Bedîüzzamân Said Nursî (ra) Hazretlerinin “Cenâb-ı Hakkın nazar-ı merhametinde hak haktır, küçüğüne büyüğüne bakılmaz. Küçük, büyük için ibtâl edilmez. Bir cemâatin selâmeti için, bir ferdin rızâsı bulunmadan, hayâtı ve hakkı fedâ edilmez. Hamiyyet nâmına, rızâsıyla olsa, o başka mes’eledir.”
“Hem bir ma’sûm, rızâsı olmadan, bütün insâna da fedâ edilmez kendi ihtiyârıyla, kendi rızâsıyla kendini fedâ etse, o fedâkârlık bir şehâdettir ki, o başka mes’eledir–” cümlelerinin şerh ve îzâhı hakkındadır.
Üstâd Bedîüzzamân, şu cümlelerinde Kur’ân’ın bir kanûn-i esâsîsi olan adâlet-i mahzâyı beyân ediyor. Bu kanûn-i adâlete göre; cem’ıyyetin selâmeti için ferdler fedâ edilmez ve bir ma’sûmun hakkı, bütün insânlar için dahi fedâ edilmez. Fakat Üstâd Hazretleri, bu cümlelerinde bir kayıt ve bir istisnâ yapmıştır ki o da şudur:
“Hamiyyet nâmına, rızâsıyla olsa, o başka mes’eledir.”
“Kendi ihtiyârıyla, kendi rızâsıyla kendini fedâ etse, o fedâkârlık bir şehâdettir ki, o başka mes’eledir”
Evet bir ferd, hamiyyet-i İslâmiyye için kendi rızâsıyla kendini fedâ etse, o bir nev’ì şehâdettir. Belki şehâdetin en yüksek mertebesidir.
Evet şu kayıd ve istisnâ, şerîatın gàyet ince bir düstûruna işâret etmektedir. O da şudur ki; şerîat-ı İslâmiyyeye göre bir kimsenin intihâr etmesi ve bilerek kendi eliyle kendisini tehlikeye atması harâmdır. Fakat i’lâ-i kelimetullah için ve Kur’ân’ın hâkimiyyeti ve ümmet-i Muhammediyyenin menfaati için nefsini bezledip fedâ etmesi başka bir mes’eledir ve bu dinimizce intihâr sayılmamaktadır. Belki bu, bir nev’ì şehâdettir ve şehâdetin en yüksek derecesidir.
Üstâd’ın mezkûr cümlelerinde işâret ettiği şu mes’eleyi fukahâ-yı İslâm, harbde bir kişinin tek başına düşman safına hücûm etmesi bahsinde şöyle îzâh etmişlerdir:
“Fukahâ, Müslüman bir kişinin, öldürüleceğini kesin bildiği halde düşman ordusunun üstüne tek başına hücûm etmesinin cevâzı hakkında ihtilâf ettiler:
“Mâlikîler: Müslüman bir kişinin, kalabalık bir küffâr topluluğu üzerine gitmesinin, eğer maksadı i’lâ-i kelimetullah ise ve o Müslümanda bir kuvvet varsa ve küffâra te’sîr edeceğini zan ediyorsa, velev nefsinin helâk olup gideceğini bilse dahi câiz olduğuna zehâb etmişlerdir. Bu durumda bu hareket, bir intihâr olarak kabûl edilmez. Hem denildi ki, o kişi eğer şehâdeti taleb ederse ve niyyeti de hâlis ise hücûm etsin. Çünkü onun maksûdu düşmanlardan birisidir. Bu husûs, Ellahu Teâlâ’nın şu kavlinde beyân edilmiştir:
وَمِنَ النَّاسِ مَنْ يَشْرى نَفْسَهُ ابْتِغَاءَ مَرْضَاتِ اللهِ
“Ya’nî: ‘İnsânlardan ba’zıları vardır ki, Ellahu Teâlâ’nın rızâsını taleb için nefsini satar, (kendisini fedâ eder).’
“Ba’zıları ise bunun cevâzını şununla kayıtladılar ki; o kişi, üzerine hamle yaptığı kâfiri öldüreceğini ve kurtulabileceğini gàlib bir zan ile bilmelidir. Kezâlik o kişi öldürüleceğini, fakat düşmana bir zarâr veyâ bir belâ vereceğini veyâhut Müslümanların faydalanacağı bir te’sîr meydana getireceğini bilse ve bunu gàlib bir zan ile tahmîn etse yine bunu yapması câizdir.
“Şu şekilde bir hareket, وَلاَتُلْقُوا بِاَيْديكُمْ اِلَى التَّهْلُكَةِ ‘Can ve malınızla Ellah yolunda cihâd etmemek sûretiyle kendi elinizle kendinizi tehlikeye atmayın’ âyetiyle nehyedilen “nefsini tehlikeye atmak” olarak ta’bîr edilemez. Çünkü, bu âyetteki tehlikenin ma’nâsı, ekser müfessirlerin tefsîr ettiği üzere, malının başında durup onu ıslâh etmeye çalışıp cihâdı terk etmek demektir. Tirmizî’nin Eslem Ebû Imrândan rivâyet ettiği ve Kostantiniyye gazvesinden hikâyeten naklettiği şu rivâyete binâen ki;
Müslümanlardan bir adam, Rumların safına hücûm etti ve nihâyetinde onların arasına girip insânlara bağırdı. Bunu gören ba’zı kimseler dediler ki; ‘Sübhânellah! Bu adam kendi eli ile kendisini tehlikeye atıyor.’ Bunun üzerine Ebû Eyyûb el-Ensârî ayağa kalkıp dedi ki; ‘Ey insânlar! Sizler bu âyet-i kerîmeyi bu şekilde te’vîl ediyorsunuz. Halbuki bu âyet-i kerîme, biz ensâr topluluğu hakkında nâzil oldu. Ellahu Teâlâ İslâm’ı azîz edip İslâm’ın yardımcılarını çoğalttığında bizden ba’zıları ba’zılarına, Resûlullah’a bildirmeden gizlice dediler ki, ‘Bizim mallarımız zâyi’ oldu. Ellahu Teâlâ ise şu anda İslâm’ı azîz edip yardımcılarını çoğaltmıştır. Keşke biraz mallarımızın başında dursak ve zâyi’ olan mallarımızı ıslâh etsek.’ Bunun üzerine Ellahu Teâlâ bizim sözlerimizi reddederek Peygamberine şu âyeti kerîmeyi indirdi:
وَاَنْفِقُوا فى سَبيلِ اللهِ وَلاَتُلْقُوا بِاَيْديكُمْ اِلَى التَّهْلُكَةِ
“‘Can ve malınızla Ellah yolunda cihâd etmemek sûretiyle kendi elinizle kendinizi tehlikeye atmayın.’
“Demek asıl tehlike, malların başında durup onun ıslâhına çalışmamız ve cihâdı terk etmemizdir.” Râzî, Şâfiî’den rivâyeten nakletti ki, “Resûlullah (asm) cenneti anlattı. Bunun üzerine adamın birisi ona dedi ki; ‘Eğer ben Ellah yolunda öldürülsem, benim makàmım nerede olur bana haber ver.’ Resûlullah (asm) ‘Cennette olursun’ dedi.. Bunun üzerine adam elindeki hurmaları atıp öldürülünceye kadar harbetti.” Kezâlik ibn-i Arabî de şöyle demiştir: “Benim ındimde sahîh olan bir kişinin, öldürüleceğini kesin olarak bildiği halde düşman ordusunun üstüne tek başına hücûm etmesinin cevâzıdır. Çünkü bunda dört cihet vardır:
“Birincisi: Şehâdet talebi.
“İkincisi: Kâfire zarârın vücûdu.
“Üçüncüsü: Müslümanları kâfirler üzerine cesâretlendirmek.
“Dördüncüsü: Düşmanın zaîfliğini göstermek. Çünkü onlar şöyle düşünürler; ‘Eğer Müslümanlardan sâdece bir kişinin yaptığı böyle olursa, ya bütün mü’minler hücûm etse hâlimiz nice olur?’”
Hanefîler şöyle tasrîh etmişlerdir ki: Eğer bir Müslüman bilse ki, harbettiğinde katledilecek, harbetmezse de esîr edilecek. O vakit ona harbetmek lâzım değildir. Lâkin eğer öldürülünceye kadar harbetse, onlara zarâr vermek şartı ile bu câizdir. Ammâ bilse ki onlara bir zarâr veremeyecek, o vakit onların üzerine hücûm etmesi helâl değildir. Çünkü onun bu hücûmu, dînî azîz edip kuvetlendirmek cihetinde hiçbir şeyi netîce vermemektedir.
İmâm Kurtubî, وَلاَتُلْقُوا بِاَيْديكُمْ اِلَى التَّهْلُكَةِ “Can ve malınızla Ellah yolunda cihâd etmemek sûretiyle kendi elinizle kendinizi tehlikeye atmayın.” âyetinin tefsîrinde der ki:
“Âlimler, bir kimsenin savaşta tek başıyla kendisini düşmanın içine atması ve onlara hücûm etmesinin hükmü husûsunda ihtilâf ettiler:
Bizim âlimlerimizden (Mâlikî ulemâsından) Kàsım b. Muhaymere, Kàsım b. Muhammed ve Abdulmelîk derler ki: “Bir kimsenin gücü varsa ve niyyeti de Ellah için ise tek başıyla büyük bir orduya hücûm etmesinde bir zarâr yoktur.”
Başka bir kavle göre; eğer o kimse Ellah yolunda şehîd olmayı taleb edip niyyeti de hâlis ise, bunda bir zarâr yoktur. Çünkü Cenâb-ı Hak buyuruyor ki:
وَمِنَ النَّاسِ مَنْ يَشْرى نَفْسَهُ ابْتِغَاءَ مَرْضَاتِ اللهِ
“İnsânlardan ba’zıları vardır ki, Ellahu Teâlâ’nın rızâsını taleb için nefsini satar, (kendisini fedâ eder).”
İbn Huveyzmendad der ki: “Şâyet bir adam, yüz kişiye veyâ bir fırka askere veyâ muhâriblerden bir cemâata hücûm ederse, bunun iki hâleti vardır:
“1) Eğer bilse veyâ zann-ı gàlib ile anlasa ki, o hücûm ettiği kişileri öldürür ve kurtulur. Bu güzeldir.
“2) Eğer öldürüleceğini bilse veyâ zannetse, bununla berâber bu hâliyle Müslümanlara fayda verir bir te’sîr meydana getirir veyâ düşmanları kahreder bir vaz’ıyyet alırsa onun bu fiili câizdir.
Bu konu ile alâkalı bir kaç misâl:
Birincisi: Müslümanlar, Fars ordusuyla karşılaşınca Müslümanların atları onların fillerinden kaçtılar. Müslümanlardan biri, çamurdan bir fil yaptı ve atını o yaptığı fil ile fillere alıştırdı. Sabah olunca ata binip karşıdan gelen fillere hücûm etti ve artık atı o fillerden kaçmadı. Müslümanlar dediler ki: “Onlar seni kesin olarak öldüreceklerdir.” Adam dedi ki: “Müslümanlar için bir fetih olsun da benim ölümüm önemli değil.”
İkincisi: Yemâme savaşında Benû Hanîfe, bir bahçenin suruna sığındılar. Müslümanlar o suru aşamayınca onlardan biri: “Beni bir kalkana koyup onların içlerine atınız” dedi. Müslümanlar bunu yaptılar. O tek başına savaştı ve surun kapısını Müslümanlara açtı.
Üçüncüsü: Rivâyet edilir ki; adamın biri:
“Ya Resûlellah! Ben Ellah yolunda sabrederek ve mükâfâtımı da Ellah’tan isteyerek savaşırsam durumûm ne olur?” diye sordu. Peygamberimiz (asm):
“Cennette olursun” buyurdu. Bunun üzerine adam, tek başına düşmanın içine daldı ve öldürüldü.
Muhammed b. Hasan der ki: “Şâyet bir kişi, bin müşrikin üzerine hücûm etse bunda bir beis yoktur. Eğer kendisinin kurtulmasını veyâ düşmana bir zarâr vereceğini ümîd ederse câizdir. Eğer böyle bir ümîd yoksa bu mekrûhtur. Zîrâ bu takdîrde, Müslümanlara bir menfaat olmaksızın nefsini yok yere fedâ etmiştir. Eğer bu hücûmu yaparken gàyesi, Müslümanlar da onun gibi yapsınlar diye Müslümanları cesâretlendirmek ise bu da câizdir. Çünkü bunda Müslümanlar için menfaat vardır. Eğer bunu yaparken gàyesi, düşmanları kaçırmak ve Müslümanların dindeki salâbetini göstermek için ise bu da câizdir. Eğer bu yaptığı işte Müslümanların bir menfaatı varsa ve nefsini Ellah’ın dînini azîz ve kâfirleri zelîl kılmak için fedâ etmişse; bu, öyle şerefli bir makàmdır ki, Ellah bu makàmı elde eden mü’minleri gelecek âyetinde medhetmiştir:
اِنَّ اللهَ اشْتَرى مِنَ الْمُؤْمِنينَ اَنْفُسَهُمْ وَاَمْوَالَهُمْ بِاَنَّ لَهُمُ الْجَنَّةَ يُقَاتِلُونَ فى سَبيلِ اللهِ فَيَقْتُلُونَ وَيُقْتَلُونَ وَعْدًا عَلَيْهِ حَقًّا فِى التَّوْريةِ وَاْلاِنْجيلِ وَالْقُرْانِ وَمَنْ اَوْفى بِعَهْدِه مِنَ اللهِ فَاسْتَبْشِرُوا بِبَيْعِكُمُ الَّذى بَايَعْتُمْ بِه وَذلِكَ هُوَ الْفَوْزُ الْعَظيمُ
“‘Şübhe yok ki Ellah (cc), cennet mukàbilinde mü’minlerden canlarını ve mallarını satın almıştır. Çünkü onlar, Ellahu Teâlâ yolunda (Kur’ân’ın hâkimiyyeti için) cihâd ederler. Hem dîn düşmanlarını öldürürler. Hem de Ellah yolunda öldürülürler. Onların Kur’ân’ın hâkimiyyeti için canları ve malları ile cihâd etmeleri ve bunun mukàbilinde cennete konulmaları hakkındaki va’d-i İlâhî, Tevrât’ta, İncîl’de ve Kur’ân’da mezkûrdur.
Bu, semâvî kitâblarda tesbît edilmiş hak olan bir va’d-i İlâhî’dir. Ahdini Ellahu Teâlâ’dan ziyâde îfâ eder kim vardır? Elbette hiçbir kimse, Cenâb-ı Hak’tan ziyâde ahdini îfâya kàdir olamaz. Artık ey mü’minler! Cenâb-ı Hak ile yapmış olduğunuz o alış verişten (cihâd sebebiyle nefis ve malınızı Ellah’a satmanız mukàbilinde cenneti satın almış olduğunuzdan) dolayı size müjdeler olsun. Siz, bu tebşîr-i İlâhî’den dolayı sevinin. İşte bu, en büyük saàdettir.’
“Aynen bunun gibi emr-i bi’l-ma’rûf ve nehy-i ani’l-münker vazîfesini yaparken; eğer dîne bir menfaatı olacağını umarak bunu yapsa ve öldürülse nefsini o yolda fedâ etmiş olduğundan şehîdlerin en yüksek derecesine çıkmış olur.”
Elmalılı Hamdi Yazır, “Hak Dînî Kur’ân Dili” adlı tefsîrinde,
وَلاَتُلْقُوا بِاَيْديكُمْ اِلَى التَّهْلُكَةِ “Can ve malınızla Ellah yolunda cihâd etmemek sûretiyle kendi elinizle kendinizi tehlikeye atmayın” âyet-i kerîmesinin açıklamasında şöyle der:
“İmâm Muhammed, ‘Siyer-i Kebîr’inde der ki:
“Tek başına bir adam, bin kişiye hücûm edecek olsa, eğer kurtulma veyâ düşmanı kırma ve te’sîr etme ümîdi varsa, sakınca yoktur. Kurtulma veyâ düşmanı kırma ümîdi yoksa mekrûhtur. Çünkü Müslümanlara bir faydası olmaksızın kendini ölüme atmış olur. Bunu yapacak olan kimse ya kurtulmak veyâ Müslümanlara bir faydası bulunmak ümîdi olursa yapmalıdır. Kurtulma ve düşmanı kırma ümîdi olmadığı halde diğer Müslümanlara cesâret versin ve böylece düşmanı tepelesinler diye misâl gösterilecek bir örnek olmak üzere yaparsa sakınca yoktur.
“Dîne veyâ mü’minlere hiçbir menfaati olmaksızın kendini öldürmek uygun değildir. Fakat kendini öldürmede dîne âit bir menfaat varsa; o zamân da bunu yapmak, pek şerefli bir makàm olur ki Cenâb-ı Ellah, Resûlullah’ın ashâbını bununla övmüştür:
“Şübhe yok ki Ellah (cc), cennet mukàbilinde mü’minlerden canlarını ve mallarını satın almıştır. Çünkü onlar, Ellahu Teâlâ yolunda (Kur’ân’ın hâkimiyyeti için) cihâd ederler. Hem dîn düşmanlarını öldürürler. Hem de Ellah yolunda öldürülürler.” el-Mevsûât’ul-Fıkhiyye kitâbında da Tefsîru’l-Kurtubîden naklettiğimiz Muhammed bin Hasen’in mezkûr sözleri kısmen nakledildikten sonra şöyle bir hâşiye düşülmüştür:
“Kişinin öldürüleceğini bildiği halde bombaları giyip düşman tanklarına zarâr vermek için kendini o tankların önüne atması da bu hâlete benzemektedir.”
Şâfiì Fıkhında ise bu mes’ele şöyle îzâh edilmiştir:
İmâm Nevevî, Minhâc adlı eserinde şöyle demiştir:
“Mübâreze, ya’nî harblerde bir kâfir ile bir mü’minin karşı karşıya gelerek birebir savaşmaları câizdir. Eğer bunu kâfir taleb etse, Müslümanlardan kendi nefsini daha önceden tecrübe etmiş ve kendi kuvvet ve cür’etini bilen bir kişinin imâmın izniyle ona karşı çıkması sünnettir.”
İbn-i Hacer-i Heytemî ise bu sözün şerhinde der ki:
“Bu kişinin, imâmın izni olmadan da bunu yapması câizdir. Çünkü kişinin cihâdda kendi nefsini fedâ etmesi câizdir.”
İmâm Remlî de bu husûsta İbn-i Hacer-i Heytemî gibi demiştir.
Kezâ Şâfiì fıkhına âit el-Mecmu’ adlı eserde de cihâdda kişinin kendi nefsini tehlikeye atıp fedâ etmesinin câiz olduğu beyân edilmiştir.
Fukahânın bu kavilleri gösteriyor ki; ba’zı şartlar dâhilinde cihâdda nefsini rızâ-yı Bârî ve i’lâ-i kelimetullah için ve ümmet-i Muhammediyyenin selâmeti için fedâ etmek câizdir ve bu, bir nev’ì şehâdettir. Böyle bir hareket, Ellah ve Resûlü’nün medhine mazhar olan bir fedâiliktir. Her ne kadar ba’zılarınca ona intihâr denilse de şerîata göre intihâr değil, belki şehâdettir.
Suâl: Bu îzâhâttan anlaşılıyor ki, rızâsıyla kendini fedâ eden bir mücâhidin bu hareketi kendi hakkında bir fedâiliktir. Fakat ba’zan bu fedâilik netîcesinde kadınlar ve çocuklar da ölüyorlar. Hattâ ba’zan Müslümanlar dahi bu gibi eylemlerin netîcesinde zarâr görüyorlar. Harblerde kadınların ve çocukların öldürülmesi harâm değil midir?
Elcevâb: Bu mes’ele bir kaç maddede hulâsâ edilebilir:
Birincisi: “Fukahâ-i İslâm’ın ittifâkıyla cihâdda kadınları, çocukları, delîleri ve hünsâ-i müşkil olanları kasden hedef ederek öldürmek câiz değildir.”
Nitekim Peygamber Efendimiz (asm) şöyle buyurmaktadır:
لاتقتلوا شيخا فانيا، ولاطفلا، ولا امراة
“(Savaşa iştirâk etmemek şartıyla) pîr-i fânî olmuş yaşlıları, çocukları ve kadınları katletmeyiniz.”
Başka bir hadîs-i şerîfte İbn-i Ömer (ra)’dan mervî olarak şöyle buyurulmuştur:
أَنَّ امْرَأَةً وُجِدَتْ فِي بَعْضِ مَغَازِي رَسُولِ اللهِ صَلَّى اللهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ مَقْتُولَةً ، فَنَهَى عَنْ قَتْلِ النِّسَاءِ وَالصِّبْيَانِ
“Peygamber Efendimiz (asm)’ın kàtildığı harblerin birinde bir kadın ölü olarak bulundu. Bunun üzerine Resûl-i Ekrem (asm) kadınları ve çocukları öldürmeyi nehyetti.”
İkincisi: Cihâdda kâfirlerin kadın ve çocuklarının öldürülmesi, esîr edildikten sonra harâmdır.
Üçüncüsü: Cumhûr-i fukahâya göre savaşa iştirâk eden veyâ savaş için re’ylerini belli edip fitne çıkaran râhib, şeyh-i fânî, kadın, kör ve sakat olanların öldürülmesi câizdir. Nitekim İbn-i Abbâs (ra) şöyle diyor:
“Hendek günü Peygamber Efendimiz (asm) öldürülmüş bir kadının yanından geçti.
“Bu kadını kim öldürdü?” dedi. Bunun üzerine zâtın biri:
“Ben öldürdüm ya Resûlellah!” dedi. Resûlullah (sav):
“Niçin katlettin?” deyince, adam:
“Kılıcım havada iken benimle mücâdele etti,” dedi. Bunun üzerine Resûl-i Ekrem (asm) sükût ettiler.”
Yine, “Benî Kureyza’dan Benâne isminde bir kadın, Hallâd bin Suveyd (ra)’ın üzerine yüksek bir yerden bir taş atıp öldürmüştü. Bunun üzerine Resûl-i Ekrem (asm), Benî Kureyza kabîlesini kılıçtan geçirdiğinde bu kadını da onlarla birlikte öldürttü.”
Savaşa katılan yaşlı, kadın, çocuk ve râhibleri öldürmenin câiz olduğu husûsunda fıkıh kitâblarında şu ibâre mevcûttur:
“Harbe iştirâk eden yaşlıları, kadınları, çocukları ve râhibleri öldürmek câizdir.”
Şâfiì mezhebinin ezher kavline göre ise: “Savaşlarda râhibin, şeyh-i fânînin, körlerin ve sakat olanların bunlar savaşa iştirâk etmeseler ve savaş için re’ylerini belli etmeseler bile öldürülmesi câizdir.”
Dördüncüsü: Müslümanım dediği halde harblerde bilerek ve isteyerek bilfiil kâfirlere yardım eden veyâ onları destekleyen kimseler, şerîat nazarında muhârib sayılırlar. Bu sebeble diğer kâfirlerle berâber onlar da öldürülürler.
Beşincisi: Harb esnâsında kâfirlerle karşı karşıya gelindiği zamân kâfirler, yaşlı, kadın, çocuk ve Müslümanların arkasına sığındıkları takdîrde, eğer o kâfirleri öldürmek için başka bir yol yoksa ve onlar öldürülmediği takdîrde Müslümanların dağılma ihtimâli varsa o zamân onları öldürmek eimme-i selâseye (Şâfiì, Hanbelî ve Mâlikî mezheblerine) göre câizdir. Hanefî mezhebine ve Şâfiì mezhebinin diğer bir kavline göre ise; her hâlu kârda kayıtsız şartsız siper edinilen mezkûr tâifeleri öldürmek câizdir. Bu konu ile alâkalı mezheb imâmlarının görüşlerini naklediyoruz:
Hanefîler şöyle derler:
“Şâyet kendileriyle savaşılan kâfirler içinde Müslüman esîr veyâ tâcir varsa veyâhut onlar, Müslüman olan esîrleriyle ve kendi çocuklarıyla korunsalar (onların arkalarına sığınsalar) dahi yine gerek ok ve gerek mancınıkla onlara bir şeyler atmak ve onları öldürmek câizdir. Bu durumda, Müslümanların hezîmete uğrama korkusu olsun veyâ olmasın alâ küllî hâl bunlara karşı ok veyâ mancınıkla birşeyler atılır.
Bu durumda Müslümanlardan birisi ölürse, ne diyeti, ne de keffâreti vardır. Fakat eimme-i selâseye göre kâfirler, Müslümanların arkasına sığınsalar, eğer o kâfirleri öldürmek için başka bir yol yoksa ve onlar bu şekilde iken onlara karşı savaşmak mümkün olmazsa ve Müslümanların dağılma ihtimâli varsa, o zamân onlarla savaşılır.”
Şâfiìler şöyle derler:
“Eğer savaş kızışsa, kâfirler kadınlar ve çocuklarını siper edip arkalarına sığınsalar, zarûretden dolayı onlara ok ve silâh atmak câizdir. Eğer kâfirler bu çocuklar ve kadınlarla korunmak isteseler ve onlarla savaşmamız için bir zarûret de yoksa bu durumda onlara karşı savaş terk edilir.
“Bu görüş Muharrer sâhibinin tercîhidir. İkinci görüşe göre; bu atılan oklar ve mancınıklar çocuklara isâbet etsin etmesin, zarûret olsun olmasın câizdir. Zîrâ, bu şekil yapıldığı takdîrde Müslümanlar onlarla savaşmasalar, kâfirler devâmlı bu hîleye başvurup savaşın ta’tîline sebeb olurlar. Savaşın ta’tîli ise câiz değildir. Ravda’nın görüşü budur. Bu ikinci görüş daha kuvvetlidir.”
Mâlikîler şöyle derler:
“Eğer kâfirler, çocukların ve kadınların arkalarına sığınıp korunsalar, Müslümanlara zarâr gelmesinden korkulmuyorsa bu durumda onlarla savaşılmaz. Şâyet Müslümanlara zarâr gelmesinden korkuluyorsa, onlarla hem ateş, hem de su ile savaşılabilir.
“Eğer kâfirler, Müslümanları siper edinip korunsalar, onlarla savaşılır. Ancak savaşırken gàye, Müslümanları öldürmek olmayacaktır. Şâyet savaşan Müslümanların ekserîsine zarâr gelmesinden korkulmuyorsa bu hüküm böyledir. Eğer savaşta Müslümanların arkasına sığınan kâfirlerle savaşılmadığı takdîrde Müslümanların ekserîsine zarâr gelmesinden korkuluyorsa, savaşan Müslüman, ister sırf kâfirleri kasd ederek savaşsın, ister hem kâfirleri hem de onlara siper olan Müslümanları berâber kasd ederek savaşsın, her iki halde de kâfirlerle savaşmak câizdir.”
Hanbelîlerin görüşü şöyledir:
“Savaşta kadınlar, çocuklar, delîler öldürülmez. Eğer kâfirler, çocukların ve kadınların arkalarına sığınıp onlarla korunsalar, onlara ok vb. şeyler atmak câizdir. Fakat atan adam, kâfirleri kast ederek atar. Eğer kâfirler, Müslümanların arkasına sığınıp bununla kendilerini korusalar onlara ok vb. şeyler atmak câiz değildir. Çünkü bu, Müslümanların ölümüne sebebtir. Eğer kâfirlerle savaşmak başka şekilde mümkün olmuyorsa bu durumda dahi (Müslümanların arkasına sığınsalar dahi) zarûretten dolayı onlara bir şeyler atmak câizdir. Lâkin atarken kâfirleri kasd ederek atar.”
Altıncısı: Kâfirleri şehirlerinde muhâsara etmek, onların üzerine su bırakmak, ateş atmak veyâ mancınıkla bir şeyler atmak, evlerini yıkmak, sularını kesip onları susuz bırakmak, yılan ve akrepleri onların üzerine salıvermek câizdir. Bu durumda kâfirlerin arasında kadınlar ve çocuklar bulunsa ve onlar da kâfirler gibi zarâr görseler bile böyle bir durumda câizdir. Bu konuda mezheb imâmlarının görüşlerini naklediyoruz:
Hanefî fıkhında şu ibâre mevcûttur:
“İslâm mücâhidleri, önce kâfirleri İslâmiyyet’e da’vet ederler. Eğer kabûl etmeseler, Ellah’tan yardım dileyerek savaşa başlarlar, onlara karşı mancınıkları dikerler. Eğer başka şekilde onları yakalamak ve vurmak imkânı yoksa, onları yakarlar, onların üzerine sel bırakırlar, ağaçlarını keserler, ekinlerini bozarlar. Zîrâ bütün bunlarda onları kızdırmak, onların şevketlerini kırmak ve onların cemâat ve birliklerini dağıtmak vardır.”
Şâfiìler şöyle derler:
İmâm Nevevî, Minhâc’da Kitâbu’s-Siyer’de şöyle demiştir:
“Küffârı beldelerde ve kalelerde muhâsara etmek (onlara ambargo uygulamak) ve üzerlerine su göndermek ve ateş atmak ve mancınık fırlatmak ve onlar gaflette iken geceleyin ansızın üzerlerine hücûm etmek, eğer içlerinde esîr veyâhut tâcir bir Müslüman dahi olsa câizdir.
Mezhebin hükmü bunun üzerinedir.”
Muğni’l Muhtâc’ta Nevevî’nin bu cümlesi şerh edilirken şöyle denilmektedir.
“Burada, küffârın evlerinin yıkılması, sularının kesilmesi, yılan ve akreblerin üzerlerine atılması da bu ma’nâya dâhildir. Velev onların arasında kadınlar ve çocuklar da olsa, وَخُذُوهُمْ وَاحْصُرُوهُمْ Ya’nî “O müşrikleri yakalayın ve muhâsara edin” âyet-i kerîmesine binâen bu câizdir.
“Hem Buhârî ve Müslim’de geçen “Resûl-i Ekrem (asm) Tâif ahâlîsini muhâsara etti” hadîsi ile Beyhaki’nin rivâyet ettiği “Onların üzerine mancınık attı” hadîsi de buna delîldir. Bu ma’nâda olan bütün ihlâk sebebleri, ya’nî düşmanı umûmen helâk edecek olan vâsıtalar dahi buna kıyâs edilmiştir.
Tenbîh: İmâm Nevevî’nin bu sözünün muktezâsı, onların içinde kadın ve çocuklar dahi olsa ve bu ihlâk, onlara da isâbet edecek olsa dahi bunun câiz olduğudur. Çünkü kadın ve çocukların katlinden nehyedilmesi, onların esîr edildikten sonra katledilmelerinin yasak olması ma’nâsına mahmûldür. Çünkü esîr edildikten sonra onlar ganîmettirler.”
Yine Muğni’l-Muhtâc adlı eserde şöyle denilmiştir:
“Onlar gaflette iken geceleyin ansızın üzerlerine hücûm etmenin câiz olduğunun delîli, Buhârî ve Müslim’de geçen şu hadîstir ki; ‘Resûl-i Ekrem (asm) Benî Mustalak üzerine geceleyin ansızın hücûm etti. Bunun üzerine Resûl-i Ekrem (asm)’dan müşrikler hakkında suâl edildi ki; ‘Onlar geceleyin uyuyorlarken hücûm ettiniz. Onların içinde bulunan kadınlar ve çocuklara da zarâr dokundu?’ Resûl-i Ekrem (asm) buyurdular ki: ‘O kadınlar ve çocuklar da onlardandır.’”
Mâlikîler şöyle derler:
“Kâfirler, üç gün İslâmiyyet’e da’vet edilirler. Kabûl etmeseler, cizye vermeye da’vet edilirler. Bunu da kabûl etmeseler, onlara karşı harb i’lân edilir. Onlarla çeşitli şekillerde harb yapılır. Onların sularını kesip susuzluktan öldürmekle, üzerlerine su bırakıp gark etmekle, kılıçla, mancınıkla bir şeyler atmakla onlar katledilir. Bu durumda kâfirlerin içinde çocuk ve kadınlar olsun veyâ olmasın değişen bir şey yoktur. Eğer onların içinde Müslüman yoksa ve başka çeşit onları öldürmek de mümkün olmuyorsa, ateşle yakmak da câizdir.”
Hanbelîler şöyle derler:
“Kâfirlere geceleyin hücûm edip onları ansızın yakalamak ve öldürmek câizdir. Şâyet bu gece savaşında öldürülmesi câiz olmayan kadın, çocuk ve yaşlılar da öldürülse yine bu câizdir. Zîrâ bu savaştan gàye, kadın, çocuk ve yaşlıların bilfiil öldürülmesi değildir. Ancak dolayısıyla onlar da arada giderlerse bir beis yoktur.
Onlara mancınıklarla ok vb. bir şeyler atmak, sularını kesip onları susuzluktan öldürmek, onların yollarını kesip muhâsara altına almak –bu arada öldürülmesi câiz olmayan kadın, çocuk ve yaşlılar öldürülse bile– bu câizdir. Eğer ihtiyâc olursa, onların ekinlerini ve ağaçlarını hem kesmek, hem de yakmak câizdir. Eğer onlar, bizim ekinlerimizi veyâ ağaçlarımızı kesip yakmışlarsa, bizim onların ağaçlarını kesmeye ve yakmaya ihtiyâcımız olmasa dahi onları kesip yakàbiliriz. Kâfirlerin üzerlerine ateşleri, yılanları ve akrepleri atmak, onların üzerine kuytu yerlerde duman veyâ suyu bırakmak sûretiyle onları boğup öldürmek de câizdir. Kalelerini ve evlerini üzerlerine yıkıp onları öldürmek câizdir. Onları yakmaktan başka şekilde öldürmek mümkün olduğu takdîrde onları yakmak câiz değildir.”
Hulâsâ: Savaşlarda kadın ve çocukların öldürülmesi ile alâkalı mezkûr fıkhî hükümleri şöylece özetleyebiliriz:
1) Bilfiil savaşa katılmayan veyâ savaşa teşvîk etmeyen kadın ve çocukları kasden ve bizzât hedef alarak öldürmek câiz değildir. Ya’nî savaştan gàye, kadın ve çocukları hedef almak değil; muhâribleri hedef almak olmalıdır.
2) Cumhûr-i fukahâya göre; Müslümanlarla savaşan veyâ savaş için re’yini belli eden râhib, şeyh-i fânî, kadın, kör ve sakatları öldürmek câizdir.
3) Esîr edildikten sonra kadın ve çocukları öldürmek câiz değildir.
4) Müslümanım dediği halde harblerde bilerek ve isteyerek bilfiil kâfirlere yardım eden veyâ onları destekleyen kimseler şerîat nazarında muhârib sayılırlar. Bu sebeble diğer kâfirlerle berâber onlar da öldürülürler.
5) Harb esnâsında kâfirlerle karşı karşıya gelindiği zamân kâfirler yaşlı, kadın, çocuk ve Müslümanların arkasına sığındıkları takdîrde, Şâfiì, Mâlikî ve Hanbelî mezheblerine göre; eğer o kâfirleri öldürmek için başka bir yol yoksa ve onlar öldürülmediği takdîrde Müslümanların dağılma ihtimâli varsa o zamân onları öldürmek câizdir. Hanefî mezhebine ve Şâfiì Mezhebinin diğer bir kavline göre ise kayıtsız şartsız siper edinilen mezkûr tâifeleri öldürmek câizdir.
6) Kâfirleri şehirlerinde muhâsara etmek, onların üzerine su bırakmak, ateş atmak ve mancınıkla onlara bir şeyler atmak, evlerini yıkmak, sularını kesip onları susuz bırakmak, yılan ve akrepleri onların üzerine salıvermek câizdir. Bu durumda kâfirlerin arasında kadınlar ve çocuklar bulunsa ve bu durumda onlar da kâfirler gibi zarâr görseler bile bu durum câizdir. Ya’nî bizzât kadın ve çocukları hedef almamak şartıyla, kâfirlerin umûmî helâkine sebeb olabilecek silâhların Müslümanlar tarafından kullanılması câizdir.
Suâl: Mâdem düşmanı helâk ederken Müslümanlar zarâr görse ve ölseler dahi bu câizdir. O halde Üstâd Bedîüzzamân’ın eserlerinin pek çok yerinde adâlet-i mahzâyı anlatırken dediği; “Bir ma’sûmun hakkı, bütün halk için dahi ibtâl edilmez. Bir fert dahi, umûmun selâmeti için fedâ edilmez. Cenâb-ı Hakkın nazar-ı merhametinde hak haktır, küçüğüne büyüğüne bakılmaz. Küçük, büyük için ibtâl edilmez. Bir cemâatin selâmeti için, bir ferdin rızâsı bulunmadan, hayâtı ve hakkı fedâ edilmez” sözünün ma’nâsı nedir?
Elcevâb: Üstâd Hazretleri, bu ifâdelerinde adâlet-i mahzâ ve adâlet-i hakìkìyyeyi îzâh etmektedir. Bu adâlet, Kur’ân’ın kanûn-i esâsîsidir. Fakat ba’zı zarûret durumlarında adâlet-i izâfiyye ve adâlet-i nisbiyyeye gitmek câizdir ki, cihâd esnâsında bu zarûret çok def’a vukù’ bulmaktadır. Nitekim Üstâd Hazretleri, On Beşinci Mektûb’da Cemel Vak’ası’nın esbâbını beyân ederken bu iki nev’ì adâleti îzâh etmiş ve şöyle demiştir:
“Adâlet-i izâfiyye ise, küllün selâmeti için cüz’ü fedâ eder. Cemâat için, ferdin hakkını nazara almaz. Ehvenüşşer diye bir nev’ì adâlet-i izâfiyyeyi yapmaya çalışır. Fakat adâlet-i mahzâ kàbil-i tatbîk ise, adâlet-i izâfiyyeye gidilmez. Gidilse zulümdür.”
Üstâd’ın bu ifâdesinin mefhûm-i muhâlifi şudur ki: Eğer adâlet-i mahzâ kàbil-i tatbîk değilse, adâlet-i izâfiyyeye gidilebilir. Ümmetin selâmeti için o vakit ferd fedâ edilebilir. Zâten fukahânın da demek istediği budur. Eğer düşmanın helâki sırasında illâ ba’zı Müslümanlar zarâr görecek ise ve bundan kurtulma imkânı yok ise o vakit adâlet-i izâfiyyeye gidilebilir.
Üstâd’ın bu sözlerinden, adâlet-i izâfiyyenin hiçbir sûrette İslâmiyyette olmadığı ma’nâsını anlamak yanlıştır. Çünkü fukahâ-yı İslâm, yukarıda da zikrettiğimiz gibi; adâlet-i izâfiyyenin şerîatta var olduğunu Kur’ân ve hadîsten istihrâc etmiş ve Üstâd Hazretleri de adâlet-i izâfiyyenin dahi bir nev’ì adâlet-i şer’ıyye olduğunu On Beşinci Mektûb’da ifâde buyurmuştur.
Elbette başta Hazret-i Âişe (ra) olmak üzere pek çok sahâbînin adâlet-i izâfiyyeyi tatbîk etmek husûsundaki ictihâdları, onun şerîatta var olan bir adâlet olduğunu isbât eder. Cemel Vak’ası’nda adâlet-i mahzâyı tatbîk edeceğim diyen İmâm Ali’ye karşı, adâlet-i izâfiyyeyi tatbîk etmesi gerektiğini müdâfaa eden Hazret-i Âişe (ra) ve diğer ulemâ-yı sahâbenin ictihâdında hatâlı olduğu cihet, adâlet-i izâfiyyenin şerîatta yeri olmadığından değil; belki adâlet-i izâfiyyenin şartlarının tahakkuk etmediğindendir. Ya’nî İmâm Ali: “Şu anda adâlet-i mahzâyı tatbîk etmek kàbildir” diyordu. Hazret-i Âişe (ra) ve onun taraftârı olan sahâbîler ise: “Şu anda adâlet-i mahzâyı tatbîk etmek kàbil değildir” diyorlardı. Hazret-i Âişe (ra) ve taraftârları bu ictihâdlarında hatâ yapmışlardı. Yoksa –hâşa– şerîatta olmayan bir mes’eleyi onların da’vâ etmeleri, elbette mümkün değildir.
Harblerde, husûsan Müslümanların za’fa düştükleri şu zamândaki harblerde, her vakit adâlet-i mahzâyı tatbîk etmek mümkün değildir. Çok def’a adâlet-i izâfiyyeyi tatbîk etmek zarûreti hâsıl olmaktadır. İşte fukahâ-yı İslâm, harblerdeki zarûrete mebnî adâlet-i izâfiyyeye cevâz vermişlerdir.
Yalnız şu nokta hâtırdan çıkarılmamalıdır ki; burada zikrettiğimiz adâlet-i izâfiyyeden murâd, düşmanın helâki sırasında Müslümanların ölmeleriyle alâkalıdır. Kâfirlerin kadın ve çocuklarının esîr edilmeden evvel, harb sırasında savaşın zarûreti olarak ve onları hedef almadan bizzât öldürülmesi adâlet-i mahzâ cihetiyle dahi câizdir. Nitekim zikrettiğimiz fukahânın re’yleri bunu açıkça ifâde etmektedir.
Kaynak:Rahle Yayınları; Reddu’l-evham-5