Bütün cemâl, kemâl ve ihsânın Cenâb-ı Hak’tan geldiğini bilmek; o cemâl, kemâl ve ihsâna karşı yapılan kavlî, fiilî ve hâlî bütün hamdlerin O’na mahsús olduğunu اَلْحَمْدُ لِِّٰ ile i‘lân etmektir.
“Risâle-i Nûr”un “Mektûbât” adlı eserinde bu cümle-i Kur’âniyye şöyle tefsîr edilmektedir:
اَلْحَمْدُ لِِّٰ“ bir cümle-i Kur’âniyyedir. Bunun en kısa ma‘nâsı, ilm-i Nahiv ve
Beyân káidelerinin iktizá ettiği şudur:
كُلُّ فَرْدٍ مِنْ اَفْرَادِ الْحَمْدِ مِنْ اَىِّ حَامِدٍ صَدَرَ وَعَلٰى اَىِّ مَْمُودٍ وَقَعَ مِنَ
اْلاَزَلِ اِلَى اْلاَبَدِ خَاصٌّ وَ مُسْتَحِقٌّ لِلذَّاتِ الْوَاجِبِ الْوُجُودِ الْمُسَمّٰى بِالّٰلِ
“Ya‘nî: ‘Ne kadar hamd ve medh varsa, kimden gelse, kime karşı da olsa,
ezelden ebede kadar hástır ve lâyıktır o Zât-ı Vâcibü’l-Vücûd’a ki, Elláh denilir.’
İşte, ‘ne kadar hamd varsa’, ‘el-i istiğrâk’tan çıkıyor. ‘Her kimden gelse’ kaydı ise,
‘hamd’ masdar olup fâili terk edildiğinden, böyle makámda umûmiyyeti ifâde
eder. Hem mef‘úlün terkinde, yine makám-ı hıtâbîde külliyyet ve umûmiyyeti ifâde
ettiği için, ‘her kime karşı olsa’ kaydını ifâde ediyor. ‘Ezelden ebede kadar’ kaydı
ise; fi’lî cümlesinden ismî cümlesine intikál káidesi, sebât ve devâma delâlet ettiği
için, o ma‘nâyı ifâde ediyor. ‘Hás ve müstehak’ ma‘nâsını ‘Lillâh’taki ‘lâm-ı cer’
ifâde ediyor. Çünkü, o ‘lâm’, ihtisâs ve istihkák içindir. ‘Zât-ı Vâcibü’l-Vücûd’
kaydı ise; vücûb-i vücûd, ulûhiyyetin lâzım-ı zarûrîsi ve Zât-ı Zü’l-Celâl’e karşı bir
unvân-ı mülâhaza olduğundan, ‘Lafzulláh’ sâir esmâ ve sıfâta câmiıyyeti ve ism-i
a‘zam olduğu i‘tibâriyle, delâlet-i iltizâmiyye ile delâlet ettiği gibi; Vâcibü’l-Vücûd
unvânına dahi, o delâlet-i iltizâmiyye ile delâlet ediyor.”[1]
لَهُ الْحَمْدُ“ Ya‘nî: Bütün mevcûdâtta sebeb-i medh ü senâ olan kemâlât
O’nundur. Öyle ise, hamd dahi O’na áiddir. Ezelden ebede kadar her kimden her
kime karşı gelen ve gelecek medh ü senâ O’na áiddir. Çünkü, sebeb-i medh olan
ni‘met ve ihsân ve kemâl ve cemâl ve medâr-ı hamd olan her şey O’nundur, O’na
áiddir. Evet, âyât-ı Kur’âniyyenin işârâtıyla, bütün mevcûdâttan dâimî bir súrette
dergâh-ı İlâhiyyeye giden bir ubûdiyyettir, bir tesbîhtir, bir secdedir, bir duádır ve bir
hamd ü senâdır ki; dâimî o dergâha gidiyor.”[2]
لَهُ الْحَمْدُ“ Ya‘nî: Hamd ü senâ, medih ve minnet O’na mahsústur, O’na lâyıktır. Demek, ni‘metler O’nundur ve O’nun hazînesinden çıkar. Hazîne ise, dâimîdir. İşte, şu kelime, şöyle müjde verip diyor ki: Ey insân! Ni‘metin zevâlinden elem çekme. Çünkü, rahmet hazînesi tükenmez. Ve lezzetin zevâlini düşünüp, o elemden feryâd etme. Çünkü, o ni‘met meyvesi, bir rahmet-i bî-nihâyenin semeresidir. Ağacı bâkí ise, meyve gitse de yerine gelen var. Ni‘metin lezzeti içinde, o lezzetten yüz derece daha ziyâde lezzetli bir iltifât-ı rahmeti hamd ile düşünüp, lezzeti birden yüz derece yapabilirsin. Nasıl ki, bir pâdişâh-ı zî-şânın sana hediyye
ettiği bir elma lezzeti içinde yüz, belki bin elmanın lezzetinin fevkınde, bir iltifât-ı
şâhâne lezzetini sana ihsâs ve ihsân eder. Öyle de: لَهُ الْحَمْدُ kelimesiyle, ya‘nî
hamd ve şükür ile, ya‘nî ni‘metten in‘ámı hissetmekle, ya‘nî Mün‘ım’i tanımakla ve
in‘ámını düşünmekle, ya‘nî O’nun rahmetinin iltifâtını ve şefkatinin teveccühünü
ve in‘ámının devâmını düşünmekle; ni‘metten bin derece daha lezîz, ma‘nevî bir
lezzet kapısını sana açar.”[3]
Hulâsa: Şu kâinâtta görünen cemâl, kemâl ve ihsânın cümlesi Elláh’tan
gelir. Onun için mü’min, cemâl, kemâl ve ihsânât-ı İlâhiyye’ye karşı اَلْحَمْدُ لِِّٰ
demekle mükelleftir.
[1] Mektûbât, 29. Mektûb, 1. Kısım, 5. Nükte, s. 367.
[2] Mektûbât, 20. Mektûb, 2. Makám, 5. Kelime, s. 217.
[3] Mektûbât, 20. Mektûb, 1. Makám, 5. Kelime, s. 206-207.