tel tel tel
Kur'an-ı Kerim'den
Ey insanlar! (Siz, ekseriyetle dünya hayatını ahiret hayatına tercih ediyorsunuz. Halbuki ahiret, dünyadan daha hayırlıdır ve devamlıdır.) Ahiret hayatı ebedidir. Ehl-i iman hakkında cismani ve ruhani saadetleri camidir. Dünya hayatı ise fanidir. Elem ve kederden hali değildir.
(A’la, 87/16-17)
Hadîs-i Şeriflerden
İnsanlara merhamet etmeyen kimseye Ellah da merhamet etmez.
(Buhari, Edeb 18)
Dualardan
Feya Rabbî, ya Hâlıkî, ya Mâlikî! Seni çağırmakta hüccetin hacetimdir. Sana yaptığım dualarda uddetim fâkatimdir. Vesilem fıkdan-ı hile ve fakrimdir. Hazinem aczimdir. Re's-ül malım, emellerimdir. Şefiim, Habibin (Aleyhissalâtü Vesselâm) ve rahmetindir. Afveyle, mağfiret eyle ve merhamet eyle yâ Ellah yâ Rahman yâ Rahîm! Âmîn!
(Mesnevi-i Nuriye)
Vecîze
Güzel gören, güzel düşünür. Güzel düşünen, hayatından lezzet alır.
Mektûbat

VERASET MES’ELESİ VE BEDÎÜZZAMÂN HAZRETLERİNİN VÂRİSLERİ KİMLERDİR?

O gizli zındıka komitesinin te’vîlât-ı fâside ile te’vîl ettikleri mes’elelerden biri de, Bedîüzzamân Hazretlerinin vârisler hakkında yazdığı gelecek mektûbudur.

“Azîz, Sıddîk Kardeşlerim ve Vârislerim!
“Ecel gizli olmasından, vasiyyetnâme yazmak sünnettir. Benim metrûkâtım ve Risâle-i Nûrdan olan benim husûsî kitâblarım ve güzel cildlenmiş mecmûâlarım vesâir şeylerimin bütününü, Gül ve Nûr fabrikalarının hey’etine, başta Hüsrev ve Tahirî olarak o hey’etten on iki (**) kahramân kardeşlerime vasiyyet ediyorum. Onlara bırakıyorum ki; emr-i hak olan ecelim geldiği zamân, benim arkamda o metrûkâtım, benim bedelime o sâdık ve mübârek ellerde hizmet-i nûriyye ve îmâniyyede çalışsın ve isti’mâl edilsin.

“Kardeşlerim! Bu vasiyyetten telâş etmeyiniz. Ben, teessürâttan ve dokuz def’a zehirlenmekten, pek çok zaîf olmakla berâber; gizli münâfıkların desîselerle müteaddid sû-i kasdları için bu vasiyyeti yazdım. Merâk etmeyiniz, inâyet-i Rabbâniyye ve hıfz-ı İlâhî devâm ediyor.

“(**) Kardeşim Abdülmecid, Zübeyr, Mustafa Sungur, Ceylân, Mehmed Kaya, Hüsnü, Bayram, Rüşdü, Abdullah, Ahmed Aytimur, Âtıf, Tillolu Said, Mustafa, Mustafa, Seyyid Sâlih.” (Emirdağ Lâhikası, s. 119-120)

O gizli komite, Bedîüzzamân Hazretlerinin bu mektûbunda ta’yîn ettiği maddî metrûkâtından sorumlu olan  talebeleri öne sürmek sûretiyle, saff-ı evveli teşkîl eden erkân ve ma’nevî vârisleri saf dışı bırakıp, bir kısmını tarîkát meşreb, bir kısmını milliyyetçi vb. nâmlar altında ittihâm ederek bu saff-ı evveldeki ehâss-ı havâs ve erkân olan zevât-ı âliyyeyi “hizmeti bilmiyorlar” gibi gösterip,  onlar hayâtta iken hem o maddî metrûkâttan sorumlu olan eşhâs onlardan istifâde etmediler, hem de başka insânların istifâdesine mâni’ oldular ve böylece onların hizmet metodlarından insânları uzaklaştırdılar. Tâ ki, Risâle-i Nûr’un hakíkí mesleği kaybolsun.

Ba’de’l-memât mezar taşından da istifâde olunmaz! Halbuki, o zevât-ı âliyyenin hizmet metodları, 1400 seneden beri gelen İslâm âlimlerinin ve mürşidlerin bâhusûs Üstâd Bedîüzzamân Said Nursî Hazretlerinin hizmet metodunun aynısı idi. O gizli zındıka komitesi, Üstâd Bedîüzzamân Hazretlerinin vefâtını müteákıb o devrede henüz yaşları küçük, tecrübeleri az, Risâle-i Nûr ve başka ilimlerde tam mütehassıs olmayan ve Risâle-i Nûr hizmetinin maddî işleriyle meşgúl  olan Bedîüzzamân Hazretlerinin maddî hizmetkârlarını ön plana çıkararak Bedîüzzamân Hazretlerinin hakíkí vârislerinin bunlar olduklarını nazara verip saff-ı evveli teşkîl eden ve hakíkí vâris olan talebelerden insânları uzaklaştırmak yoluna gittiler ve o gizli komite bunda muvaffak da oldular. İnâyet-i İlâhiyye, Risâle-i Nûr’a nezâret ettiği için inşâallah onların bu zarârlarını telâfî edecektir. Allâhu a’lem.

Halbuki, o maddî hizmetkârların böyle bir tefevvuk niyetleri yoktu ve saff-ı evveldeki  talebeleri takdîr ediyorlardı. O hâlde bu fikir, olsa olsa o gizli zındıka komitesinin sinsi bir planıdır. Bununla da, Risâle-i Nûr’un hakíkí mesleğini kaybettirmek istiyorlar. Bedîüzzamân Hazretleri ulûm-i zâhir ve bâtında mütehassıs olan Mehmed Fevzi Efendi için, “Isparta kahramânlarına yetişemezsin” dediği hâlde, Üstâd Hazretleri vefât ederken daha genç yaşta bulunan, tecrübeleri az, Risâle-i Nûr ve başka ilimlerde tam mütehassıs olmayan o maddî metrûkât vârislerin saff-ı evvel talebelerine yetişmeleri mümkün müydü? Yine Bedîüzzamân Hazretleri, Hulûsî Bey (rh) hakkında şu beyânâtta bulunmuştur:

“Benim vârisim olan sen.” (Mektûbât, s. 20)

“Azîz âhiret kardeşim ve hizmet-i Kurânda gayretli arkadaşım ve ders-i esrâr-ı îmânîde zekâvetli ve ferâsetli talebem. VE VEFÂTIMDAN SONRA SADÂKATLİ VÂRİSİM, BİRÂDERZÂDEM...”  (Barla Lâhikası, 271)

“Cemâate Sözler’i okumak zamânında, sendeki hissiyyât-ı âliyye ve fazla inkişâf ve fedâkârâne hamiyyet-i dîniyye galeyânının sırrı şudur ki: ‘Velâyet-i kübrâ olan verâset-i nübüvvetteki makám-ı teblîğin envârı altına girdiğin içindir. O vakit sen, dellâl-ı Kurân Saidin vekîli, belki ma’nen aynı hükmüne geçtiğin içindir.’ ” ( Barla Lâhikası, 255)

“İkinci ru’yân ise: Sana ve Müslümanlara büyük bir beşârettir. Ve sarıklılara ehemmiyyetli bir itabdır. Onuncu safta iken, imâmetin çok ma’nidârdır. İnşâallah Cenâb-ı Hak seni, âlî bir mertebe olan İmâmlık Mertebesi’ne mazhar eder. Sizi yanımda hazır edip, sizinle şimdilik bir kaç kelime konuşacağım.” (Barla Lâhikası, 378)

“Sizin gibi hakíkata yetişmiş ve hakíkattaki hakíkí tesellî ve esâslı sevinci bulmuş zâtlara, envâr-ı îmâniyyenin ve esrâr-ı Kur’âniyyenin nâşirlerine karşı ehl-i dalâletin ve şeytânların desâisle tehâcümünden neşet eden müşkilât ve gam ve kedere karşı sabır ve metânet et ve hüzün ve merâk etme demeye ihtiyâc hissetmem.” (Barla Lâhikası, 263)

“Azîz kardeşim, çendan Abdülmecid benim nesebî kardeşim ve yirmi sene talebemdir. Fakat, ne o, ve ne hiç birisi BENİM  HULÛSÎme yetişmiyor. O mektûblar (ekseriyyet-i mutlaka) senin nâmınla yazılmış ve sana gönderiliyor.” (Barla Lâhikası, 321)
“Bütün mektûblarımda ‘Azîz sıddîk kardaşlarım’ dediğim zamân muhlisHULÛSΠ saff-ı evvel muhâtabların içindedir.” (Barla Lâhikası, 26)

Nasıl ki, Kur’ân’ın maddî ve ma’nevî vârisleri inhisâr altına alınmıyor, tağyîr etmemek şartıyla herkes Kur’ân’ı matbaaya verebilir ve çalışmak şartıyla herkes ilmî olarak ve ma’nen Kur’ân’ın vârisi olabilir. Aynen öyle de, Risâle-i Nûr dahi Kur’ân’ın tefsîri olması hasebiyle ne bir cemâatın, ne bir cem’ıyyetin malı değildir; belki umûm mü’minlerin malıdır.

Risâle-i Nûr’u tebdîl ve tağyîr etmemek ve sadâkat şartıyla, o eserler hem ma’nevî hem de maddî olarak bütün ümmetin malıdır. O hâlde, Risâle-i Nûr’un da ne maddî ve ne de ma’nevî vârisleri inhisâr altına alınamâz. Kur’ân’ın mu’cize-i ma’neviyyesi olan bu eserler “Lâ ilâhe illallâh Muhammedü’r-Rasûlullah” diyen bütün ümmetin malıdır.Temennîmiz odur ki, diyânetten teşekkül eden bir ilmî hey’etin Risâle-i Nûr’a maddeten ve ma’nen sâhib çıkmasıdır. Şimdi vârislerle alâkalı yukarıda zikredilen mektûbun şerhine geçiyoruz:

Evvelâ: Yukarıda geçen vârislerle alâkalı mektûb, maddî vârisler hakkında olup ma’nevî vârisler hakkında değildir.
Sâniyen: Maddî vârisler ayrıdır, ma’nevî vârisler bütün bütün ayrıdır. Şimdi bu iki kısım vârisleri îzâh edeceğiz. Şöyle ki:

1) Maddî vârisler: Üstâdın elbiseleri, kitâbları, matbaadan elde edilen gelirlerin dağıtımı gibi metrûkâtla alâkadâr olan eşhâsdır. Bunlara muhâsebe vazîfesi verilmiş, ma’nevî kumandanlık vazîfesi verilmemiştir. Bunlar maddî metrûkâtı ve Risâle-i Nûr eserlerinin basım ve dağıtımıyla alâkalı işlerle ilgilenen vârislerdir. Bedîüzzamân Hazretlerinin matbaa işini hakíkí vârislere değil, gençlere, belki maddî vârislere bırakmasının sebebi; ilmî ve ma’nevî vâris olanların vazîfelerinin ağırlığından dolayı böyle maddî şeylerle onları meşgúl ettirmemek içindir.

Hacı Hulûsî Bey (ra) merhûma “vârisler” konusunda Vahdettin Hızıroğlu tarafından mektûbla sorulan bir suâle, o zât-ı muhterem yine mektûbla cevâben şöyle diyor: “Vârisler, hastalığı zamânında hayâtta bulunup sünnet olan vasiyyeti yerine getirecek zâtlardır.”

2) Ma’nevî vârisler: Dellâl-ı Kur’ân olan Bedîüzzamân Said Nursî Hazretlerine ma’nevî ve ilmî cihette vâris olan ve hakáik-ı îmâniyye ve esâsât-ı İslâmiyyeyi insânlara teblîğ etmekle vazîfedâr olan eşhâsdır. Bu eşhâs, zâhirî ilimleri elde ettikten sonra bâtınî ilimleri de elde etmek sûretiyle Risâle-i Nûr vâsıtasıyla hakíkate geçmek isteyen kimselerdir. Bu zevât-ı âliyye, Üstâd Bedîüzzamân Hazretleri ve Risâle-i Nûr’un irşâdâtıyla tekâmül edip -Âyetü’l Kübrâ risâlesinde beyân edildiği tarzda- hakíkatü’l-hakáika geçen ve o hakáikın hakíkí zevkını tadan başta Hacı Hulûsî Bey olmak üzere Hoca Sabri, Hüsrev, Mehmed Feyzi, Hâfız Ali, Hasan Feyzi, Hâfız Tevfîk gibi erkân ve esâslardır.

Bunlar Üstâd Bedîüzzamân (ra)’ın irşâdıyla tasfiye-i zihin eden ve ilm-i zâhir ile ilm-i bâtını mezceden kimselerdir. Bunların içinde daha yüksek bir makám olan “asrın imâmı” vazîfesiyle tavzîf edilmiş biri vardır ki, o da el-Hâc İbrâhîm Hulûsî (ra) Bey’dir.

Hacı Hulûsî Bey (ra), mezkûr maddî vârisleri ta’rîf ettiği aynı mektûbda ma’nevî vârisler için de şöyle buyurmaktadır:

“Üstâd Hazretleri, bir tarîkátın pîri değildir ki, postnişinlik vazîfesini birine veyâ bir zümre ve aralarında birini seçmek üzere bıraktığı, vâris yaptığı düşünülebilir. Bu babda bir şûrâ da düşünülemez. Hem bir hadîs-i şerîf  ile sâbit olan her yüz başında bu ümmete Cenâb-ı Hak îmânlarını tecdîd için bir müceddid göndermesi husûsunun onun bir ferdi bu asırda Risâle-i Nûr dur diyen Üstâdımızdır.”

O hâlde bu maddî ve ma’nevî şeklinde ikiye ayrılan vârislik mes’elesi, birbirinden çok farklı iki mes’eledir.

Biri; maddî metrûkât ve Risâle-i Nûr eserlerinin basım ve dağıtımıyla alâkalı işlerle ilgilenen vârislerdir.

Diğeri ise; Dellâl-ı Kur’ân olan Bedîüzzamân Said Nursî Hazretlerine ma’nevî ve ilmî cihette hakáik-ı îmâniyye ve esâsât-ı İslâmiyyeyi insânlara teblîğ eden vârislerdir. Unutulmamalıdır ki, her şey kendi ehil ve erbâbına bırakılmazsa o şeyde muvaffakıyyet elde edilmez ve netîce alınmaz. Bin dört yüz seneden beri gelen İslâm âlimlerinin ve mürşidlerin hizmet anlayışı ve metodu ne ise, Üstâd Bedîüzzamân Said Nursî Hazretlerinin ve ma’nevî vârislerinin de hizmet anlayışı ve metodu odur. İşte o gizli zındıka komitesi, bu müstakím olan hizmet anlayışını ortadan kaldırmak için maddî vârisleri nazara verdiler.

Bu müstakím hizmetten kasdımız şudur ki: Kitâb, Sünnet, İcmâ-ı Ümmet ve Kıyâs-ı Fukahâyı esâs alan ve tedrîsâtta Kur’ân, Hadîs, Risâle-i Nûr ve Fıkhı okuyan ve okutan bir hizmet anlayışıdır.

Sâlisen: Hacı Hulûsî Bey (ra)’ın yukarıda zikrettiğimiz mektûbunda ta’rîf ettiği gibi; Bedîüzzamân Hazretlerinin Emirdağ Lâhikası’nda geçen mektûbundaki vârisler, Şerîat-ı Garrâdaki vârisler, yâni nesebî vârisler ma’nâsında değildir. Belki bu mektûbda geçen vâristen murâd, “vâsî” ma’nâsındadır; yâni kendisine vasiyyet yapılan kişidir. Yoksa, “vâris-i şer’î” ve “vâris-i nesebî” ma’nâsında değildir. Çünkü, şerîata göre vâris: Kur’ân’ın tesbît ettiği vefât eden şahsın akrabâlarıdır.

Üstâd Bedîüzzamân Hazretleri gibi bir âlim, kimin vâris-i şer’î olduğunu bildiği için; “vâris” kelimesini bu ma’nâda, yâni “vâsî” ma’nâsında kullanmıştır. Hacı Hulûsî Bey’in de ifâde ettiği gibi buradaki vâristen murâd, şer’-i şerîf de geçen irsin vârisi değildir. Belki “vâsî” ma’nâsındadır.

Râbian: Üstâd Bedîüzzamân Hazretlerinin vârisleri hakkındaki ba’zı açıklamaları ve ba’zı eşhâsın isimlerinin zikredilmesi, inhisâr ma’nâsında değildir. Çünkü, Risâle-i Nûr mîrî malıdır. Risâle-i Nûr’un ne maddî, ne ma’nevî vârisleri inhisâr altına alınabilir. Risâle-i Nûr bütün ümmetin malıdır. Sadâkat şartıyla, Risâle-i Nûr dâiresinde bulunan herkes maddî vâris olabileceği gibi; terakkí netîcesinde zâhirden hakíkate geçen herkes de Risâle-i Nûr’un ma’nevî vârisi olabilir.

Risâle-i Nûr’un maddî ve ma’nevî vârisleri herhangi bir sayıyla da mukayyed değildir. Çünkü, şahıslar fânî, hizmet-i îmâniyye ve Kur’âniyye ise bâkídir. Demek, da’vâlar fânî şahıslara binâ edilemez. O hâlde ne ma’nevî vârisler ne de  maddî vârisler belli eşhâsla sınırlanabilir. Kur’ân’ın da’vâsı kıyâmete kadar devâm edeceğinden, Kur’ân’a hizmet edecek eşhâs da derecesine göre bu verâsette dâhildir.

Hâmisen: Bu mesele gizli bir zındıka komitesi tarafından Risâle-i Nûr talebeleri arasına sinsice atılmıştır. Gáyeleri ise, Üstâd Bedîüzzamân Hazretlerinin hâlis, müstakím ve ma’nevî vârisleri olan  haslar ve erkânlardan Müslümanları soğutmak ve onların müstakím olan hizmet usûlünden uzaklaştırmak sûretiyle Risâle-i Nûr hakíkatlerini te’vîlât-ı fâside ile te’vîl etmek, böylece Kur’ân, Hadîs ve Tasavvufta olduğu gibi, Risâle-i Nûr’da da tahrîf, tağyîr ve tebdîl etmek için çalışmalarıdır.

Kanâatımız ise şudur ki; şu anda hayâtta olan hiç bir Risâle-i Nûr talebesi, saff-ı evveldeki  ma’nevî vârisler olan  haslar ve erkânlara karşı bir tefevvuk düşüncesi içerisinde değildirler; belki onları, yâni o hasları ve erkânları her zamân hizmet-i îmâniyye ve Kur’âniyyede “birinci”  addetmişlerdir. Bu îzâhâttân gáyemiz, Risâle-i Nûr’un matbaa işiyle uğraşan kimseleri tenkíd değildir. Belki bu noktada onlar da ehl-i insaftırlar. O saff-ı evvel talebeleri büyük olarak bilirler ve onlara kavuşulamayacağını da kabûl ederler. Onlar hakkında inancımız budur.

جَزَاهُمُ اللهُ خَيْرًا كَثيِرًا

Cenâb-ı Hak, her iki kısım vârislere sadâkat ve samîmiyyeti muhâfaza etmek şartıyla ve Risâle-i Nûr’u tağyîr ve tebdîl etmemek şartıyla hayr-ı kesîr ihsân eylesin.

Elhâsıl: Kur’ân’ın ve Risâle-i Nûr’un hakíkí ma’nâdaki ilmî ve ma’nevî vârislerini Allah seçer, beşer seçimiyle değildir.

Kaynak:Rahle Yayınları; Reddu’l-evham-4

 

Muhammed Doğan'ın (Molla Muhammed el-Mûşî el-Kersî) beyanatları Nurmend.com sitesinden başka bir platformda yayınlanmamaktadır. © 2014-2023 | Her hakkı saklıdır. Kaynak gösterilmeden kullanılamaz. Nurmend - Şerhmend
0.309 sn. deSen
↑ Yukarı