METİN
Ben, çok hasta olduğum ve siyâsetle alâkasız bulunduğum hâlde, Adnan Menderes gibi bir İslâm kahramânı ile bir sohbet etmek isterdim. Hâl ve vaz’ıyyetim görüşmeye müsâade etmediği için; o sûrî konuşmak yerine, bu mektûb benim bedelime konuşsun diye yazdım. Gáyet kısa birkaç esâsı, İslâmiyyetin bir kahramânı olan Adnan Menderes gibi dîndarlara beyân ediyorum.
Birincisi: İslâmiyyetin pek çok kánûn-i esâsîsinden birisi ??????????? ????????? ?????? ?????? âyet-i kerîmesinin hakíkatıdır ki; birisinin cinâyetiyle, başkaları, akrabâ ve dostları mes’ûl olamaz. Halbuki, şimdiki siyâset-i hâzırada particilik tarafdârlığı ile, bir cânînin yüzünden pek çok ma’sûmların zarârına rızâ gösteriliyor. Bir cânînin cinâyeti yüzünden tarafdârları veyâhut akrabâları dahi şenî gıybetler ve tezyîfler edilip bir tek cinâyet yüz cinâyete çevrildiğinden, gáyet dehşetli bir kin ve adâveti damarlara dokundurup, kin ve garaza ve mukábele-i bilmisile mecbûr ediliyor. Bu ise, hayât-ı ictimâıyyeyi tamâmen zîr ü zeber eden bir zehirdir ve hâricdeki düşmanların parmak karıştırmalarına tam bir zemîn hazırlamaktır. İran ve Mısırdaki hissedilen hâdise ve buhrânlar, bu esâstan ileri geldiği anlaşılıyor. Fakat, onlar burası gibi değil; bize nisbeten pek hafif, yüzde bir nisbetindedir. -Ellah etmesin- bu hâl bizde olsa, pek dehşetli olur.
Bu tehlikeye karşı çâre-i yegâne: Uhuvvet-i İslâmiyyeyi ve esâs İslâmiyyet milliyyetini o kuvvetin temel taşı yapıp, ma’sûmları himâye için, cânîlerin cinâyetlerini kendilerine münhasır bırakmak lâzımdır.
Hem emniyyetin ve âsâyişin temel taşı, yine bu kánûn-i esâsîden geliyor. Meselâ: Bir hânede veyâ bir gemide bir ma’sûm ile on cânî bulunsa, hakíkí adâletle ve emniyyet ve âsâyiş düstûr-i esâsîsi ile, o ma’sûmu kurtarıp tehlikeye atmamak için, gemiye ve hâneye ilişmemek lâzım; tâ ki ma’sûm çıkıncaya kadar.
İşte bu kánûn-i esâsî-i Kurânî hükmünce, âsâyiş ve emniyyet-i dâhiliyyeye ilişmek, on cânî yüzünden doksan ma’sûmu tehlikeye atmak, gazâb-ı İlâhiyyenin celbine vesîle olur. Mâdem Cenâb-ı Hak bu tehlikeli zamânda bir kısım hakíkí dîndarların başa geçmesine yol açmış, Kurân-ı Hakîm’in bu kánûn-i esâsîsini kendilerine bir nokta-i istinâd ve onlara garazkârlık edenlere karşı siper yapmak lâzım geldiğini, zamân ihtâr ediyor.
İslâmiyyetin ikinci bir kánûn-i esâsîsi şu hadîs-i şerîftir: ?????????? ????????????????? hakíkatiyle me’mûriyyet bir hizmetkârlıktır; bir hâkimiyyet ve benlik için tahakküm âleti değil. Bu zamânda terbiye-i İslâmiyyenin noksâniyyetiyle ve ubûdiyyetin zafiyyetiyle benlik, enâniyyet kuvvet bulmuş. Me’mûriyyeti, hizmetkârlıktan çıkarıp, bir hâkimiyyet ve müstebidâne bir tahakküm ve mütekebbirâne bir mertebe tarzına getirdiğinden; abdestsiz, kıblesiz namâz kılmak gibi, adâlet olmaz; esâsiyle de bozulur ve hukúk-ı ibâd da zîr ü zeber olur.
Hukúk-ı ibâd, hukúkullah hükmüne geçemiyor ki hak olabilsin; belki nefsânî haksızlıklara vesîle olur.
Şimdi, Adnan Menderes gibi, İslâmiyyetin ve dînin îcâblarını yerine getireceğiz diye ve mezkûr iki kánûn-i esâsiyyeye karşı muhâlefet edip tam zıddına olarak iki dehşetli cereyân, gáyet büyük rüşvet ile halkları aldatmak ve ecnebîlerin müdâhalesine yol açmak vaz’ıyyetinde hücûm etmek ihtimâli kuvvetlidir.
Birisi, Birinci Kánûn-i Esâsîye muhâlif olarak, bir cânî yüzünden kırk ma’sûmu kesmiş; bir köyü de yakmış. Bu derecede bir istibdâd-ı mutlak, her nefsin zevkıne geçecek me’mûriyyete bir hâkimiyyet sûretinde rüşvet vererek, dîndar hürriyyet-perverlere hücûm ediliyor.
İkinci hücûm da, İslâmiyyet milliyyet-i kudsiyyesini bırakıp -evvelki gibi- bir cânî yüzünden yüz ma’sûmun hakkını çiğneyebilen, zâhiren bir milliyyetçilik ve hakíkatte ırkçılık damariyle, hem hürriyyetperver, dîndar Demokratlara, hem bütün bu vatandaki yüzde yetmişi sâir unsurlardan bulunanlara, hem hükûmet aleyhine, hem bîçâre Türkler aleyhine, hem Demokratın ta’kíb ettiği siyâset aleyhine çalışarak ve serseri ve enâniyyetli nefislere gáyet zevkli bir rüşvet olarak, bir ırkçılık kardeşliği veriyor. O zevkli kardeşliğin içinde, o zevkli fâideden bin def’a daha ziyâde hakíkí kardeşleri düşmanlığa çevirmek gibi acîb tehlikeyi, o sarhoşluğuyla hissedemiyor.
Meselâ: İslâmiyyet milliyyeti ile dört yüz milyon hakíkí kardeşin, her gün ????????????????????????????????????????????????•??????duâ-yı umûmîsi ile ma’nevî yardım görmek yerine, ırkçılık dört yüz milyon mübârek kardeşleri, dört yüz serseriye ve lâübâlîlere yalnız dünyevî ve pek cüzî bir menfaati için terk ettiriyor. Bu tehlike; hem bu vatana, hem hükûmete, hem de dîndar Demokratlara ve Türklere büyük bir tehlikedir ve öyle yapanlar da hakíkí Türk değillerdir. Necib Türkler, böyle hatâdan çekinirler. Bu iki tâife her şeyden istifâdeye çalışıp, dîndar Demokratları devirmeye çalıştıkları ve çalıştırdıkları, meydândaki âsâr ile tahakkuk ediyor.
Bu acîb tahrîbâta ve bu iki kuvvetli muârızlara karşı, kırk Sahabe ile dünyânın kırk devletine karşı meydân-ı muârazaya çıkan ve galebe eden ve bin dört yüz sene zarfında ve her asırda üç yüz, dört yüz milyon şâkirdi bulunan hakíkat-ı Kurâniyyenin sarsılmaz kuvvetine dayanmak ve onun içindeki dünyevî ve uhrevî saâdet-i ebediyyenin zevklerine o câzibedâr hakíkatla berâber nokta-i istinâd yapmak, o mezkûr muârızlarınıza ve hem dâhil ve hâricdeki düşmanlarınıza karşı en lâzım ve elzem ve zarûrî bir çâre-i yegânedir. Yoksa, o insafsız dâhilî ve hâricî düşmanlarınız, sizin bir cinâyetinizi binler yapıp ve eskilerin de cinâyetlerini ilâve ederek, başkaların başına yükledikleri gibi, size de yükleyecekler.
Hem size, hem vatana, hem millete telâfî edilmeyecek bir tehlike olur. Cenâb-ı Hak, sizleri, İslâmiyyet lehindeki hizmetlerinizde muvaffak ve mezkûr tehlikelerden muhâfaza eylesin diye, ben ve nûrcu kardeşlerimiz, yapacağınız hizmete ve mezkûr hakíkatı kabûl etmenize mukábil duâ etmeye karâr vereceğiz.
Üçüncüsü: İslâmiyyetin hayât-ı ictimâıyyeye dâir bir kánûn-i esâsîsi dahi bu Hadîs-i Şerîfin ?????????????????????????????????????????????????????????????????????????????? hakíkatıdır. Yâni; hâricdeki düşmanların tecâvüzlerine karşı, dâhildeki adâveti unutmak ve tam tesânüd etmektir. Hattâ, en bedevî tâifeler dahi bu kánûn-i esâsînin menfaatini anlamışlar ki; hâricdeki bir düşman çıktığı vakit, o tâife birbirinin babasını, kardeşini öldürdükleri hâlde; o dâhildeki düşmanlığı unutup, hâricdeki düşman defoluncaya kadar tesânüd ettikleri hâlde; binler teessüflerle deriz ki; benlikten, hodfürûşluktan, gurûrdan ve gaddâr siyâsetten gelen dâhildeki tarafgirâne fikriyle kendi tarafına şeytân yardım etse rahmet okutacak, muhâlifine melek yardım etse lânet edecek gibi hâdisâtlar görünüyor. Hattâ, bir sâlih âlim, fikr-i siyâsîsine muhâlif bir büyük sâlih âlimi tekfîr derecesinde gıybet ettiği ve İslâmiyyet aleyhinde bir zındığı, onun fikrine uygun ve tarafdâr olduğu için harâretle senâ ettiğini gördüm ve şeytândan kaçar gibi, otuz beş senedenberi siyâseti terk ettim.
Hem şimdi birisi; hem Ramazan-ı Şerîfe, hem Şeâir-i İslâmiyyeye, hem bu dîndar millete büyük bir cinâyeti yaptığı vakit, muhâliflerinin, onun o vaz’ıyyeti hoşlarına gittiği görüldü. Halbuki, küfre rızâ küfür olduğu gibi; dalâlete, fıska, zulme rızâ da fıskdır, zulümdür, dalâlettir.
Bu acîb hâlin sırrını gördüm ki; kendilerini, millet nazarında ettikleri cinâyetlerinden ma’zûr göstermek damariyle; muhâliflerini, kendilerinden daha dînsiz, daha cânî görmek ve göstermek istiyorlar.
İşte bu çeşit dehşetli haksızlıkların netîceleri pek tehlikeli olduğu gibi, ictimâî ahlâkı da zîr ü zeber edip, bu vatan ve millete ve hâkimiyyet-i İslâmiyyeye büyük bir sû-i kasd hükmündedir.
Daha yazacaktım, fakat bu üç nokta-i esâsiyyeyi şimdilik dîndar hürriyyetperverlere beyân etmekle iktifâ ediyorum. Adnan Menderese gönderilmek niyetiyle evvelce yazılan ictimâî hayâtımıza âit bir hakíkatın hâşiyesini takdîm ediyoruz:
Hâşiye: Eskilerin lüzûmsuz keyfî kánûnları ve sû-i isti’mâlleri netîcesiyle, belki de tahrîkleriyle zuhûr eden Ticânî meselesini dîndar Demokratlara yüklememek ve Âlem-i İslâmın nazarında Demokratları düşürmemenin çâre-i yegânesi kendimce böyle düşünüyorum:
Ezân-ı Muhammedî (asm)’ın neşriyle, Demokratlar, on derece kuvvet bulduğu gibi; Ayasofya’yı, beş yüz sene devâm eden vaz’ıyyet-i kudsiyyesine çevirmek; ve hâlen İslâmda çok hüsn-i te’sîr yapan ve bu vatan ahâlisine âlem-i İslâmın hüsn-i teveccühünü kazandıran, yirmi sekiz sene mahkemelerin muzır cihetini bulamadıkları ve beş mahkeme de beraetine karâr verdikleri Risâle-i Nûr’un resmen serbestîsini dîndar Demokratlar i’lân etmeli ve bu yaraya bir nev’i merhem vurmalıdırlar. O vakit Âlem-i İslâmın teveccühünü kazandıkları gibi, başkalarının zâlimâne kabahatları onlara yüklenmez fikrindeyim.
Dîndar Demokratlar, husûsan Adnan Menderes gibi zâtların hatırları için, otuz beş senedenberi terk ettiğim siyâsete bir-iki saat baktım ve bunu yazdım. (Emirdağ Lâhikası, s. 529)
ŞERH VE ÎZÂHI
(Ben, çok hasta olduğum ve siyâsetle alâkasız bulunduğum hâlde, Adnan Menderes gibi bir İslâm kahramânı ile bir sohbet etmek isterdim. Hâl ve vaz’ıyyetim görüşmeye müsâade etmediği için; o sûrî konuşmak yerine, bu mektûb benim bedelime konuşsun diye yazdım.)
Bedîüzzamân, hayâtı boyunca ????????????????????????????????????•??????????????düstûruyla amel etmiş ve bunu talebelerine de emir buyurmuş ve ömrünün sonuna kadar hiçbir siyâsî partiyle ve siyâsetle alâkadâr olmamıştır. Bedîüzzamân (ra)’ın metinde geçen “siyâsetle alâkasız bulunduğum hâlde” ifâdesi ve siyâsetten uzak olduğuna dâir sâir beyânâtı bunu bildirmektedir. Ancak, Kur’ân nâmına Adnan Menderes’e ba’zı tavsiyelerde bulunmuş ve evâmir-i İlâhiyyeyi Kur’ân nâmına ona teblîğ buyurmuştur. Bunlar:
1) Hakáik-ı İslâmiyye ve hukúkullah olan bütün ahkâm-ı İlâhiyyeyi hayâtın bütün safhalarına, husûsan ilmî, amelî ve edebî sahalara yerleştirmek.
2) Menfî milliyyeti kaldırmak ve devlete, ırkçılığı ifâde etmeyen ve bütün Müslümanları kucaklayacak İslâmî bir isim vermek ve diğer ırklara da haklarını vermek sûretiyle adâleti te’mîn etmek.
3) Particilik zihniyetini devlette hâkim kılmamak.
4) Ayasofya Câmiini açmak.
5) Hakáik-ı îmâniyye ve Kur’âniyyeyi ders veren Risâle-i Nûr’u resmen serbest etmek ve tedrîsât mahallerine koymak.
6) Devleti Kur’ân’a dayandırarak, dâhilî ve hâricî düşmanlara karşı galebe çalmak.
Bedîüzzamân Hazretleri, “Kırk sahabe ile dünyânın kırk devletine karşı meydân-ı muârazaya çıkan ve galebe eden ve bin dört yüz sene zarfında ve her asırda üç yüz, dört yüz milyon şâkirdi bulunan hakíkat-ı Kur’âniyyenin sarsılmaz kuvvetine dayanmak” cümlesiyle, Adnan Menderes’e meâlen diyor ki: Kırk sahabe, Kur’ân’a dayandığı için kırk devleti mağlûb etmiştir. Sen de dört yüz meb’ûsunla Kur’ân’a dayansan, dâhilî ve hâricî düşmanlarına karşı galebe edersin.
Bedîüzzamân (ra), Kur’ân’ın dellâlı olması hasebiyle Adnan Menderes’e bu tavsiyelerde bulunmuştur. Bu ve benzeri mektûblar, -hâşâ- Demokrat Partiyi medh u senâ etmek ma’nâsında yazılmamıştır. Bedîüzzamân (ra)’ın particilik, siyâset ve demokrasi ile hiçbir alâkası yoktur. Ancak, doğrudan doğruya ahkâm-ı İlâhiyyeyi hayâtın her safhasında hâkim kılmak için Demokratlara yukarıdaki tavsiyelerde bulunmuştur. Yâni, Bedîüzzamân (ra), bu mektûblar vâsıtasıyla Demokrat Parti mensûblarıyla siyâset üstü bir sohbet yapmış, yâni irşâd maksadıyla evâmir-i İlâhiyyeyi onlara teblîğ etmiştir.
(Gáyet kısa birkaç esâsı, İslâmiyyetin bir kahramânı olan Adnan Menderes gibi dîndarlara beyân ediyorum.)
“İslâm Kahramânı” ta’bîrinde geçen “İslâm” kelimesi; lügatta teslîm olmak ma’nâsındadır. Burada lügat ma’nâsı murâd değil; belki Bedîüzzamân Hazretlerinin Dokuzuncu Mektûb ve Barla Lâhikası 352. sayfada ta’rîf ettiği ma’nâ murâddır. Yâni, ahkâm-ı şer’ıyyeye tamâmen tarafdâr olup, o ahkâmı hayâtın her safhasında icrâ etmek ma’nâsında kullanılmıştır. “Kahramân” kelimesi ise; düşmanından korkmayan, pervâsız adam demektir.
O hâlde Bedîüzzamân (ra)’ın “İslâm Kahramânı” ta’bîrinden murâdı; ahkâm-ı İlâhiyyeyi hayâtın tüm safhalarında hâkim kılan ve bu husûsta düşmanlarından korkmayan ve çekinmeyen kimse demektir. Fakat, Bedîüzzamân (ra)’ın mektûblarından da anlaşılacağı üzere; o, dâhilî ve hâricî düşmanlarından korkarak rakíblerinin isteğine göre hareket etti, ahkâm-ı İlâhiyyeyi tatbîk etmek sûretiyle Kur’ân’a tarziye vermedi, korktu ve Kisrâ-yı Fârisin nâme-i Nebeviyyeye hürmetsizliğinin cezâsını gördüğü gibi, o dahi dünyâda cezâsını gördü.
Bedîüzzamân (ra), “İslâm Kahramânı” ta’bîrini, daha önce de zikrettiğimiz gibi, bir teşvîk ve temennî için kullanmıştır.
(Birincisi: İslâmiyyetin pek çok kánûn-i esâsîsinden birisi ??????????? ????????? ?????? ?????? âyet-i kerîmesinin hakíkatıdır ki; birisinin cinâyetiyle, başkaları, akrabâ ve dostları mes’ûl olamaz. Halbuki, şimdiki siyâset-i hâzırada particilik tarafdârlığı ile, bir cânînin yüzünden pek çok ma’sûmların zarârına rızâ gösteriliyor. Bir cânînin cinâyeti yüzünden tarafdârları veyâhut akrabâları dahi şenî gıybetler ve tezyîfler edilip bir tek cinâyet yüz cinâyete çevrildiğinden, gáyet dehşetli bir kin ve adâveti damarlara dokundurup, kin ve garaza ve mukábele-i bilmisile mecbûr ediliyor. Bu ise, hayât-ı ictimâıyyeyi tamâmen zîr ü zeber eden bir zehirdir ve hâricdeki düşmanların parmak karıştırmalarına tam bir zemîn hazırlamaktır.)
Hâricdeki düşmanlar, yâni o gizli ecnebî komite, particilik vâsıtasıyla Müslümanları birbirleriyle boğuşturuyor ve bununla Müslümanları za’fa uğratıp küfrünü yerleştiriyor.
(İran ve Mısırdaki hissedilen hâdise ve buhrânlar, bu esâstan ileri geldiği anlaşılıyor. Fakat, onlar burası gibi değil; bize nisbeten pek hafif, yüzde bir nisbetindedir. -Ellah etmesin- bu hâl bizde olsa, pek dehşetli olur. Bu tehlikeye karşı çâre-i yegâne) particiliği ve Türkçülüğü değil; (Uhuvvet-i İslâmiyyeyi ve esâs İslâmiyyet milliyyetini o kuvvetin) devletin (temel taşı yapıp,) hayâtın her kademesinde ahkâm-ı İlâhiyyeyi hâkim kılıp (ma’sûmları himâye için, cânîlerin cinâyetlerini kendilerine münhasır bırakmak lâzımdır.)
Hangi partiden ve hangi parti mensûblarından zarâr gelmişse onları mes’ûl tutmak lâzımdır. Onların cinâyetlerinden dolayı başkalarına adâvet ve zulmetmek ??????????? ????????? ?????? ?????? âyetinin nassıyla harâmdır. Halbuki, particilik sisteminde adâletle muâmele etmek mümkün değildir. Zîrâ, hangi parti iktidâra gelirse, kadrolaşarak kendi adamlarını tutar ve başkalarını ezer.
Dikkat edilse anlaşılır ki, Bedîüzzamân (ra) bu mektûbuyla hâşâ Adnan Menderes’in partisini desteklemek değil; belki Adnan Menderes’e particiliği bırakmasını, uhuvvet-i İslâmiyyeyi te’sîs etmesini ve İslâmiyyet milliyyetini esâs tutmasını tavsiye ediyor. Zîrâ, dînde particilik yoktur. Burası Dâr-ı İslâm’dır, mü’minler birbirlerinin kardeşidir. Particilik ise tefrîkaya sebeb olur, uhuvvet-i İslâmiyyeyi kırar.
Bu particilik illeti ve ırkçılık hastalığı, Müslümanları parçalamak ve yutmak için ecnebîler tarafından içimize atılmıştır. Bedîüzzamân (ra), bu mektûbunda bütün siyâsetlerden beri olarak, sâdece uhuvvet-i İslâmiyyeyi emreden ???????? ?????????????? ???????? “Ancak mü’minler kardeştirler” (Hucurât, 10) âyetini ve adâlet-i İlâhiyyeyi te’mîn eden ??????????? ????????? ?????? ?????? âyetini tavsiye ediyor. Onları hem particilikten, hem de ırkçılıktan kurtarmak için ahkâm-ı Kur’âniyye’ye da’vet ediyor. Hem memleketin selâmeti, hem de dünyâ ve âhiret saâdeti için böyle bir tavsiyede bulunuyor, İlâhî hükmü onlara teblîğ ediyor.
Bedîüzzamân (ra), Türkiye’de çok partili sisteme geçildiği zamân particiliğin uyandırdığı fitneye karşı “Uhuvvet Risâlesi” adlı eserini kaleme almış ve dînde particiliğin olmadığını açıkça isbât etmiştir. Particiliğin dînde olmadığı; Bedîüzzamân Hazretlerinin particiliği ve bugünkü siyâseti desteklemediği ve o zâtın Adnan Menderes’e mezkûr tavsiyeleri mektûblarda bedaheten îzâh edildiği hâlde; Bedîüzzamân Hazretlerinin Demokrat Partiyi desteklediğini iddia ederek böyle bir iftirâda bulunmak, olsa olsa ancak o gizli zındıka komitesinin işi ve fâsid bir te’vîli olabilir. Zamânla o fâsid te’vîller mü’minler arasında yerleşmiş, Bedîüzzamân Hazretleri hâşâ siyâsetçiymiş, Demokrat Partiyi ve demokrasiyi müdâfaa etmiş ve Adnan Menderes’i desteklemiş gibi gösterilmiştir.
Bedîüzzamân gibi bir Kur’ân şâkirdinin Adnan Menderes gibi bir siyâsetçiye tâbi’ ve âlet olması mümkün müdür? Aslâ ve kat’a! Elbette Kur’ân şâkirdi olan o zât, Demokratlara âlet olamaz ve onları destekleyemez; ancak Kur’ân’ın ahkâmını onlara teblîğ eder ve Kur’ân’ın hâkimiyyeti için çalışır. Gökteki güneşin yerdeki muma tâbi’ olması mümkün olmadığı gibi; Üstâd Bedîüzzamân Hazretlerinin de Demokrat Partiye tâbi’ olması ve onlara destek vermesi mümkün değildir.
Nasıl ki, adâletin te’mîni, zulüm ve haksızlıkların ortadan kalkması, bu birinci kánûn-i esâsiden kaynaklanıyor. (Hem) de (emniyyetin ve âsâyişin temel taşı, yine bu kánûn-i esâsîden geliyor.) Particilik ve ırkçılık sebebiyle birbirlerine karşı düşman vaz’ıyyeti alan kimseler, âsâyişi de ihlâl ederler. Halbuki, ??????????? ????????? ?????? ?????? kánûn-i esâsisi ile emniyyet ve âsâyiş; ancak Kur’ân’ın hâkimiyyeti vâsıtasıyla uhuvvet-i İslâmiyyenin te’sîs edilmesi, İslâmiyyet milliyyetinin esâs tutulması, particilik ve menfî milliyyetçiliğe son verilmesiyle te’mîn edilir. ??????????? ????????? ?????? ?????? âyeti, adâlet-i Kur’âniyyeyi ihtivâ ediyor.
(Meselâ: Bir hânede veyâ bir gemide bir ma’sûm ile on cânî bulunsa, hakíkí adâletle ve emniyyet ve âsâyiş düstûr-i esâsîsi ile, o ma’sûmu kurtarıp tehlikeye atmamak için, gemiye ve hâneye ilişmemek lâzım; tâ ki ma’sûm çıkıncaya kadar. İşte bu kánûn-i esâsî-i Kurânî hükmünce, âsâyiş ve emniyyet-i dâhiliyyeye ilişmek, on cânî yüzünden doksan ma’sûmu tehlikeye atmak, gazâb-ı İlâhiyyenin celbine vesîle olur.)
Bedîüzzamân (ra), Adnan Menderes’e hitâben özetle diyor ki: Halk Partisi ve Millet Partisi, beşerî kánûnlara ve Türkçülüğe dayandı, tarafgirlik sebebiyle kendi partilerinden olmayanları tehlikeye attılar, zulmettiler. Sen bunlar gibi muâmele etme! Onlar, bir cânî için yüz ma’sûmu fedâ ederler, ba’zan da bir köyü yakıp yıkarlar. Sen, yüz cânî için bile olsa bir ma’sûmu fedâ etme! Kur’ân’ın ??????????? ????????? ?????? ?????? düstûruyla amel etmek sûretiyle hakíkí adâleti te’mîn et! Yâni, diğer partiler, kendi tarafdârlarının menfaatlerini gözetirler veyâ kendi ırklarını tutarlar; sen öyle yapma. Particiliği ve ırkçılığı bırak, ahkâm-ı İlâhiyyeyi icrâ et, İslâmiyyet milliyyetine dayan, her hak sâhibine hakkını ver, böylece adâletle muâmele eyle! Bu icrââtın hem adâleti, hem de emniyyet ve âsâyişi te’mîn eder. Hem de sizleri gazâb-ı İlâhî’den kurtarır. Aksi takdîrde dış güçler, particiliği ve ırkçılığı elde tutup bununla Müslümanları boğuşturacak ve kendileri de seyirci kalacaklardır.
Nitekim, Bedîüzzamân (ra), gelecek cümlelerinde bunu ifâde ediyor:(Mâdem Cenâb-ı Hak, bu tehlikeli zamânda bir kısım hakíkí dîndarların başa geçmesine yol açmış, Kurân-ı Hakîm’in bu kánûn-i esâsîsini kendilerine bir nokta-i istinâd ve onlara garazkârlık edenlere karşı siper yapmak lâzım geldiğini, zamân ihtâr ediyor.)
Bedîüzzamân, “Cenâb-ı Hak bu tehlikeli zamânda bir kısım hakíkí dîndarların başa geçmesine yol açmış” cümlesiyle diyor ki: Sizin iktidâra gelmeniz Ellah’ın bir ni’metidir. Bu ni’met şükür ister. Bu ni’metin şükrü ise, hayâtın her safhasında ahkâm-ı İlâhiyyeyi tatbîk ve icrâ etmektir. Aksi takdîrde şükürden şirke düşülmüş olur. Bu ni’met-i İlâhiyyeye karşı şükür olarak hakáik-ı İslâmiyyeyi hâkim kılsanız, hem Ellah’ı râzı etmiş olursunuz, hem millet kurtulur, hem de sizler kurtulursunuz. Eğer diğerleri gibi bu ni’mete şükretmeyip sû-i isti’mâl etseniz, yâni ahkâm-ı İlâhiyyenin hayâtın her sahasında hâkim olması için çalışmazsanız; hem gazâb-ı İlâhî’ye, hem de memleketin felaketine sebeb olursunuz.
Bu sebeble Bedîüzzamân (ra) Adnan Menderes’e meâlen diyor ki: Devleti particiliğe ve ırka dayandırma; belki hakáik-ı İslâmiyyeye ve İslâmiyyet milliyyetine dayandır. Yoksa, dış güçler sizi birbirinize düşürürler, kuvvet ve şevketinizi kaybedersiniz. Zîrâ, Bedîüzzamân’ın ta’bîriyle bugünkü siyâsetin ipi dış güçlerin, yâni gizli bir ecnebî komitenin elindedir. Avrupa’nın ise kánûnlarıyla, felsefesiyle, edebiyatıyla, medyasıyla size galebe çaldığı bir zamânda; onlara karşı ancak Kur’ân’ın amelî, ilmî ve edebî sahalardaki ahkâm ve düstûrlarıyla galip gelebilirsiniz. Yoksa, o gizli zındıka komitesinin planı olan particilik ve ırkçılığa dayanırsanız, memleket perîşân olur.
Ve öyle de oldu. Başta Adnan Menderes olmak üzere Demokrat Parti mensûbları bu noktada Bedîüzzamân Hazretlerini dinlemedikleri için “particilik” sağ-sol cereyânlarını, “ırkçılık” ise Türkçülük ve Kürtçülük mes’elelerini netîce verdi. Bu cereyânlar sebebiyle memlekette emniyyet ve âsâyiş ihlâl oldu, binlerce insân canını ve malını kaybetti.
Bedîüzzamân (ra), Adnan Menderes’ten, İslâmiyyetin birinci kánûn-i esâsîsinde iki şeyi istiyor:
Birincisi: Dîn-i mübîn-i İslâm’da particilik yoktur. Çünkü, particilik, hizibleşmeye ve her partinin, kendi tarafdârlarını tutup diğerlerine karşı tavır takınmasına sebebdir. Bu ise ümmet arasında tefrîkaya yol açtığı için, harâmdır. Bu sebeble, particiliği bırak!
İkincisi: Irkçılık damarıyla hizibleşmek de Kur’ân’ın nassıyla yasak olduğundan, devleti menfî milliyyetçilikten kurtarmak ve devlete bütün Müslümanları kucaklayacak bir isim vermek lâzımdır. Zîrâ, Halk Partisi particilik ve ırkçılıkla hadsiz cinâyet işledi. Sen de particiliği ve ırkçılığı esâs maksad yapsan, hadsiz cinâyet işlemiş olursun.
Öyle ise Bedîüzzamân (ra), başta Adnan Menderes olmak üzere Demokratlara şu tavsiyelerde bulunuyor: Ecnebî diyârından getirilen ve uhuvvet-i İslâmiyyeyi parçalayıp hizibleşmeye sebeb olan particilik ve ırkçılığı ortadan kaldırın, bunların yerine uhuvvet-i İslâmiyyeyi ve esâs İslâmiyyet milliyyetini ikáme edin!
Onlar ise, vâ esefâ, bu ihtârı dinlemediler, gazâb-ı İlâhî’yi celb ettiler ve kendileri gittikleri hâlde ektikleri tohumlar gazâb-ı İlâhî’nin eseri olan mahsûlleri verdi ve bu mahsûller hâlâ devâm etmektedir.
Şimdi ehl-i insafa soruyoruz: Acabâ Bedîüzzamân (ra)’ın bu cümlelerinde zerre kadar siyâseti desteklediğini veyâ Demokrat Parti lehinde konuştuğunu gösteren herhangi bir işâret var mıdır? Hâşâ ve kella! Ancak Bedîüzzamân (ra), Ellah’ın emrini ve Müslümanların menfaatine olan husûsları Demokrat Parti mensûblarına teblîğ etmiştir. Bedîüzzamân (ra), ahkâm-ı İlâhiyyenin tatbîkini onlardan istemişken, Bedîüzzamân Hazretlerinin vefâtından sonra gizli bir ecnebî komite, bâtıl te’vîllerle Müslümanları hizibleştirmek ve particiliği meşrû’ göstermek için -hâşâ- Bedîüzzamân Hazretlerini Demokrat Partiyi ve demokrasiyi desteklemiş gibi göstermiştir. O ecnebî komitenin bu bâtıl te’vîlleri propaganda ile etrâfa neşredildi. Müslümanlar da zamânla o bâtıl te’vîlleri kabûllenmek gibi bir hâl içine girdiler.
Halbuki, Bedîüzzamân Hazretlerinin siyâsetle ve particilikle hiçbir alâkası yoktur. Ancak o partide kısmen Müslümanların bulunması sebebiyle ve Bedîüzzamânın sırr-ı verâset-i nübüvvetle teblîğ vazîfesiyle mükellef olması sebebiyle, Demokratları ahkâm-ı İlâhiyyenin tatbîkiyle adâlet-i Kur’âniyyeyi te’mîn etmeye da’vet etmiştir. Üstâd Bedîüzzamân Hazretleri sâdece Demokratlara değil, iktidârda bulunan bütün idârecilere bu teblîği yapmıştır. O hâlde Bedîüzzamân (ra)’ı Demokrat Parti tarafdârı gibi göstermek, o zâta bir bühtân-ı azîmdir.
(İslâmiyyetin ikinci bir kánûn-i esâsîsi şu hadîs-i şerîftir: ?????????????????????????????
hakíkatiyle me’mûriyyet bir hizmetkârlıktır;) me’mûriyyet, ma’nâ-yı harfiyle bir hizmetkârlıktır. Yâni, “Âmir” ve “Hâkim” Ellah’dır. İdâreci ise, Ellah’ın emirlerini yerine getiren bir me’mûrdur. Me’mûr ise, İlâhî kánûnların ve o kánûnlara boyun eğen Müslümanların hizmetkârıdır; (bir hâkimiyyet ve benlik için tahakküm âleti değil.) O me’mûriyyet, Nemrûdlaşıp kánûnlar perdesi altında halka zulmetmek değildir. Belki me’mûriyyet, Ellah’ın kánûnlarını kullarına adâletle icrâ etmek için verilen bir vazîfedir. Dolayısıyla, me’mûriyyet, hem ahkâm-ı İlâhiyyeye, hem de o ahkâmı kabûl edenlere hizmetkârlıktır.
(Bu zamânda terbiye-i İslâmiyyenin noksâniyyetiyle ve ubûdiyyetin za’fiyyetiyle), yâni bu zamânda beşeriyyet, câmide Ellah’a ibâdet etmekten i’râz ettiği gibi; hayâtın her safhasında ahkâm-ı İlâhiyyeyi hâkim kılmamakla bir nev’i ubûdiyyet zincirini boynundan çıkarmış bulunuyor. Yâni, başta idâreciler olmak üzere ekser insânlar, câmiye gelip namâz kılmıyorlar; hayâtın bütün safhalarında hakáik-ı İslâmiyyeye dayanmıyorlar, Ellah’ın hükmüyle hükmetmiyorlar, Ellah’ın emrettiği tarzda tedrîsât yapılmıyor; basın ve yayında İslâmiyyet aleyhinde her şey neşrediliyor, ahlâk-ı insâniyye derinden derine yaralanıyor. Beşer, şahsî, idârî, hukúkî ve ictimâî sahalarda ubûdiyyetkârâne bir tavır takınmadığı, belki keyfe mâyeşâ harekete alıştığı için (benlik, enâniyyet kuvvet bulmuş. Me’mûriyyeti, hizmetkârlıktan çıkarıp, bir hâkimiyyet ve müstebidâne bir tahakküm ve mütekebbirâne bir mertebe tarzına getirdiğinden;) netîcesi menfî oluyor.
Bedîüzzamân Hazretleri şöyle buyuruyor: “Felsefenin hâlis bir tilmizi, bir fir’avndır. Fakat, menfâati için en hasis şeye ibâdet eden bir fir’avn-ı zelîldir. Ammâ, hikmet-i Kur’ân’ın hâlis tilmizi ise; bir abddir. Fakat, a’zam-ı mahlûkáta da ibâdete tenezzül etmez. Hem Cennet gibi a’zam-ı menfaat olan bir şeyi, gáye-i ibâdet kabûl etmez bir abd-i azîzdir.” (Sözler, s. 122)
Bedîüzzamân (ra)’ın bu ifâdelerine göre; amelî felsefeyi rehber edinen bir idâreci Fir’avn gibi kendisini müstakil görüyor, kendini o memleketin hakíkí âmiri ve hâkimiymiş gibi tasavvur ettiğinden kánûn çıkarıyor, çıkardığı o kánûnları icrâ ediyor, o kánûnlara itâat etmeyenleri de cezâlandırıyor. Kendisini, Ellah’ın “Âmir ve Hâkim” isimlerinin tecellîsine mazhar ve onun hükümlerini teblîğ ve tatbîk etmekle mükellef bir me’mûr sûretinde görmüyor. Kur’ân’ın şâkirdi ise kendini abd biliyor, ahkâm-ı İlâhiyyeye boyun eğiyor, yalnız Hálık’ın rızâsını esâs maksad yapıyor.
Demek, kánûnlar, adâlet-i Kur’âniyye hesâbına ve Ellah nâmına icrâ olunmazsa, adâlet te’mîn edilmez; belki zulüm yapılmış olur; (abdestsiz, kıblesiz namâz kılmak gibi, adâlet olmaz; esâsiyle de bozulur ve hukúk-ı ibâd da zîr ü zeber olur.)
Bedîüzzamân (ra), (Hukúk-ı ibâd, hukúkullah hükmüne geçemiyor ki hak olabilsin;) ifâdesiyle, Demokratlara diyor ki: Siz eğer Ellah hesâbına ahkâm-ı İlâhiyyeyi tatbîk etseniz; hem hukúkullah, hem de hukúku’l-ibâda riâyet etmiş olursunuz. Ama, siz ahkâm-ı İlâhiyyeye dayanmadan kendi irâdenizle çıkarmış olduğunuz hükümleri kendi hesâbınıza tatbîk etseniz; zâhiren halka faydalı gibi görünse de, netîcede yine şer ve zulüm olur. Çünkü, hem hükümler İlâhî değildir, hem de bu hükümler Ellah nâmına icrâ olunmuyor. Abdestsiz namâzın bir fâidesi olmayacağı gibi, bu şekilde kánûn çıkarmak da fayda sağlamaz. O hâlde, hukúku’l-ibâd, hukúkullahı tazammun etmelidir. Farazâ siz hukúku’l-ibâda riâyet etseniz bile, Ellah nâmına olmadığı için yine zulmetmiş olursunuz. Demek, hukúku, “Ellah’ın emri budur” diye tatbîk etmek zorundasınız. Beşerin kánûnları, beşer gibi yıpranıyor. Ne kadar müsbet görünse de insânların yaradılışına uygun gelmiyor. İnsanı yaratan kim ise, onu idâre edecek hükümleri vaz’ eden de yalnız O’dur. Nitekim, bu hakíkat Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle ifâde edilmektedir:
????? ???? ????????? ??????????? “Dikkat edin! Eşyâyı îcâd, herkese ve her şeye emretmek, ancak Allâhu Teâlâ’ya mahsûstur. Ellah’dan başka bir emir sâhibi yoktur.” (A’râf, 54)
Bedîüzzamân (ra) bu cümleleriyle şöyle demek istiyor: Adâlet-i Kur’âniyye hem hukúkullahı, hem de hukúku’l-ibâdı tazammun eder. Hukúku’l-ibâd, hukúkullaha, yâni Kur’ân’a dayanmazsa zulüm olur.
O hâlde her bir ahkâmın icrâsında iki hukúk vardır:
Biri: Hukúkullahdır.
Diğeri: Hukúku’l-ibâddır.
Eğer hukúk-ı ibâd, hukúkullahı tazammun etmezse; yâni hukúkullaha dayanmazsa ve Ellah nâmına olmazsa; zulm-i azîm olur. Yâni, ????? ????????? ???????? ?????? “Muhakkak ki şirk, büyük bir zulümdür” (Lokmân, 13) âyetinin sarâhatiyle şirk olur.
Meselâ; bir adam hırsızlık yaptı. Mazlûmun hakkını almak için şu hırsızlık suçuna elbette cezâ verilecektir. Bu cezâ, hukúkullahı tazammun etmezse, yâni;
a) Ellah’ın hükmüne göre olmazsa,
b) Ellah hesâbına icrâ olunmazsa; adâlet değil, zulüm yapılmış olur. Zîrâ, o suçta Ellah’ın hakkı da vardır. O hak da, ancak Ellah’ın emrettiği tarzda o cezânın uygulanmasıdır. Hâkim, “Ellah’ın emri budur” deyip, sonra o cezâyı tatbîk edecektir.
Nasıl ki, bir insân namâzın bütün şartlarını yerine getirse, yalnız abdest almazsa veyâ namâzın bütün rükünlerini yerine getirse, fakat kıbleye dönmezse, namâzı sahih olmaz. Aynen öyle de, hukúku’l-ibâd, hukúkullahı tazammun etmezse, adâlet te’mîn edilmez, netîcesi de zulüm olur. Çünkü, hâkim kendisini müstakil tasavvur ediyor; kendisini ahkâm-ı İlâhiyyenin bir hizmetkârı olarak görmüyor. İdâreci ve hâkim, hukúk-ı ibâdı icrâ ederken ahkâm-ı İlâhiyye ile değil, kendi karârıyla hükmettiği zamân; hak ve adâleti te’mîn edemez, müessir de olamaz. Bedîüzzamân Hazretleri şöyle buyuruyor: “Demek, hakíkí adâlet ve te’sîrli cezâ odur ki: Ellahın emri nâmıyla olsun. Yoksa te’sîri yüzden bire iner”; (belki nefsânî haksızlıklara vesîle olur.) Bu her zamân için geçerli olan bir hükümdür. Sâdece Demokratlara mahsûs değildir. Demek, cezâlar, hem Ellah’ın hükmüne göre, hem de Ellah hesâbına olmalıdır. Yoksa, adâlet yapalım derken zulmedilmiş olur.
Cenâb-ı Hak, bin bir isim sâhibidir. Hâkim ve Âdil isimleri de esmâ-yı İlâhiyyedendir. Cenâb-ı Hakk’ın zât-ı Akdesinde şerîki olmadığı gibi, esmâsında da şerîki yoktur. Bu sebeble ilmî, amelî ve edebî sahalar, her zamân ve her yerde Hâkim ve Âdil isimlerinin tecellîlerine âyine olmalıdır. Bu âyinedârlık da ancak ahkâm-ı İlâhiyyeyinin tatbîk ve icrâsıyla mümkündür. Aksi takdîrde, Bedîüzzamân’ın ifâdesiyle, nemrûdçuluk olur. Hâkim ve Âdil olan Allâhu Teâlâ, bu iki isimlerinin muktezâsıyla bize ma’nen şöyle emreder:
“Hâkim ve Âdil yalnız Benim. Benden gayrı her şey adâletim karşısında mahkûmdur. Yâni, kâinâttaki fıtrî kánûnların hâkimi Ben olduğum gibi, sizin ef’âl, akvâl ve ahvâlinizin de hâkimi Benim. Amelî, ilmî ve edebî sahalarda insânların hayât-ı ictimâıyyelerini tanzîm edecek kánûnların hâkimi Benden gayrı yoktur.”
Hazret-i Âdem (as)’dan kıyâmete kadar dîn-i hakkın hükmü budur. O hâlde hem idâreci, hem de raiyyet bu iki isme âyine olmalıdır. Tâ ki, bu isimlerde Ellah’a şerîk koşulmasın. Demek, idâreci, ahkâm-ı İlâhiyyeyi tatbîk ve icrâ etmekle; raiyyet de bu ahkâma boyun eğmekle mükellefdir. Böylece hem idâreci, hem de raiyet, Ellah’a karşı mahkûm olduklarını ortaya koymakla hakíkí hürriyyeti elde etmiş olurlar ve ancak bununla insânlar, birbirlerine kul ve köle olmaktan kurtulurlar. Bu netîceyi elde etmek için vahy-i sarîhî olan Kur’ân’a ve vahy-i zımnî olan sünnete dayanan ahkâm-ı İlâhiyyeyi aynen kabûl etmek ve hak mezheblerin ta’yîn ettiği hudûdlar içerisinde hayâtın bütün sahalarında bu İlâhî hükümleri tatbîk etmek ve halk da o İlâhî hükümlere teslîm olmakla, ???? ????????? ???? ??????? “Hüküm, ancak Ellah’a mahsûstur” (Yûsuf, 40) âyetinin sırrıyla hâkimiyyetin Ellah’a mahsûs olduğunu fiilen göstermek her Müslüman’ın her zamân ve her yerde aslî vazîfesidir. Bedîüzzamân Hazretlerinin bu sözlerinin muhâtabı her ne kadar Adnan Menderes ise de, bu hitâb kıyâmete kadar geçerli bir hitâbdır; ahkâm-ı İlâhiyyenin beyânı olduğu için hitâb umûmîdir.
Vahy-i İlâhî, ezelden gelmiş ebede gideceği gibi, ahkâm-ı İlâhiyye de ezelden gelmiş ebede kadar gidecektir. Belli bir zamâna mahsûs değildir ve belli bir hudûdu yoktur. Ellah’ın kelimelerinde ve hükümlerinde değişme olmaz. Kur’ân’ın hükümleri herhangi bir zamân ve herhangi bir mekânla kayıtlı değildir. Kur’ân’ın koyduğu her bir hüküm, Rasûl-i Ekrem (asm)’dan başlar, kıyâmete kadar gider. Teşri’ hakkı Ellah’a hasdır. Cenâb-ı Hak, yüce Kelâmında şöyle buyurmaktadır:
????????? ???????? ??????? ??????? ????????? ??? ????????? ???????????? ?????? ????????? ?????????
“Ey Ekreme’r-Rusül! Rabbin Teâlâ’nın kelimesinden ibâret olan Kur’ân, va’dinde sâdık ve hükmünde âdil olması bakımından tamâm oldu. Aslâ noksan kalmadı. Çünkü, ihbârında yalan ve ahkâmında aslâ zulüm yoktur. Gerek geçmiş ümmetler hakkında, gerek kıyâmete kadar zuhûr edecek hâdisât husûsunda vermiş olduğu haberleri vâkıa mutâbıktır, aslâ hulf yoktur. Emir ve nehiy, helâl ve harâm gibi bütün ahkâmı adâlete muvâfıktır. Rabbin Teâlâ’nın kelimâtını tebdîl ve tahrîf ve kıyâmet gününe kadar ahkâmını tağyîr edici yoktur. Zîrâ, , senin bi’setinle emr-i nübuvvet ve risâlet tamâm ve bâb-ı vahiy münsed oldu. Binâenaleyh sen, enbiyânın hâtemi ve rusül-i kirâmın seyyidi oldun. Allâhu Teâlâ kullarının sözlerini duyar ve işlerini bilir.” (En’âm, 115)
Bedîüzzamân Said Nursî Hazretleri aynı konuda şöyle buyurmaktadır:
“Evet, Kur’ân’ın düstûrları, kánûnları, ezelden geldiğinden ebede gidecektir. Medeniyyetin kánûnları gibi ihtiyâr olup ölüme mahkûm değildir. Dâimâ gençtir, kuvvetlidir.” (Sözler, s. 429)
“Şerîat-ı Garrâ, Kelâm-ı Ezelîden geldiğinden, ebede gidecektir. Nefs-i emmârenin istibdâd-ı rezîlesinden selâmetimiz, İslâmiyyete istinâd iledir, o hablü’l-metîne temessük iledir; ve haklı hürriyyetten hakkıyla istifâde etmek, îmândan istimdâd iledir. Zîrâ, Sâni’-ı Âleme hakkıyla abd ve hizmetkâr olanın, halka ubûdiyyete tenezzül etmemesi gerektir.” (Târihçe-i Hayât, s. 54)
Me’mûriyyet, ?????????????????????????????hadîs-i şerîfinin sırrıyla, Ellah nâmına ahkâm-ı Kur’âniyyeyi kullara teblîğ ve o ahkâmı icrâ etmek sûretiyle Ellah’ın kullarına hizmetkârlıktır. Yoksa, teşri’ hakkını kendilerine mal edip ve o sıfatı kullanmaya çalışan kişiler, Bedîüzzamân’ın ifâdesiyle, birer Nemrûd, birer Fir’avn gibi olur; onlara itâat edenler de onların kul ve kölesi gibi olur. Evet, Fir’avn, çıkarmış olduğu kánûnlara halkı itâate da’vet etmekle ve halkın da onun çıkarmış olduğu kánûnlara itâat etmesiyle rubûbiyyetini ve ulûhiyyetini ortaya koymuştur. Müfessir Fahr-i Râzî’nin beyânına göre, Fir’avn, Ellahın zâtını inkâr etmiş değildir. Belki rubûbiyyetinde ve idârecilik sıfatında Ellah’a şerîk koşmuştur. Cenâb-ı Hak bu konuda şöyle buyurmaktadır:
“Fir’avn, eşrâf-ı kavmine şöyle dedi: ‘Sizin için benden başka ilâhınız olduğunu bilmiyorum.’ ” (Kasas, 38)
“Kavmini topladı ve şöyle nidâ etti, ‘Ben sizin a’la Rabbinizim’ dedi. Ellah onun ilk ve son sözlerinden dolayı onu şiddetle yakaladı. Bunda Ellah’tan korkanlar için ibret vardır.” (Nâziât, 21-24-26)
Bedîüzzamân (ra)’ın yukarıdaki cümlelerine dikkat edilse, “hâkimiyyet” ta’bîrini kullandığı görülecektir. Hâkimiyyet ise her zamân ve her yerde yalnız ve yalnız Ellah’ın ve O’nun fermânı olan Kur’ân’ındır. Aksi takdîrde, Bedîüzzamân’ın ifâdesiyle, nemrûdculuk ve fir’avnculuk olur.
Ahirzamânda gelecek Süfyân ve Deccâl, halkı kendilerine ve me’mûrlarına itâat ettirdiklerinden dolayı Süfyân ve Deccâl nâmlarını almışlardır. Bu konuda Bedîüzzamân Hazretleri şöyle buyurmaktadır:
“Rivâyette vardır ki: ‘Âhirzamânda Deccâl gibi bir kısım şahıslar, ulûhiyyet da’vâ edecekler ve kendilerine secde ettirecekler.’
“Allâhu alem, bunun bir te’vîli şudur ki: Nasıl ki, pâdişâhı inkâr eden bir bedevî kumandan, kendinde ve başka kumandanlarda, hâkimiyyetleri nisbetinde birer küçük pâdişâhlık tasavvur eder. Aynen öyle de, tabiıyyûn ve maddiyyûn mezhebinin başına geçen o eşhâs, kuvvetleri nisbetinde kendilerinde bir nev’i rubûbiyyet tahayyül ederler ve raiyyetini kendi kuvveti için kendine ve heykellerine ubûdiyyetkârâne serfüru’ ettirirler, başlarını rükûa getirirler, demektir.” (Şuâlar, s. 460)
“Tabiıyyûn, maddiyyûn felsefesinden tevellüd eden bir cereyân-ı Nemrûdâne, gittikçe âhirzamânda felsefe-i maddiyye vâsıtasıyla intişâr ederek kuvvet bulup, ulûhiyyeti inkâr edecek bir dereceye gelir. Nasıl bir pâdişâhı tanımayan ve ordudaki zâbitân ve efrâd onun askerleri olduğunu kabûl etmeyen vahşî bir adam, herkese, her askere bir nev’i pâdişâhlık ve bir gûnâ hâkimiyyet verir. Öyle de, Ellahı inkâr eden o cereyân efrâdları, birer küçük Nemrûd hükmünde nefislerine birer rubûbiyyet verir. Ve onların başına geçen en büyükleri, ispirtizma ve manyetizmanın hâdisâtı nevinden müdhiş hârikalara mazhar olan Deccâl ise; daha ileri gidip, cebbârâne sûrî hükûmetini bir nev’i rubûbiyyet tasavvur edip ulûhiyyetini i’lân eder. Bir sineğe mağlûb olan ve bir sineğin kanadını bile îcâd edemeyen âciz bir insânın ulûhiyyet da’vâ etmesi, ne derece ahmakçasına bir maskaralık olduğu ma’lûmdur.” (Mektûbât, s, 50)
“Deccâlın şahs-ı sûrîsi insân gibidir. Mağrûr, fir’avnlaşmış, Ellahı unutmuş olduğundan; sûrî, cebbârâne olan hâkimiyyetine, ulûhiyyet nâmını vermiş bir şeytân-ı ahmaktır ve bir insân-ı dessâstır. Fakat, şahs-ı ma’nevîsi olan dînsizlik cereyân-ı azîmi, pek cesîmdir.” (Mektûbât, s. 60)
İslâm hukúkuna göre ahkâm-ı dîniyye (bütün evâmir ve nevâhî-i İlâhiyye) dört bölümde ele alınmaktadır:
a) İbâdât.
b) Muâmelât (alış-veriş gibi).
c) Münâkehât (evlenme ve boşanma gibi).
d) Ukúbât (cezâ hukúku).
Devlet-i İslâmiyyenin tatbîk ve icrâ etmekle mükellef olduğu her bir hükm-i İlâhî içinde iki hak vardır:
Biri: Hukúkullah;
Diğeri: Hukúku’l-ibâddır.
Devlet-i İslâmiyye, her iki hakkı yerine getirmekle mükelleftir. Adâlet ise, ancak ahkâm-ı İlâhiyye ile te’mîn edilebilir. Adâlet kelimesi, ekseriyyetle hukúkla ilgili ahkâmda kullanılır. Yâni, “adâlet”, hukúkullaha bihakkın riâyet etmekle berâber hukúk-ı ibâda dahi riâyet etmektir.Buna göre, Kur’ân’ın adâleti, hukúkullaha riâyeti emretmekle berâber, hukúk-ı ibâdı da görüp gözetir. Başkasının hukùkuna tecâvüz etmez, her hak sâhibine hakkını verir, haksızları da tecziye eder. Hiç kimseye zulüm yapmaz, herkesin hakkına riâyet eder. Meselâ; adam öldürme, zinâ, hırsızlık, yol kesme, fâiz, namâz kılmamak, zekât vermemek vb. suçlarda hem hukúkullah, hem de hukúk-ı ibâd mevcûddur. Yâni, hem Ellah’ın hakkına hem de kul hakkına tecâvüz vardır. Bu haklar ise ancak adâlet-i Kur’âniyye ile ve Ellah hesâbına olunca adâlet te’mîn edilebilir. Aksi takdîrde zulüm olur.
Nasıl ki, cezâya müstehak olan kul; hem Ellah’ın, hem de kulun hakkına tecâvüz ettiği için iki cezâyı çeker. Ellah’ın hakkından tevbe ile, kul hakkında ise hakkında Ellah’ın cezâ hükmünün tatbîk edilmesiyle kurtulur. Hâkim de hukúkullahı ve hukúk-ı ibâdı muhâfaza etmek için hem Ellah’ın hükmünü tatbîk edecek, hem de o cezâyı Ellah hesâbına icrâ edecektir. Aksi takdîrde zulmetmiş olur. Zîrâ, hâkim sâdece kul hakkını muhâfaza etmekle mükellef değildir. Belki Ellah’ın hakkını da muhâfaza etmekle mükelleftir. Bu da ancak, Ellah’ın hükmünü Ellah hesâbına icrâ etmekle olur. Hâkim, Ellah’ın hükmünü tasdîk ettiği hâlde Ellah’ın hükmüyle hükmetmezse günâhkar olur. Tasdîk etmez veyâ sed çekerse, bu durumda küfrü irtikâb etmiş olur.
Evet, ahkâm-ı İlâhiyyenin icrâ ve tatbîk edilmediği yerde hem hukúkullaha, hem de hukúku’l-ibâda zulüm vardır. Ellah hesâbına olmayınca, netîcesi hem Ellah’a karşı haddini tecâvüz, hem de kullara zulümdür. Zîrâ, ahkâm-ı İlâhiyyenin gayrısıyla hükmedenler, ifrât ve tefrîte düşerler, adâleti te’mîn edemezler. Yâni, ya işlenen suçun cezâsını fazla vermekle ifrât ederler veyâ lâyık olduğu cezâyı vermemekle tefrît ederler. Her ikisi de zulümdür. Ahkâm-ı İlâhiyye ise ifrât ve tefrîtten mahfûzdur, vasat mertebesini hedef edinir ki; bu da ayn-ı adâlettir. Sâdece kul hakkı için bir cezâ icrâ olunsa, o nefsânî olur ve bu bir nev’i şirktir. Şirk de en büyük fitne ve zulümdür. Onun için, Bedîüzzamân (ra) Hutbe-i Şâmiyye adlı eserinde açıkca adâlet-i İlâhiyye nâmına ve hakáik-ı İslâmiyye dâiresinde mahkemeler açmak zarûretini emrediyor; aksi takdîrde anarşistlere, Ye’cüc ve Me’cüc’lere teslîm-i silâh edileceğini beyân ediyor.
“Evet, millet-i İslâmiyyenin sebeb-i saâdeti, yalnız ve yalnız hakáik-ı İslâmiyye ile olabilir. Ve hayât-ı ictimâıyyesi ve saâdet-i dünyeviyyesi, şerîat-ı İslâmiyye ile olabilir. Yoksa adâlet mahvolur. Emniyyet zîr ü zeber olur. Ahlâksızlık, pis hasletler galebe eder. İş yalancıların, dalkavukların elinde kalır. Size bu hakíkatı isbât edecek binler hüccetten bir küçük nümûne olarak bu hikâyeyi nazar-ı dikkatinize gösteriyorum:
“Bir zamân bir adam, bir sahrâda, bedevîler içinde ehl-i hakíkat bir zâtın evine misâfir olur. Bakıyor ki, onlar mallarının muhâfazasına ehemmiyyet vermiyorlar. Hattâ, ev sâhibi, evinin köşesinde paraları oralarda açıkta bırakmış. Misâfir, hâne sâhibine dedi: ‘Hırsızlıktan korkmuyor musunuz, böyle malınızı köşeye atmışsınız?’
“Hâne sâhibi dedi: ‘Bizde hırsızlık olmaz.’
“Misâfir dedi: ‘Biz paralarımızı kasalarımıza koyduğumuz ve kilitlediğimiz hâlde çok def’alar hırsızlık oluyor.’
“Hâne sâhibi demiş: ‘Biz emr-i İlâhî nâmına ve adâlet-i şer’ıyye hesâbına hırsızın elini kesiyoruz.’
“Misâfir dedi: ‘Öyle ise çoğunuzun bir eli olmamak lâzım gelir.’
“Hâne sâhibi dedi: ‘Ben elli yaşına girdim, bütün ömrümde bir tek el kesildiğini gördüm.’
“Misâfir taaccüb etti, dedi ki: ‘Memleketimizde her gün elli adamı hırsızlık ettikleri için hapse sokuyoruz. Sizin buradaki adâletinizin yüzde biri kadar te’sîri olmuyor.’
“Hâne sâhibi dedi: ‘Siz büyük bir hakíkatten ve acîb ve kuvvetli bir sırdan gaflet etmişsiniz, terk etmişsiniz. Onun için adâletin hakíkatını kaybediyorsunuz. Maslahat-ı beşeriyye yerine adâlet perdesi altında garazlar, zâlimâne ve tarafgirâne cereyânlar müdâhale eder, hükümlerin te’sîrini kırar. O hakíkatın sırrı budur:
‘Bizde bir hırsız elini başkasının malına uzattığı dakikada, hadd-i şerînin icrâsını tahattur eder. Arş-ı İlâhî’den nâzil olan emir hatırına gelir.Îmânın hâssası ile, kalbin kulağı ile, kelâm-ı ezelîden gelen ve ‘hırsız elinin i’dâmına’ hükmeden ??????????????????????????????????????????????????????âyetini hissedip işitir gibi îmân ve i’tikádı heyecana ve hissiyyât-ı ulviyyesi harekete gelir. Rûhun etrâfından, vicdânın derin yerlerinden, o sirkat meyelânına hücûm gibi bir halet-i rûhiyye hâsıl olur. Nefis ve hevesten gelen meyelân parçalanır, çekilir. Git gide o meyelân bütün bütün kesilir. Çünkü, yalnız vehim ve fikir değil, belki ma’nevî kuvveleri -akıl, kalb ve vicdân- birden o hisse, o hevese hücûm eder. Hadd-i şerîyi tahattur ile ulvî zecr ve vicdânî bir yasakçı o hissin karşısına çıkar, susturur.’
“ Evet, îmân kalbde, kafada dâimî bir ma’nevî yasakçı bıraktığından, fenâ meyelânlar histen, nefisten çıktıkça, ‘Yasaktır!’ der, tard eder, kaçırır. Evet, insânın fiilleri kalbin, hissin temâyülâtından çıkar. O temâyülât, rûhun ihtisâsâtından ve ihtiyâcâtından gelir. Rûh ise, îmân nûru ile harekete gelir. Hayır ise yapar, şer ise kendini çekmeğe çalışır. Daha, kör hisler onu yanlış yola sevk edip mağlûb etmez.
‘Elhâsıl: Had ve cezâ, emr-i İlâhî ve adâlet-i Rabbâniyye nâmına icrâ edildiği vakit hem rûh, hem akıl, hem vicdân, hem insâniyyetin mâhiyyetindeki latîfeleri müteessir ve alâkadâr olurlar. İşte bu ma’nâ içindir ki, elli senede bir cezâ, sizin hergün müteaddid hapsinizden ziyâde bize fâide veriyor. Sizin adâlet nâmı altındaki cezâlarınız, yalnız vehminizi müteessir eder. Çünkü, biriniz hırsızlığa niyet ettiği vakit, millet, vatan maslahatı ve menfaatı hesâbına cezâya çarpılmak vehmi gelir. Yâhut, insânlar eğer bilseler ona fenâ nazarla bakarlar. Eğer aleyhinde tebeyyün etse, hükûmet de onu hapsetmek ihtimâli hatırına geliyor. O vakit yalnız kuvve-i vâhimesi cüzî bir teessür hisseder. Halbuki, nefis ve hissinden çıkan -husûsan ihtiyâcı da varsa- kuvvetli bir meyelân galebe eder. Daha o fenâlıktan vaz geçmek için o cezânız fayda vermiyor. Hem de, emr-i İlâhî ile olmadığından, o cezâlar da adâlet değil. Abdestsiz, kıblesiz namâz kılmak gibi battal olur, bozulur. Demek, hakíkí adâlet ve te’sîrli cezâ odur ki: Ellahın emri nâmıyla olsun. Yoksa, te’sîri yüzden bire iner.’
“İşte bu cüzî sirkat meselesine sâir küllî ve şümullü ahkâm-ı İlâhiyye kıyâs edilsin. Tâ anlaşılsın ki: Saâdet-i beşeriyye dünyâda adâlet ile olabilir. Adâlet ise doğrudan doğruya Kur’ân’ın gösterdiği yol ile olabilir... (Hikâyenin hulâsâsı bitti.)
“Eğer beşer çabuk aklını başına alıp adâlet-i İlâhiyye nâmına ve hakáik-ı İslâmiyye dâiresinde mahkemeler açmazsa, maddî ve ma’nevî kıyâmetler başlarına kopacak, anarşilere, Yecüc ve Mecüc’lere teslîm-i silâh edecekler, diye kalbe ihtâr edildi.” (Hutbe-i Şâmiyye, s. 75-79)
Bu münâsebetle Üstâd Bedîüzzamân Hazretlerinin Demokratlara göndermiş olduğu mektûbları, o gizli örgütün te’sîrâtı altında kalarak te’vîlât-ı fâside ile te’vîl edip kendi siyâsî propagandalarına delîl olarak gösterenler ve Üstâd Bedîüzzamân Hazretlerini siyâsetçi gibi kabûl edenler, kat’î olarak Bedîüzzamân Hazretlerine büyük bir iftirâda bulunduklarını bilsinler.
(Şimdi, Adnan Menderes) ve onun siyâset arkadaşları (gibi) iktidâr mensûbları, (İslâmiyyetin ve dînin îcâblarını yerine getireceğiz diye) millete söz verdiler.
Demokrat Parti mensûbları, “İslâmiyyet ve dîne hizmet edeceğiz” dediler; ama maalesef, Kur’ân’ı hayât nizâmı olarak kabûl ve icrâ etmediler.
Metinde geçen “İslâmiyyet” ta’bîri; devletin tatbîk ve icrâsına tarafdâr olması lâzım gelen başta şeâir-i İslâmiyye olmak üzere ahkâm-ı İlâhiyyedir. “Dîn” ise İlâhî kánûnlar manzûmesidir. Demokratlar, “İslâmiyyetin ve dînin îcâblarını yerine getireceğiz, şeâir-i İslâmiyyeyi ihyâ edeceğiz” dediler. Ama, ne ahkâm-ı İlâhiyyeyi icrâ, ne de şeâir-i İslâmiyyeyi ihyâ ettiler. Demokratlar söz verip yapmadılar (ve) diğer iki parti de, yâni Halk Partisi ile Millet Partisi (mezkûr iki kánûn-i esâsiyyeye karşı muhâlefet edip tam zıddına olarak iki dehşetli cereyân, gáyet büyük rüşvet ile halkları aldatmak ve ecnebîlerin müdâhalesine yol açmak vaz’ıyyetinde hücûm etmek ihtimâli kuvvetlidir.)
Bedîüzzamân (ra), Adnan Menderes’e meâlen diyor ki:
Halk Partisi, “?????????????????????????????sırrıyla, me’mûriyyet bir hizmetkârlıktır; bir hâkimiyyet ve benlik için tahakküm âleti değil” esâsına dayanmadığı için, me’mûrlara kánûnlar perdesi altında bir rüşvet-i umûmiyyeyi vermekle onları nemrûdcuklar hâline getirmiş.
Millet Partisi ise; ??????????? ????????? ?????? ?????? ?âyet-i kerîmesinin hakíkatına dayanmayıp ırkçılığı ve particiliği esâs tuttuğu için; adâleti, emniyyeti ve âsâyişi te’mîn edememiştir.
Sen, bu iki partinin istinâd ettikleri bâtıl esâslara mukábil, mezkûr İslâmî iki esâsa tâbi’ ol! Yâni, hayâtın her kesiminde hakáik-ı İslâmiyyeyi hâkim kıl; ırkçılık ve particilik yerine uhuvvet-i İslâmiyyeyi ve esâs İslâmiyyet milliyyetini temel tut. Böylece hem nemrûdculuktan kurtulursunuz; hem adâlet, emniyyet ve âsâyişi te’mîn edersiniz; hem onların gelecek iki hücûmundan emîn olursunuz; hem de devleti parçalanmaktan kurtarırsınız. Maalesef, onlar bu tavsiyelere uymadılar. (Birisi, Birinci Kánûn-i Esâsîye) yâni ? ??????????? ????????? ?????? ?????? esâsına (muhâlif olarak, bir cânî yüzünden kırk ma’sûmu kesmiş; bir köyü de yakmış. Bu derecede bir istibdâd-ı mutlak, her nefsin zevkıne geçecek me’mûriyyete bir hâkimiyyet sûretinde rüşvet vererek, dîndar hürriyyet-perverlere hücûm ediliyor.
İkinci hücûm da,)????????????????????????????? ?esâsına muhâlif olarak (İslâmiyyet milliyyet-i kudsiyyesini bırakıp -evvelki gibi- bir cânî yüzünden yüz ma’sûmun hakkını çiğneyebilen, zâhiren bir milliyyetçilik ve hakíkatte ırkçılık damariyle, hem hürriyyetperver, dîndar Demokratlara, hem bütün bu vatandaki yüzde yetmişi sâir unsurlardan bulunanlara, hem hükûmet aleyhine, hem bîçâre Türkler aleyhine, hem Demokratın ta’kíb ettiği siyâset aleyhine çalışarak ve serseri ve enâniyyetli nefislere gáyet zevkli bir rüşvet olarak bir ırkçılık kardeşliği veriyor. O zevkli kardeşliğin içinde, o zevkli fâideden bin def’a daha ziyâde hakíkí kardeşleri düşmanlığa çevirmek gibi acîb tehlikeyi, o sarhoşluğuyla hissedemiyor.
Meselâ: İslâmiyyet milliyyeti ile dört yüz milyon) Şimdi ise takrîben bir buçuk milyar (hakíkí kardeşin, her gün ????????????????????????????????????????????????•??????duâ-yı umûmîsi ile ma’nevî yardım görmek yerine, ırkçılık dört yüz milyon mübârek kardeşleri, dört yüz serseriye ve lâübâlîlere yalnız dünyevî ve pek cüzî bir menfaati için terk ettiriyor. Bu tehlike; hem bu vatana, hem hükûmete, hem de dîndar Demokratlara ve Türklere büyük bir tehlikedir ve öyle yapanlar da hakíkí Türk değillerdir. Necib Türkler, böyle hatâdan çekinirler. Bu iki tâife) Halk Partisi ile Millet Partisi (her şeyden istifâdeye çalışıp, dîndar Demokratları devirmeye çalıştıkları ve çalıştırdıkları,) gizli bir zındıka komitesi tarafından çalıştırıldıkları (meydândaki âsâr ile tahakkuk ediyor.
Bu acîb tahrîbâta ve bu iki kuvvetli muârızlara karşı, kırk Sahabe ile dünyânın kırk devletine karşı meydân-ı muârazaya çıkan ve galebe eden ve bin dört yüz sene zarfında ve her asırda üç yüz, dört yüz milyon şâkirdi bulunan hakíkat-ı Kurâniyyenin) altı erkân-ı îmâniyye, beş esâsât-ı İslâmiyye ve sâir ahkâm-ı şer’ıyyenin (sarsılmaz kuvvetine dayanmak) hayâtın her safhasında ahkâm-ı İlâhiyyeyi hâkim kılmak (ve onun içindeki dünyevî ve uhrevî saâdet-i ebediyyenin zevklerine o câzibedâr hakíkatla berâber nokta-i istinâd yapmak,) Halk Partisinin ma’nâ-yı ismiyle bir me’mûriyyeti, Millet Partisinin ise particilik ve ırkçılığı câzibedâr göstermesine mukábil; ahkâm-ı İlâhiyyenin, erkân-ı îmâniyyenin ve esâsât ve şeâir-i İslâmiyyenin dünyevî ve uhrevî câzibedâr zevklerine dayanmak; (o mezkûr muârızlarınıza ve hem dâhil ve hâricdeki düşmanlarınıza karşı en lâzım ve elzem ve zarûrî bir çâre-i yegânedir.)
Bedîüzzamân (ra) Demokrat Parti mensûblarına ma’nen diyor ki: Eğer “İslâmiyyetin ve dînin îcâblarını yerine getireceğiz” da’vâsında sâdık iseniz, hakáik-ı Kur’âniyyenin sarsılmaz kuvvetine dayanınız ve ahkâm-ı İlâhiyyeyi hâkim kılınız! Kırk sahabe, maddeten ve ma’nen Kur’ân’a dayandığı için kırk devlete galebe etti. Yâni, o zevât-ı âliyye, Kur’ân’ın, şahsî ve ictimâî, dünyevî ve uhrevî emirlerine dayandıkları için düşmanlarına, yâni dâhildeki münâfıklara ve hâricdeki kırk devlete galebe ettiler. Siz de hem dünyevî, hem de uhrevî evâmir-i Kur’âniyyeye, yâni Kur’ân’ın şahsî ve ictimâî, idârî ve hukúkî emirlerine istinâd ederseniz; İttihâd-ı İslâmı te’mîn etmekle hem bütün Müslümanları yanınızda bulursunuz, hem de dâhilî ve hâricî düşmanlarınıza galebe edersiniz. Bu husûsta size de Kur’ân’ın vaadi ve müjdesi vardır. Vâ esefâ, Demokratlar, sahabeyi taklîd etmediler. Düşmanları olan ecnebîleri taklîd ettiler. Kur’ân’ın ahkâmına değil, ecnebî kánûnlara istinâd ettiklerinden, dâhilî ve hâricî düşmanlarına karşı mağlûb düştüler. Şu anda mevcûd olan saâdetsizlik ve keşmekeşliğin sebebi de, evâmir-i Kur’âniyyenin icrâ ve tatbîk edilmemesidir.
Bedîüzzamân (ra) bu cümleleri ile -hâşâ- Demokratları takdîr değil, belki onları, doğrudan doğruya ahkâm-ı İlâhiyyenin icrâsına da’vet etmiştir. Ancak, o gizli zındıka komitesi, yanlış te’vîllerle -hâşâ- Bedîüzzamân Hazretlerini siyâset ve demokrasi tarafdârı olarak gösteriyor. Bedîüzzamân Hazretlerinin hayâtı ve eserleri meydândadır. Hâşâ, o zât, Demokratları ve Adnan Menderes’i desteklememiştir, böyle diyenler Üstâd Hazretlerine iftirâda bulunuyorlar.
(Yoksa, o insafsız dâhilî ve hâricî düşmanlarınız, sizin bir cinâyetinizi binler yapıp ve eskilerin de cinâyetlerini ilâve ederek, başkaların başına yükledikleri gibi, size de yükleyecekler.) Ve yüklediler. (Hem size, hem vatana, hem millete) dîne (telâfî edilmeyecek bir tehlike olur.) Ve oldu ve daha da olacaktır. (Cenâb-ı Hak, sizleri, İslâmiyyet lehindeki hizmetlerinizde muvaffak ve mezkûr tehlikelerden muhâfaza eylesin diye, ben ve nûrcu kardeşlerimiz, yapacağınız hizmete ve mezkûr hakíkatı kabûl etmenize mukábil duâ etmeye karâr vereceğiz.)
Bu cümlede geçen “İslâmiyyet”ten murâd; Kur’ân’ın maddî ve ma’nevî saâdete medâr olan ahkâm ve düstûrlarının tatbîk ve icrâsına tarafdâr olmaktır. Metinde geçen “mezkûr hakíkat” ta’bîri ise; Kur’ân’ın îmânî ve ictimâî ahkâmının tatbîk ve icrâsıdır. “İslâmiyyetin ve dînin îcâblarını yerine getireceğiz” cümlesinde geçen “İslâmiyyetin ve dînin îcâbları”ndan murâd ise, erkân-ı îmâniyye, esâsât-ı İslâmiyye, ahkâm-ı şer’ıyye ve şeâir-i İslâmiyyedir.
Bedîüzzamân (ra), ba’zılarının iddia ettikleri gibi; Demokrat Parti mensûblarına duâ etmemiştir. Belki, yapacağınız hizmete ve mezkûr hakíkati, yâni “hakíkat-ı Kur’âniyyenin sarsılmaz kuvvetine dayanmak, hayâtın her safhasında ahkâm-ı İlâhiyyeyi hâkim kılmak, Risâle-i Nûr’u serbest etmek ve Kur’ân ve Hadîsle berâber maârife koymak, Ayasofya Câmiini açmak, devleti particilik ve menfî milliyyetçilikten kurtarmak, devletin ismini değiştirmek” gibi tavsiyeleri kabûl etmek ve yerine getirmek şartıyla duâ etmeye karâr vereceklerini bildirmiştir. Hem mezkûr şartları kabûl ederlerse, İslâmiyyet lehindeki hizmetlerinde muvaffak olmaları için duâ etmeye karâr vereceklerini beyân etmiştir. Kayıtsız şartsız duâ edeceklerini bildirmemiştir.
Onlar ise mezkûr şartları yerine getirmediklerinden meşrût da vücûd bulmadı. Yâni, onlar İslâmiyyet lehinde hizmet etmediler, Üstâd Hazretlerinin emir buyurduğu Kur’ânî düstûrları tatbîk etmediler, mezkûr ha