Azametli, bahtsız bir kıt’anın; şanlı, tâli’siz bir devletin; değerli, sâhipsiz bir kavmin reçetesi;
Veyâhut
BEDÎÜZZAMAN’IN MÜNÂZARÂTI
ve
ŞERHİ
بِسْمِ اللّهِ الرَّحْمنِ الرَّحيمِ
اَلْحَمْدُ لِلّهِ رَبِّ الْعَالَميِنَ وَ الصَّلاَةُ وَ السَّلاَمُ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَ عَلَى آلِهِ وَ صَحْبِهِ اَجْمَعِينَ
MUKADDEME
Beşeriyetin ekseriyetle bozulduğu ve hak din olan İslâmiyetin hakîkatinin âlemde neredeyse tamâmen ortadan kalktığı Âhirzamanda, kaynağı semâvî olan ve adına “Mehdîyet” denen bir hidâyet cereyânı vardır. Bu kudsî cereyânın, her birinin de “Mehdî” denilen üç mümessili vardır. Bu hakîkata Bediüzzaman Hazretleri şöyle işâret ediyor: “Evet bu zaman; hem îmân ve din için, hem hayât-ı içtimâiye ve şerîat için, hem hukùk-ı âmme ve siyâset-i İslâmiye için, gàyet ehemmiyetli birer müceddid ister.”(1)
Birinci Mehdî, hakàik-ı îmâniyenin mehdîsidir. Vazîfe-i mânevîyyesi takrîben yüz sene devâm eden bu birinci Mehdî’nin yapmış olduğu vazîfe, diğer iki Mehdî’nin vazîfelerine nisbeten çok daha ehemmiyetlidir.
Peygamber Efendimizin (sav) “Her yüz senede Cenâb-ı Hak bir müceddid-i din gönderir” (2) meâlindeki
إِنَّ اللَّهَ يَبْعَثُ لِهَذِهِ الْأُمَّةِ عَلَى رَأْسِ كُلِّ مِائَةِ سَنَةٍ مَنْ يُجَدِّدُ لَهَا دِينَهَا hadîs-i şerîfinin sırrına mazhar olan, Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri, Âhirzamandaki mehdîyet cereyânının Birinci Mehdî’si olarak İslâmiyetin îmân, akîde sahasında tecdîd vazîfesiyle tavzîf edilmiş bir müceddiddir. Ulûm-i dîniyenin menbaı olan Kur'ân, Sünnet, İcmâ-i Ümmet ve Kıyâs-ı Fukahâ çerçevesinde kaleme aldığı, ekseriyet-i mutlaka ile ilhâma mazhar olduğu eserleri de; esâs îtibâriyle mehdîyet cereyânının diğer mümessillerine bir program olarak hazırlanmıştır. (3)
O kudsî cereyânın mümessillerinden İkinci Mehdî ise; Âlem-i İslâmı zülumâttan nûra çıkaracak ve Âlem-i İslâmın ittihâdını te'mîn ederek şeâir-i İslâmiyeyi ve ahkâm-ı Kur'âniyeyi bütün Âlem-i İslâmda tatbîk edecek olan zâttır. Hâkimiyet devresi takrîben 40 sene sürecek olan bu İkinci Mehdî’nin hâkimiyetinin son zamanlarında Hz. Îsâ (as) nüzûl edecektir.(4) İşte şu şerhini yapacağımız “Münâzarât” isimli eser, İkinci Mehdî devrinde gerçekleşecek şûrâ-yı şer'î sistemini, zuhûrundan bir asır önceki şartlarda yaşayan insanlara anlatmaktadır.
O cereyânın üçüncü mümessili olan Üçüncü Mehdî ise; Hz. Îsâ (as) ile birleşerek ve Kur'ân’a tâbi olan Âlem-i Nasrâniyeti de arkasına alarak ahkâm-ı Kur'âniyeyi ve şeâir-i İslâmiyeyi bütün dünyâya hâkim edecektir. Bu zâtın hâkimiyeti de takrîben 40 senedir (age).
Ümmetin içine düşürüldüğü perîşanlığı Allah’ın izniyle ortadan kaldıracak olan bu mehdîyet cereyânının mümessili olan üç zâta da “Mehdî” denir. Yalnız, “Mehdî-yi Âhirzaman” denildiği vakit, İkinci Mehdî kasdedilmektedir. Zâten “Münâzarât” isimli eserin asıl muhâtabı da bu İkinci Mehdî ve nûrânî cemaatidir. Eserin ders verildiği Kürt aşîretleri ve o günkü Osmanlı Devleti zâhirî muhâtaptır; Birinci Mehdî’nin tecdîd-i îmân vazîfesi gören eserleri ve ciddî okuyucuları ise işârî muhâtaptır.
İkinci ve Üçüncü Mehdî’nin yapacağı vazîfeler her ne kadar efkâr-ı umûmiyede daha şa’şaalı ve büyük görülüyorsa da, hakîkat noktasında Birinci Mehdî’nin yaptığı îmân vazîfesi daha kıymetli ve ehemmiyetlidir.(1)
İşte o kıymetli ve ehemmiyetli vazîfeyi bihakkın yerine getiren Bediüzzaman Hazretleri eserlerinde dâimâ sevâd-ı âzama ittibâın lâzım olduğunu ve istikàmetin ancak Ehl-i Sünnet ve Cemaat Mezhebini rehber kılmakla mümkün olacağını beyân buyurmuştur. Ve bu hakîkati şu “Ehl-i Sünnet ve Cemaat olan ehl-i hak mezhebini karargâh yap ve Kur'ân-ı Mu’cizü’l-Beyânın muhkemat kal’asına gir ve Sünnet-i Seniyyeyi rehber yap, selâmeti bul”(2) vecîz cümlesiyle ifâde ederek okuyanları dâimâ hakka ve hakîkata irşâd etmiştir.
Fakat, Milâdî 20. asırda insanlığın ve bilhassa Müslümanların mâruz bırakıldığı dehşetli din tahribâtı sebebiyle zihinler İslâmın esaslarına yabancı kaldığı için, bu zâtın eserleri de, dünyevî efkârın te’siri ile yorumlanarak murâd edilen mânâ-yı maksûdun dışında rûh-u şerîattan uzak olarak anlaşılmaya başlanmıştır. Kitap ve Sünnet kaynak gösterilerek o eserleri açıklamak gerekirken, felsefenin tasallutu ile bulanan zihinler tarafından yanlış yorumlandığından, bilhassa Risâle-i Nûr’un Hayât-ı İçtimâiye-i İslâmiye’ye dâir kısımları, Ehl-i Sünnet ve Cemaatin akîde ve ameldeki esâsâtına muhâlif bir şekilde anlaşılmıştır. Bu eserlerin bâzı okuyucuları arasında da bu yanlış efkâr devâm ettirilmektedir. Üstâd’ın en çok yanlış anlaşılan eserlerinden birisi de, “Eski Said” devresinde kaleme aldığı “Münâzarât”tır.
Te’lifinden yıllar sonra bu eserine bakan Bediüzzaman Hazretlerinin şu mektûbu, Münâzarât’ın şerhine duyulan ihtiyâca güzel bir örnektir. Üstâd bu eseri için diyor ki:
“بِِا سْمِهِ سُبْحَانَهُ
“Te’lifinden otuz dört sene sonra, Münâzarât nâmındaki esere baktım. Gördüm ki, Eski Said'in o zamandaki inkılâptan ve o muhitten ve te’sirât-ı hâriciyeden neş'et eden bir hâlet-i rûhiyeyle yazdığı bu gibi eserlerinde hatîat var. O kusurât ve hatîatımdan bütün kuvvetimle istiğfar ediyorum ve o hatîattan nedâmet ediyorum. Cenâb-ı Hakkın rahmetinden niyâzım odur ki, ehl-i îmânın me'yûsiyetlerini izâle niyetiyle ettiği hatîat hüsn-ü niyetine bağışlansın, affedilsin.
“Eski Said'in bu gibi eserlerinde iki esâs-ı mühim hükmediyor. O iki esâsın hakîkatleri vardır. Fakat ehl-i velâyetin keşfiyâtı te’vilâta ve rüyâ-yı sâdıkanın te’vile muhtaç oldukları gibi, o hiss-i kablelvukùun dahi, daha ince tâbirlere lüzûmu varken; Eski Said'in o hiss-i kablelvukuyla hissettiği ve iki hakîkatin te’vilsiz, tâbirsiz bir sûrette beyânı, kısmen kusurlu ve kısmen hilâf görünüyor.
“Birinci esas: Ehl-i îmânın me’yusiyetine karşı, ‘İstikbâlde bir nûr var’ diye müjde verdiğidir. Bir hiss-i kablelvukuyla Risâle-i Nûr'un istikbâlde, dehşetli bir zamanda çok ehl-i îmânın îmânlarını takviye edip kurtarmasını hissedip o adese ile Hürriyet inkılâbındaki siyâset dâirelerine bakmış. Tâbirsiz, te’vilsiz tatbîke çalışmış; siyâset ve kuvvet ve kemmiyet noktasında zannetmiş. Doğru hissetmiş, fakat tam doğru diyememiş.
“İkinci esas: Eski Said, bâzı dâhî siyâsî insanlar ve hârika ediplerin hissettikleri gibi, çok dehşetli bir istibdâdı hissedip ona karşı cephe almışlardı. O hiss-i kablelvukù tâbir ve te’vile muhtaç iken, bilmeyerek resmî, zayıf ve ismî bir istibdat görüp ona karşı hücum gösteriyorlardı. Halbuki onlara dehşet veren, bir zaman sonra gelecek olan istibdatların zayıf bir gölgesini asıl zannederek öyle davranmışlar, öyle beyân etmişler. Maksat doğru, fakat hedef hatâ...
“İşte Eski Said de, eski zamanda böyle acip bir istibdâdı hissetmiş. Bâzı âsârında, ona hücumla beyânâtı var. O müthiş istibdâdât-ı acîbeye karşı meşrûta-i meşrûayı bir vâsıta-i necat görüyordu. Ve hürriyet-i şer'iye, Kur'ân'ın ahkâmı dâiresindeki meşveretle o müthiş musîbeti def eder diye düşünüp öylece çalışmış.
“Evet, zaman gösterdi ki, hürriyetperver nâmını alan bir devletin, o istikbâlde gelen istibdâdın bir nümûnesi olarak, üç yüz müstebit me'murlarıyla, üç yüz milyon Hindistan'ı, üç yüz seneden beri, üç yüz adam gibi kolay bağlayıp deprenmeyecek derecede istibdat altına alarak, eşedd-i zulmü âzamî bir derecede, yâni birisinin hatâsıyla binler adamı tecziye etmek olan kànûn-u müstebidânesine inzibat ve adâlet nâmını vermiş; dünyâyı aldatmış, ateşe vermiş.
“Münâzarât nâmındaki eserde, bâzı lâtîfe sûretinde bâzı kayıtlar, hâşiyecikler bulunur. O eski zaman te’lifinde zarifü't-tab' talebelerine bir mülâtafe nev'indendir. Çünkü onlar, o dağlarda berâberindeydiler. Onlara ders sûretinde beyân ediyormuş. Hem bu Münâzarât risâlesinin rûhu ve esâsı hükmünde olan hâtimesindeki Medresetü'z-Zehrâ hakîkatı ise, istikbâlde çıkacak olan Risâle-i Nûr'a bir beşik, bir zemin izhâr etmek idi ki, bilmediği, ihtiyarsız olarak ona sevk olunuyordu. Bir hiss-i kablelvukuyla o nûrânî hakîkati bir maddî sûrette arıyordu. Sonra o hakîkatin maddî ciheti dahi vücûda gelmeye başladı.
“Sultan Reşad, 19 bin altın lirayı Van'da temeli atılan o Medresetü'z-Zehrâ’ya verdi, temel atıldı. Fakat sâbık Harb-i Umumî çıktı, geri kaldı.”(1)
Osmanlı Devletinin son yıllarında tek kişinin hâkimiyeti mânâsındaki saltanatın değiştirilerek meclise ehemmiyet veren meşrûtiyet sistemine geçilmesinden hâsıl olan çalkantılı devrede kaleme alınan “Münâzarât”, esasta tam bir “şer'î devlet” şeklini ifâdeye çalışmaktadır. “Devlet, halîfe, meclis” gibi mefhumların İslâm dinindeki ıstılâhî mânâlarını nazara veren Bediüzzaman, tamâmen fıkıh esaslarına dayanarak bu mefhumlara açıklık getirmiş ve yanlış anlamalara meydan vermemeye gayret etmiştir. Lâkin âhirzaman hâdiselerinin şiddetle zuhûru sebebiyle sözleri o gün muhâtapları tarafından anlaşılmamış, sonraları o sözlere sâhip çıkanların bir kısmı tarafından da yanlış anlaşılmıştır. Hâlâ bu kargaşa devâm etmektedir.
Osmanlının 1908’de ferdî istibdat idâresinden meşrûtî sisteme geçmesi, o sistemin de kısa zamanda İttihâd ve Terakkî eliyle cemiyet istibdâdına dönmesi; arkasından Osmanlı Devletinin yıkılarak cumhurî sistemin kurulması, kısa bir müddet sonra onun da dejenere edilerek yine cemiyet istibdâdının hortlatılması; daha sonra da çok partili demokratik sisteme geçildiğinin söylenmesi; bu arada sıkça yaşanan açık-kapalı ihtilâller ve anayasa değişiklikleri gibi üç çeyrek asra sıkışan dehşetli inkılâplar sebebiyle Müslüman milletin zihinlerinin allak-bullak edilmesi yüzünden hakîkatin anlaşılması iyice zorlaşmıştır. Münâzarât’taki ifâdelerin doğru anlaşılmasına mâni olan mefhumlardan “demokrasi” hakkında bu Mukaddeme’de kısa bir bilgi verilmesi îcâb etmektedir.
Lûgat mânâsı “hürriyetçilik” olan “demokrasi” kelimesinin ıstılâhî yönüyle iki târifi yapılmıştır. Bu beşerî sistemi takrîben 2000 sene evvel ihdâs eden Yunan feylesoflarından Aristo, Sokrat ve Eflâtun’a göre târifi şöyledir:
“İnsanın hiçbir kànûn altına girmeden, kendi aklınca dilediği gibi hareket etmesi gerektiğini ileri süren bir rejimdir. Yâni insanın ne beşerî kànûnları, ne de İlâhî kànûnları dinlemeden kendi hevâ ve hevesine göre, herhangi bir baskı altında kalmadan ve başkasını da baskı altına almadan yaşaması gerektiğini ileri süren bir rejimdir.”
Bugünün feylesoflarının kabûl ettikleri “demokrasi” târifi ise şöyledir:
“Demokrasi halkın kendi kendisini idâre etmesidir. Yâni kendi idârecilerini kendisinin seçmesi ve kendilerini idâre edecek kànûnları da kendilerinin çıkarmalarıdır.”
Demokrasi sisteminin dayandığı ana esâs ise, dinin devlete kesinlikle karışamamasıdır. Ne İslâma ve ne de herhangi bir bâtıl dine dayalı bir devlet kurulabilir. Din “İlâhî”, demokrasi ise “beşerî” olduğundan, gerçek dinî inanç sâhipleri demokrasiyi kendi inançlarına göre “yanlış” kabûl etmektedirler.
Dinleri kendi sistemine karıştırmayan, o mânâda onlara aslâ hürriyet vermeyen demokrasi; dinlere muhâlefet ederek, kadınlara sınırsız hürriyet tanımayı da ana esâsları arasında saymaktadır. Çıplaklık meşrû sayıldığı gibi, zinâ da suç kabûl edilmemektedir. Şerîatın mîras hukùku da geçerli sayılmamaktadır.
Şerîat nâmına yazı yazmayı yasaklayan demokrasi sistemi, onun dışında basın-yayına sınırsız hürriyet vermektedir.
Dinin ana prensiplerini çiğneyenlere verilen şer'î cezâları da kabûl etmeyen demokrasi, “insan hakları” mefhûmunu sû-i istimâl ederek insanların dine aykırı yaşamasına hâmîlik etmektedir.
Bu sarâhate rağmen, nedense günümüz Müslümanları “şerîata göre devlet sistemi” için yazılmış Münâzarât isimli eserdeki ifâdeleri “demokrasi” sistemine de tatbîk etme yanlışını işlemektedirler. Okundukça görülecektir ki, bu şerh, bu tür yanlış anlamaların da önüne geçme niyetiyle kaleme alınmıştır.
Eserin şerhine geçmeden önce, müellifin çokça kullandığı temel mefhumlar hakkında kısa bir bilgi verilmesinde fayda vardır. Yeri geldikçe şerhde tekrâr edilecek bu mefhumlardan “devlet ve idâresi” ile ilgili olanlara kısaca bakacağız. Yalnız şu noktaya dikkat gerekir: Bediüzzaman Hazretleri 1910’da bu bilgileri verirken, sâdece Osmanlı Devletini değil, bütün İslâm âlemini düşünerek konuşmuştur. Dârü’l-İslâm’da devlete karşı silâhlı hareket câiz olmadığından ancak ilimle iknâ yolunun açık olduğunu eserleriyle bilfiil göstermiştir.
Müslümanların din ve dünyâya âit işlerini İslâm dininin emir ve yasaklarına uygun bir şekilde yapabilmelerini te'mîn ve kontrol eden siyâsî teşekküle “devlet” denir. O teşkilâtın başındaki idâreci şahsa da “halîfe” ünvânı verilmiştir. İslâm fukahâsı, devlet ve hilâfetle ilgili bütün hükümleri Kitap ve Sünnetten tesbît etmişlerdir. Bu müctehid ulemâ, “Ümmet için aynı anda iki halîfe olamaz”(2) demek sûretiyle, İslâm âleminde iki ayrı idâreci ve dolayısıyla da iki ayrı devlet olamayacağında ittifak etmişlerdir. Bu fikre muhâlefet eden din âlimi de çıkmamıştır.
Bu hükümlerden anlaşılıyor ki: İslâm âleminde şerîat-ı garrânın hâkim olduğu yerde “tek devlet” vardır, ve onun başında da şer'î şartları taşıyan ve bütün ümmetin kendisine itaat etmesi farz olan “tek halîfe” bulunur. Târifi yapılan bu İslâm devletinin hâkimiyet sahasında coğrafî hudut olamayacağından, her Müslüman o devletin her yerine serbestçe gidebilir. Devlet içinde eyâlet vâlilerinin idâresine verilen “eyâlet hudutları” bulunmakla beraber, bunlar ümmetin işlerinin daha rahat görülebilmesi için konulmuş idârî taksîmattan ibârettir.
(1) Kastamonu Lâhikası, 189
(2) Müstedrek, İmâm-ı Hâkim; Kitâb-ı Sünen, Ebû Dâvud; Şuâb-ı Îmân, Beyhakî
(3) Emirdağ Lâhikası, c. 1, s. 259; Sikke-i Tasdîk-ı Gaybî, s. 9
(4) El-İşâa li Eşrâti’s-Sâa, 98-99
(1) Kastamonu Lâhikası, 189
(2) Lem’alar, s. 78
(1) (Kastamonu Lâhikası, s. 72-74)
(2) Ahkâm-ı Sultâniye, Mâverdî, s. 37
- Hazırlanıyor...
- Hazırlanıyor...
- Hazırlanıyor...