tel tel tel
Kur'an-ı Kerim'den
(Sevdiğiniz şeylerden) Ellah yolunda infak etmedikçe birre (hayra, kemale, sevaba, rahmet-i Rahman’a, Ellah’ın rızasına ve Cennet’e) nail olamazsınız ve Hak yolunda her ne infak ederseniz, Ellah onu hakkıyla bilir.) Ona göre sizlere mükafatını ihsan buyurur.
(Al-i İmran, 3/92)
Hadîs-i Şeriflerden
Ellah’a ve ahiret gününe iman eden kimse, misafirine ikram etsin.
(Müslim, İman 77)
Dualardan
Ey bizi nimetleriyle perverde eden sultanımız! Bize gösterdiğin nümunelerin ve gölgelerin asıllarını, menba'larını göster. Ve bizi makarr-ı saltanatına celbet. Bizi bu çöllerde mahvettirme. Bizi huzuruna al. Bize merhamet et. Burada bize tattırdığın leziz nimetlerini orada yedir. Bizi zeval ve teb'îd ile tazib etme. Sana müştak ve müteşekkir şu muti raiyetini başı boş bırakıp i'dam etme.
(Sözler)
Vecîze
Tevekkül, kanaat ve iktisad öyle bir hazine ve bir servettir ki, hiçbir şey ile değişilmez.
Mektûbat

Duâ

    duâ: Ellâhü Teâlâya karşı rağbet, niyâz, yalvarış, tazarru’. Cenâb-ı Haktan hayır ve rahmet dilemek. Ellâh’ın rızâsını, hidâyet ve istikámete muvaffakıyyeti dilemek, yalvarmak. Peygamber (asm)’a salevât getirmek. Okumak. Salât, namâz. Duânın “kavlî, fiilî, hâlî ve ıztırârî” gibi çeşitleri vardır.  

“Duâ, ubûdiyyetin[kulluğun]rûhudur ve hâlis[samîmî]bir îmânın netîcesidir.Çünkü, duâ eden adam duâsı ile gösteriyor ki: Bütün kâinâta hükmeden birisi var ki, en küçük işlerime ıttılâı[haberi]var ve bilir; en uzak maksadlarımı yapabilir; benim her hâlimi görür, sesimi işitir. Öyle ise, bütün mevcûdâtın bütün seslerini işitiyor ki, benim sesimi de işitiyor; bütün o şeyleri O yapıyor ki, en küçük işlerimi de O’ndan bekliyorum,O’ndan istiyorum... Duânın en güzel, en lâtif, en lezîz, en hazır meyvesi, netîcesi şudur ki: Duâ eden adam bilir ki; birisi var ki, onun sesini dinler; derdine dermân yetiştirir, ona merhamet eder; O’nun kudret eli her şeye yetişir. Bu büyük dünyâ hanında o yalnız değil, bir Kerîm Zât var; ona bakar, ünsiyyet verir...” (Mektûbât, 24. Mektûb, Birinci Zeyl, Dördüncü Nükte, s. 291.)

(Duâ-yı kavlî-i ihtiyârînin[insânların bilerek ve sözle yaptıkları duâların]makbûliyyeti [kabûl edilmesi], iki cihetledir. Ya aynı matlûbu ile makbûl olur[istediği aynen verilir]veyâhud daha evlâsı[istediğinden daha güzeli]verilir.

Meselâ: Birisi kendine bir erkek evlâd ister. Cenâb-ı Hak,[Hz. Îsâ (as) gibi mümtâz bir erkeğin annesi olacak]Hazret-i Meryem gibi bir kız evlâdını veriyor.‘Duâsı kabûl olunmadı’denilmez.‘Daha evlâ bir sûrette kabûl edildi’denilir.Hem ba’zan kendi dünyâsının saâdeti[dünyâda rahatlık ve huzûr]için duâ eder.

Duâsı âhiret için kabûl olunur.‘Duâsı reddedildi’denilmez. Belki,‘Daha enfa’ bir sûrette kabûl edildi’denilir. Ve hâkezâ...Mâdem Cenâb-ı Hak, Hakîm’dir[hikmetle verir], biz O’ndan isteriz, O da bize cevâb verir. Fakat, hikmetine [ilm-i ezelîsinde takdîr ettiği nizâma, faydalara ve güzelliklere]göre bizimle muâmele der. Hasta, tabîbin hikmetini ittihâm etmemeli[doktorun teşhîs ve yazdığı reçeteye i’tirâz edip onu suçlamamalı].

Hasta bal ister; tabib-i hâzık[işinin ehli olan doktor], sıtması için sulfato[tadı acı olan sıtma hapı Kinin]verir.‘Tabib beni dinlemedi’denilmez. Belki âh ü fizârını[feryâdını, inlemesini]dinledi, işitti, cevâb da verdi; maksûdun[istenenin]iyisini yerine getirdi.”(Mektûbât, 24. Mektûb, Birinci Zeyl, Üçüncü Nükte, s. 291.) “Dördüncü nev’i ki; en meşhûrudur... Bizim duâmızdır. Bu da iki kısımdır: Biri, fiilî ve hâlî; diğeri, kalbî ve kalîdir. Meselâ: Esbâba teşebbüs, bir duâ-yı fiilîdir. Esbâbın ictimâı[sebeblerin bir araya gelmesi], müsebbebi [netîceyi, meyveyi, mahsûlü] îcâd etmek[yapmak, meydâna getirmek] için değil; belki lisan-ı hâl[bir tavır sergilemek, durum arz etmek] ile müsebbebi Cenâb-ı Haktan istemek için bir vaz’ıyyet-i marziyye[hoşa gidecek bir durum] almaktır. Hattâ, çift sürmek, hazine-i rahmet kapısını çalmaktır. Bu nev’i duâ-yı fiilî, Cevâd-ı Mutlakın isim ve unvânına müteveccih olduğundan, kabûle mazhariyyeti ekseriyet-i mutlakadır[duânın Allâhü Teâlâ tarafından çoğunlukla kabûl edildiği görülür].

İkinci kısım:Lisân[dil]ile, kalb ile duâ etmektir. Eli yetişmediği bir kısım metâlibi [arzularını]istemektir. Bunun en mühim ciheti, en güzel gáyesi, en tatlı meyvesi şudur ki: Duâ eden adam anlar ki:Birisi var; onun hâtırât-ı kalbini[kalbinden geçenleri bile]işitir, her şeye eli yetişir, her bir arzusunu yerine getirebilir… Aczine merhamet eder, fakrına meded[ihtiyâclarına yardım]eder.İşte ey âciz insân ve ey fakír beşer!Duâ gibi hazine-i rahmetin anahtarı ve tükenmez bir kuvvetin medârı[sebebi] olan bir vesîleyi[duâ gibi bir vâsıtayı] elden bırakma.

Ona yapış, âlâ-yı illiyyîn-i insâniyyete[insânın çıkabîleceği en yüksek mertebe olan makàm-ı mahbûbiyyet ve rızâya] çık, bir Sultân gibi, bütün kâinâtın duâlarını kendi duân içine al. Bir abd-i küllî ve bir vekîl-i umûmî[bütün kâinâtın temsîlcisi] gibi ‘اِيَّاكَ نَسْتَعِينُ’ [yalnız Sana ibâdet eder ve yalnızca Senden yardım dileriz] de. Kâinâtın güzel bir takvîmi ol!...” (Sözler, 23. Söz, Birinci Meb’has, Beşinci Nokta, s. 288.)   

Muhammed Doğan'ın (Molla Muhammed el-Mûşî el-Kersî) beyanatları Nurmend.com sitesinden başka bir platformda yayınlanmamaktadır. © 2014-2023 | Her hakkı saklıdır. Kaynak gösterilmeden kullanılamaz. Nurmend - Şerhmend
1.293 sn. deSen
↑ Yukarı