْحَانَ الّٰلِ ح۪ينَ تُمْسُونَ وَح۪ينَ تُصْبِحُونَ
âyet-i kerîmesinde tesbîh vazífesini; akşâm, yatsı ve sabâh vakitlerine tahsís etti.
Zîrâ, bu vakitlerde celâl-i İlâhî daha ziyâde görünür.
وَلَهُ الْحَمْدُ فِى السَّمٰوَاتِ وَالَْرْضِ وَعَشِيًّا وَح۪ينَ تُظْهِرُونَ
âyet-i kerîmesinde ise tahmîd vazífesini; ikindi ve öğle vakitlerine tahsís etti.
Zîrâ, bu vakitlerde cemâl, kemâl ve ihsân-ı İlâhî daha ziyâde görünür.
Tesbîh, celâle karşı yapılır. Zîrâ, ح۪ينَ تُمْسُونَ ifâdesi, hem günün vefâtını,
hem senenin vefâtını, hem álem-i asğar olan insânın vefâtını, hem de insân-ı
ekber olan álemin vefâtını ihtár eder. Bunlar sâatin milleri gibi biribirinden
haber verir. Bu vefâtlar ise, celâl-i İlâhînin tecellîsini gösterir. Demek,
ح۪نَ تُمْسُونَ ifâdesi, günün, senenin, insânın ve álemin vefât zamânını
nazara vermekle, celâl-i İlâhîye işâret eder. Bu tecelliyyât-ı celâliyyeye karşı,
nev-ı beşer tesbîh ile emrolunmuştur.
Bu âyet-i kerîmelerde ح۪نَ تُمْسُونَ ifâdesiyle evvelâ akşâm ve yatsı
vakitleri zikredildi. Ardından ح۪نَ تُصْبِحُونََ ifâdesiyle yeni bir ufuk açıldı.
Sabâh vakti gösterildi. Bu vakit de celâl-i İlâhî’nin tecellî ettiği bir vakittir.
Zîrâ, hem günün, hem bahâr mevsiminde senenin, hem insânın, hem de álemin
haşrini ihtár eder. Bu tecelliyyât-ı celâliyyeye karşı, nev-ı beşer tesbîh vazífesi ile
mükellef tutulmuştur.
Daha sonra,
وَلَهُ الْحَمْدُ فِى السَّمٰوَاتِ وَالَْرْضِ cümlesi zikredildi. Ardından
وَعَشِيًّا وَح۪نَ تُظْهِرُونَ ifâdesiyle tam kemâl zamânı olan öğle ve ikindi
vakitleri nazara verildi. Tahmîd vazífesi, akşâm, yatsı ve sabâh vakitleri ile öğle
ve ikindi vakitleri arasında zikredildi. Zîrâ, tekâmül vakti, bu iki vakittir. Ya‘nî,
öğle ve ikindi vakitleridir. Cenâb-ı Hak, ibâdını bu iki vakitte daha ziyâde hamde
da‘vet eder. Zîrâ, bu vakitlerde ni‘metlerin kemâlini hátırlatır. Kemâl-i ni‘met
ise, cemâl-i İlâhîye işâret eder. Cemâl ise hamdi iktizá eder.
Hulâsa: Cenâb-ı Hak, celâl-i İlâhî’sinin tecellî ettiği akşâm, yatsı ve sabâh
vakitlerinde ibâdını tesbîhe da‘vet eder. Cemâl, kemâl ve ihsân-ı İlâhîsinin
tecellî ettiği ikindi ve öğle vakitlerinde ise ibâdını tahmîde da‘vet eder.
Tesbîh vazífesi ise:
Biri: İzzet ve azamet-i İlâhiyyeye karşı yapılır.
Diğeri: Taaccübe şâyân ef‘ál-i İlâhiyyeye karşı yapılır.
Kur’ân’ın ma‘nevî tefsîri hükmünde olan “Risâle-i Nûr”un “Mesnevî-i
Nûriyye” adlı eserinde tesbîh, tahmîd ve tekbîrin mahall-i isti‘mâlleri şöyle îzáh
edilmektedir:
“İ‘lem Eyyühel-Azîz! ‘Sübhânelláh’, ‘Elhamdü lillâh’, ‘Elláhü Ekber’; bu üç
mukaddes cümlenin fâidelerini ve mahall-i isti‘mâllerini dinle:
“1- Kalbinde hayât bulunan bir insân kâinâta, áleme bakarken idrâkinden áciz,
bi’l-hássa şu boşlukta yapılan İlâhî manevraları görmekle hayretler içinde kalır.
İşte, bu gibi hayret ve dehşetengiz vaz‘ıyyetleri ancak ‘Sübhânelláh’ cümlesinden
nebeân eden mâ-i zülâli içmekle o hayret ateşi söner.
“2- Aynı o insân, gördüğü lezîz ni‘metlerden duyduğu zevkleri izhâr etmekle,
‘hamd’ unvânı altında in‘ámı ni‘mette ve Mün‘ım’i in‘ámda görmekle idâme-i
ni‘met ve tezyîd-i lezzet talebinde bulunarak ‘Elhamdü lillâh’ cümlesiyle ni‘metler
defînesini bulan adam gibi nefes alıyor.
“3- Aynı o insân, mahlûkát-ı acîbe ve harekât-ı garîbeden aklının tartamadığı
ve zihninin içine alamadığı şeyleri gördüğü zamân, ‘Elláhü Ekber’ demekle râhat
bulur. Ya‘nî, Hálık’ı daha azím ve daha büyüktür. Onların halk ve tedbîrleri Kendisine
ağır değildir.”[1]78
Hulâsa: Tesbîh, hem akşâm ve yatsı vakitlerine, hem de sabâh vaktine bakar.
Zîrâ, akşâm ve yatsı vakitlerinde imâte fiili; sabâh vaktinde ise ihyâ fiili görünür.
Bu imâte ve ihyâ fiilleri ise, Mümît ve Muhyî isimleriyle müsemmâ bir Zât-ı Vâcibü’l-
Vücüd’un vücûd ve vahdetine şehâdet eder. Elbette bu vakitlerde imâte
ve ihyâ fiillerinde görünen izzet ve azamet-i İlâhiyyeye karşı nev-ı beşer tesbîhle
mükellef tutulacaktır. Hem bu fiiller üzerinde nazar-ı dikkati celb eden taaccübe
şâyân ef‘ál-i İlâhiyyeye karşı nev-ı beşer, tesbîhe da‘vet edilecektir. Öğle ve
ikindi vakitleri ise, niam-ı İlâhiyyenin tekâmül zamânlarıdır. Elbette bu kadar
hadsiz niam-ı İlâhiyyeye karşı nev-ı beşer, hamd vazífesiyle mükellef kılınacaktır.
İşte, buna işâreten âyet-i kerîmede hamd vazífesi arada zikredilmiştir.
[1] Mesnevî-i Nûriyye, Habbe, s. 118.