tel tel tel
Kur'an-ı Kerim'den
Ey insanlar! (Siz, ekseriyetle dünya hayatını ahiret hayatına tercih ediyorsunuz. Halbuki ahiret, dünyadan daha hayırlıdır ve devamlıdır.) Ahiret hayatı ebedidir. Ehl-i iman hakkında cismani ve ruhani saadetleri camidir. Dünya hayatı ise fanidir. Elem ve kederden hali değildir.
(A’la, 87/16-17)
Hadîs-i Şeriflerden
İnsanlara merhamet etmeyen kimseye Ellah da merhamet etmez.
(Buhari, Edeb 18)
Dualardan
Feya Rabbî, ya Hâlıkî, ya Mâlikî! Seni çağırmakta hüccetin hacetimdir. Sana yaptığım dualarda uddetim fâkatimdir. Vesilem fıkdan-ı hile ve fakrimdir. Hazinem aczimdir. Re's-ül malım, emellerimdir. Şefiim, Habibin (Aleyhissalâtü Vesselâm) ve rahmetindir. Afveyle, mağfiret eyle ve merhamet eyle yâ Ellah yâ Rahman yâ Rahîm! Âmîn!
(Mesnevi-i Nuriye)
Vecîze
Güzel gören, güzel düşünür. Güzel düşünen, hayatından lezzet alır.
Mektûbat

DİNDE ZORLAMA YOKTUR NE DEMEKTİR ?

Bu mes’ele “Meyve Risâlesi” ismiyle ma’rûf 11. Şuâ’da, Üstâd Bedîüzzamân Said Nursî Hazretlerinin, فِي الدِّينِ قَد تَّبَيَّنَ الرُّشْدُ مِنَ الْغَيِّ  لاَ إِكْرَاهَ  âyet-i kerîmesinin işârî bir ma’nâsını zikrettiği gelecek cümlelerin şerh ve îzâhı hakkındadır:

“Evet, evvelâ başta فِي الدِّينِ قَد تَّبَيَّنَ الرُّشْدُ مِنَ الْغَيِّ  لاَ إِكْرَاهَ cümlesi, makám-ı cifrî ve ebcedî ile bin üç yüz elli (1350) târihine parmak basar ve ma’nâ-yı işârî ile der: Gerçi o târihte, dini, dünyâdan tefrik ile dinde ikrâha ve icbâra ve mücâhede-i diniyyeye ve din için silâhla cihâda muârız olan hürriyet-i vicdân, hükûmetlerde bir kánûn-i esâsî, bir düstûr-i siyâsî oluyor ve hükûmet, laik cumhûriyyete döner. Fakat, ona mukábil ma’nevî bir cihâd-ı dinî, îmân-ı tahkíkî kılıcıyla olacak. Çünkü, dindeki rüşd-i irşâd ve hak ve hakíkati gözlere gösterecek derecede kuvvetli bürhânları izhâr edip tebyîn ve tebeyyün eden bir nûr, Kurândan çıkacak diye haber verip bir lem’a-i  i’câz gösterir.”

ŞERH VE ÎZÂHI:
“Evet, evvelâ başta  فِي الدِّينِ قَد تَّبَيَّنَ الرُّشْدُ مِنَ الْغَيِّ  لاَ إِكْرَاهَ âyetinin sarîhî ma’nâsı şudur ki:

“Din-i İslâm’a girmekte, hiç kimseye ikrâh ve icbâr yoktur. Zîrâ, hidâyet, dalâletten; îmân, küfürden; hak, bâtıldan temeyyüz etti, ayrıldı.”

Müfessirin-i izâm, bu âyet-i kerîmeye dört ma’nâ vermişlerdir:

1) “Din-i İslâm’a dühûl için, bir kimseye cebir ve ikrâh yoktur. Zîrâ, delâil-i kat’ıyye ile  hidâyet, dalâletten; îmân, küfürden; hak, bâtıldan ayrılarak tebeyyün etti. Küfrün kubhunda ve îmânın hüsnünde şübhe kalmadı. Îmânın saâdet-i ebediyyeye îsâl edeceği ve küfrün şekávet-i sermediyyeye sebeb olacağı anlaşıldı. Binâenaleyh, akl-ı selîm sâhibi olan, elbette ikrâha lüzûm kalmadan sebeb-i saâdet-i dâreyn olan îmânı elde eder.”

Bu ma’nâya göre, “Dinde ikrâh yoktur” ifâdesinden, “Hiç kimseye teklif, cezâ, ikáb yoktur; cihâd, ukúbât ve hudûd-i şer’ıyye ikáme edilmez” ma’nâsı anlaşılmamalıdır. Elbette delâil-i kat’ıyye ile  hidâyetin dalâletten, îmânın küfürden, hakkın bâtıldan kat’ıyyen ayrılmış olması; dine muhâlif harekâtta bulunan kimseye, dünyevî ve uhrevî cezânın muhakkak terettüb edeciğini netîce vermektedir.

2) Îmânı ve hak din olan İslâm’ı hür irâde ve ihtiyâr ile taleb etmek lâzım gelir. Zîrâ, bu îmân ve İslâmın makbûliyyetinin şartıdır. İkrâh netîcesinde tezâhür eden bir  îmân, îmân-ı hakíkí değildir. Îmânın sahîh olabilmesi için kişinin bizzât kendi irâde ve ihtiyâriyle kabûl ve tasdîk etmesi lâzımdır. Zîrâ, “îmân”, Sad-ı Taftazanî’nin tefsîrine göre:
“Cenâb-ı Hakk’ın istediği kulunun kalbine, cüz’-i ihtiyârının sarfından sonra ilká ettiği bir nûrdur.”

3) “Dinde ikrâh yoktur” âyet-i kerîmesinden murâd, eğer “Dinde cihâd yoktur” ma’nâsında ise; o zamân bu âyet, gelecek kıtâl âyetiyle nesh olmuştur.Yâni, hükmü kalkmıştır:

فَاقْتُلُواْ الْمُشْرِكِينَ حَيْثُ وَجَدتُّمُوهُمْ وَخُذُوهُمْ وَاحْصُرُوهُمْ وَاقْعُدُواْ لَهُمْ كُلَّ مَرْصَدٍ فَإِن تَابُواْ وَأَقَامُواْ الصَّلاَةَ وَآتَوُاْ الزَّكَاةَ فَخَلُّواْ سَبِيلَهُمْ إِنَّ اللّهَ غَفُورٌ رَّحِيمٌ

Meâli: “Müşrikleri nerede bulursanız öldürün, onları yakalayın ve hapsedin ve her yerde durup gözetleyin, onların yollarını kapatın ki beldelere, karyelere dağılmasınlar. Eğer onlar şirkten tevbe edip, namazı hakkıyla kılar ve zekâtı edâ ederlerse; yollarını serbest bırakın, nereye isterlerse gitsinler. Tahkík Allahu Azîmüşşân tevbe edenlerin (şirkten, küfürden tevbe edip, din-i İslâmı kabûl edenlerin) günâhlarını mağfiret ve dergâh-ı ulûhiyyetine ilticâ edenlere in’âm ve ihsân edicidir.”

Demek, Kur’ân-ı Azîmüşşân, müşriklere iki yol gösterdi: Ya İslâmı kabûl edeceksiniz; ya da öldürüleceksiniz. Netîcede onlardan bir kısmı İslâmı kabûl etti, bir kısmı da İslâmı kabûl etmediklerinden dolayı öldürüldüler. Kur’ân’ın müşriklere yönelik bu emri, Asr-ı Saâdetteki müşriklere has olmayıp, kıyâmete kadar hükmü bâkídir.

4) Bu âyet-i kerîme, Ehl-i Kitâb olan zımmîlere, yâni dâhil-i İslâm’daki Yahûdî ve Hıristiyanlara hasdır. Nitekim, sebeb-i nüzûlü de  bu âyetin Ehl-i Kitâb hakkında olduğunu te’yîd etmektedir. Zîrâ, ensardan bir zâtın iki oğlu, Rasûlullah (asm)’ın bi’setinden evvel Hırıstiyanlık dinini kabûl etmişlerdi. İslâmiyyetin zuhûru üzerine pederleri, oğullarını İslâmiyyeti kabûle icbâr etti. Onlar da İslâmiyyeti kabûlden imtinâ’  edince; huzûr-i Risâlete durumu arz etmesi üzerine bu âyetin nâzil olduğu ve oğullarının bulundukları Hırıstiyanlık dini üzere terk olundukları mervîdir.

Bu ma’nâya göre, âyet-i kerîme “mensûh” değil;
“muhkem”dir ve hükmü kıyâmete kadar bâkídir. Dâhildeki Ehl-i Kitâb olan zımmîler, hor ve zelîl oldukları halde cizye vermekle kendi dinlerinde serbest kalabilirler. Onların hak din olan İslâm’a girmeleri için devlet-i İslâmiyyece icbâr ve ikrâh olunmaz. Eğer cizye vermekten imtinâ’  ederlerse, devlet-i İslâmiyye onlara karşı maddî  müdâhalede bulunur. Nitekim, gelecek âyet-i kerîme bu hakíkati ifâde etmektedir:

قَاتِلُواْ الَّذِينَ لاَ يُؤْمِنُونَ بِاللّهِ وَلاَ بِالْيَوْمِ الآخِرِ وَلاَ يُحَرِّمُونَ مَا حَرَّمَ اللّهُ وَرَسُولُهُ وَلاَ يَدِينُونَ دِينَ الْحَقِّ مِنَ الَّذِينَ أُوتُواْ الْكِتَابَ حَتَّى يُعْطُواْ الْجِزْيَةَ عَن يَدٍ وَهُمْ صَاغِرُون

Meâli: “Ey mü’minler! (Müşriklerle harb ettiğiniz gibi) Ehl-i Kitâb ile de harb edin. Zîrâ, onlar,  Allah’a ve âhirete hakkıyla îmân etmezler ve Allah ve Rasûlünün haram ettiğini haram etmezler ve hak din olan İslâmiyyeti din olarak kabûl etmezler. (Yâni İslâmiyyeti terk edip Yahûdîlik ve Hıristiyanlık diye ta’bîr edilen uydurma bir dine inanırlar.) İşte bu Ehl-i Kitâb ile, onlar kendi elleriyle ve zillet içinde cizyelerini verinceye kadar harb edin.”
فِي الدِّينِ قَد تَّبَيَّنَ الرُّشْدُ مِنَ الْغَيِّ  لاَ إِكْرَاهَ âyet-i kerîmesinin sarîhî ma’nâsını öğrendikten sonra, şimdi Üstâd Bedîüzzamân (ra) Hazretlerinin bu âyet-i kerîmeden istihrac ettiği işârî ma’nâyı öğrenelim: فِي الدِّينِ قَد تَّبَيَّنَ الرُّشْدُ مِنَ الْغَيِّ  لاَ إِكْرَاهَ  “Dinde zorlama yoktur. Zîrâ, hak bâtıldan ayrılmıştır”  (cümlesi, makám-ı cifrî ve ebcedî ile bin üç yüz elli (1350) târihine parmak basar ve ma’nâ-yı işârî) işârî ma’nâ (ile der: Gerçi o târihte, dini, dünyâdan tefrik ile) dini dünyâdan ayırarak, yâni dinin dünyâ hayâtına taallûk eden ahkâmı, devlet idâresinden ve mahkemelerden kaldırılarak (dinde ikrâha ve icbâra) zorlamaya (ve mücâhede-i diniyyeye ve din için silâhla cihâda muârız) karşı (olan hürriyet-i vicdân, hükûmetlerde bir kánûn-i esâsî) anayasa, (bir düstûr-i siyâsî oluyor ve hükûmet, laik cumhûriyyete döner.

Fakat, ona mukábil ma’nevî bir cihâd-ı dinî, îmân-ı tahkíkî kılıcıyla olacak.) Yâni, o târihte ahkâm-ı şerîatın tatbîki ve cihâd-ı maddînin icrâsını deruhde etmekle mükellef olan devlet, bu vazîfesini terk edecek. Fakat, ebedî olan Kur’ân, kendi kendini muhâfaza edecek ve onun i’câz-ı ma’nevîsinden nebeân eden Risâle-i Nûr, o târihlerde zuhûr edecek ve dinin  hakkániyyetini; hakáik-ı îmâniyye ve Kur’âniyyeyi ve cihâd-ı maddiyyenin, ahkâm-ı İlâhiyyenin, ukúbât ve hudûdât-ı şer’ıyyenin hakkániyyetini aklî delîllerle isbât edip böylece ma’nevî cihâdı deruhde edecek. (Çünkü, dindeki rüşd-i irşâd ve hak ve hakíkati gözlere gösterecek derecede kuvvetli bürhânları) delîlleri (izhâr edip) gösterip (tebyîn ve tebeyyün eden bir nûr) yâni Risâle-i Nûr, (Kurândan çıkacak diye haber verip bir lema-i i’câz gösterir.”) Bu âyet-i kerîme işârî ma’nâsıyla; ahkâm-ı şerîatı kaldırıp, cihâd-ı maddîyi terk eden laik devletin zuhûr zamânından haber verdiği gibi; elbette ona mukábil aynı târihte zuhûr eden ve cihâd-ı ma’nevîyi deruhde eden Risâle-i Nûr’dan da mu’cizâne haber vermektedir.
Evet, kelâm-ı ezelî olan Kur’ân, zamân-ı Âdem’den kıyâmete kadar küfrün bütün tabakátından ve cereyânlarından haber verdiği gibi; o cereyânların karşısında mücâhede eden ve nûr-i hakkı neşreden tâife-i mücâhidînden de aynı âyetlerle haber vermektedir.

Müellif (ra)’ın bu cümlelerinden  --hâşâ!-- maddî cihâd-ı diniyyenin kaldırılmasını tasvîb ettiğini, laiklik ve hürriyet-i vicdânı kabûl ettiğini iddiâ etmek, olsa olsa ecnebî bir komitenin planı ve iftîrâsı olabilir. Zîrâ, bir mü’minin böyle bir düşünceye sâhib olması düşünülemez. Aksine, Müellif (ra)’ın bu cümlelerine dikkat edildiğinde görülecektir ki; o mücâhid zât, maddî cihâd-ı diniyyenin kıyâmete kadar devâm edeceğini isbât edip, bu cihâd-ı diniyyeyi hükûmetlerinden kaldıran devletleri Kur’ân nâmına haber veriyor. Bu târihlerde İslâmiyyetten evvelki Cahiliye zamânının  yeniden canlanacağını bildirip cihâd-ı maddînin lüzûmuna işâret ediyor. Şöyle ki:

Ahirzamânda Deccâliyyet ve Süfyâniyyet nâmları altında cereyân eden dehşetli komiteler, bütün dünyâda, husûsan Âlem-i İslâm’da ve merkez-i hılâfette bir inkılâb yapacaklar ve bu inkılâb netîcesinde laiklik ve hürriyet-i vicdân, hükumetlerde bir kánûn-i esâsî olarak vaz’ edilecek. Yâni;

a) Âlem-i İslâm’da, hâricî küffâra karşı maddî cihâd-ı dinî kaldırılacak ve onlarla sulh yapılacak.
b) Dâhilde de mürtedlere (din-i İslâm’ı terk eden kâfirlere) ve âsîlere karşı ukúbât ve hudûd-i şer’ıyye terk edilecektir.
Buna mukábil kâfirleri, mürtedleri ve âsîleri muhâfaza eden ve laiklik ve hürriyet-i vicdân nâmları altında kurulan o devletler, Müslümanlara zulmedip zillete mahkûm edeceklerdir. Âyetin bu ihbâr-ı gaybîsi aynen vukú’ bulmuş ve laiklik ve hürriyet-i vicdân nâmları altında, kâfirler ve münâfıklar tarafından Müslümanların bir kısmı zindanlara atılmış, bir kısmı da darağaçlarında asılarak veyâ kılıçdan geçirilerek şehid edilmişlerdir.

Halbuki cihâd-ı dinî, din-i İslâmı ve Müslümanları kâfirlerin tecâvüzâtından muhâfaza etmek içindir. Ukúbât ve hudûd-i şer’ıyye ise, dâhildeki âsâyişi te’mîn edip zulme, anarşiye ve ahlâksızlığa mâni’ olmak içindir. Bu cihâd-ı maddînin ve ukúbât ve hudûd-i şer’ıyyenin icrâsı ise, ancak devlet tarafından yapılabilir.

Âyet-i kerîme buyuruyor:  وَلاَ يَزَالُونَ يُقَاتِلُونَكُمْ حَتَّىَ يَرُدُّوكُمْ عَن دِينِكُمْ إِنِ اسْتَطَاعُواْ
Meâli: “Ey mü’minler! Kâfirler eğer muktedir olurlarsa sizi dininizden döndürünceye kadar  sizinle mukátelede devâm ederler, aslâ mukáteleyi terk etmezler.”

Müellif (ra)’ın bir eserindeki şu beyânına da dikkat lâzım:
“Bir hükûmet, mücâhede ettikçe cesâreti artar, terk ettiği zamân cesâreti azalır ve binnetîce cesâret de, hükûmet de söner, mahvolur.”

Hem Sultân Reşad’a ve Adnan Menderes’e yaptığı şu ihtâr, gáyet ma’nidârdır:
“Eğer beşer çabuk aklını başına alıp adâlet-i İlâhiyye nâmına ve hakáik-i İslâmiyye dâiresinde mahkemeler açmazsa, maddî ve ma’nevî kıyâmetler başlarına kopacak, anarşistlere, Ye’cüc ve Me’cüc’lere teslîm-i silâh edecekler diye kalbe ihtâr edildi.”

İşte bu âyet-i kerîme ve Müellif (ra)’ın bu iki ifâdesi gösteriyor ki; eğer hükûmetler, cihâd-ı maddîyi terk ederlerse, küffârın istilâsına uğrarlar. Eğer ictimâí saâdetin esâsı olan ukúbât ve hudûd-i şer’ıyyeyi ikáme etmezlerse, anarşistliğe ve dâhilî fitnelere ma’rûz kalırlar. Âlem-i İslâm’ın hâl-i hazırdaki zillet ve sefâletinin asıl müsebbibi budur. Müslümanlar, cihâd-ı maddîyi ve mahkeme-i şer’ıyyeleri ikáme etmedikleri müddetçe bu zillet ve sefâletten kurtulmaları da mümkün değildir.
İşte  Müellif (ra),  فِي الدِّينِ قَد تَّبَيَّنَ الرُّشْدُ مِنَ الْغَيِّ  لاَ إِكْرَاهَ “Dinde zorlama yoktur. Zîrâ, hak bâtıldan ayrılmıştır” âyetinin bir işâret-i gaybiyyesini îzâh ederken, bu noktalara da îmâ ederek diyor ki: Deccâliyyet ve Süfyâniyet komitelerinin yaptıkları inkılâblar netîcesinde, Âlem-i İslâm’daki, bilhassa merkez-i hılâfetteki hükûmetlerin, laiklik ve hürriyet-i vicdân nâmları altında cihâd-ı maddîyi ve ukúbât ve hudûd-i şer’ıyyeyi terk ettiği böyle bir zamânda, ancak devlet tarafından yapılabilen maddî cihâd ve mahkeme-i şer’ıyyenin ikámesi terk edildiği için, zarûrete mebnî ve muvakkaten, yalnızca cihâd-ı ma’nevîyi deruhde ederek, Kur’ân’ın i’câz-ı ma’nevîsinden çıkan Risâle-i Nûr; verdiği îmân-ı tahkíkî dersleriyle, hem hâricî küffârdan gelen tecâvüzlere karşı, hem de dâhilde irtidâd ve dinsizlikten ve ahlâksızlıkdan gelen anarşizme karşı bir cihâd-ı ma’nevî yapacaktır ve yapmaktadır. Cihâd-ı maddî olmadan yapılan bu mücerred cihâd-ı ma’nevî, Mehdîliğin ikinci ve üçüncü mümessillerinin gelmesine kadar devâm edecektir. Onlar geldikten sonra ise yine evvelâ cihâd-ı ma’nevî yapılmakla berâber, hâricî küffâra karşı tebliğden sonra cihâd-ı maddî de ikáme edilecek, dâhilde ise ahkâm-ı şerîat tatbîk edilecektir.

İHTÂR: Üstâd Bedîüzzamân Hazretleri, bir devlet reisi olmadığı; belki peygamberlerin vârisi bir âlim-i muhakkık olduğu için elbette vazîfesi gereği kâfirlere karşı yalnız kalemle mücâdele etmiştir. Silâhla mücâdele etmemiştir. Böyle bir mücâdeleye  işâret etmesi de kelâmullah olan Kur’ân’ın şe’nidir.

Evet, bütün eserlerinde maddî cihâd-ı dinîyi isbât eden ve ahkâm-ı Kur’âniyyenin hâkimiyyeti için çalışan ve bu laiklik ve hürriyet-i vicdân kánûnları yüzünden ömrünün yirmi seneyi aşkın bir zamânını hapishânelerde ve tecrîd-i mutlakda tazyîkát altında ve işkencelerle geçiren mücâhid bir zâtın, böyle bir âyetin işârî bir ma’nâsını beyân ettiği ifâdelerine bakarak, hem ona da asıl murâdının tamâmen aksine, gûya hâşâ laiklik ve hürriyet-i vicdânı tasvîb ediyormuş gibi bir ma’nâ vererek âyetin sarâhatini inkâr etmek, böylelikle Kur’ân-ı Azîmüşşâna ve Ehâdîs-i Şerîfeye, bütün ulemâ-i İslâm’a ve Müellif (ra)’ın başka yerlerdeki îzâhâtına muhâlif ma’nâ vermek sûretiyle Müellif-i muhtereme  iftirâ etmek ve netîcede Risâle-i Nûru çürütmek; ancak o Deccâliyyet ve Süfyâniyet komitesinin işi olabilir. Böyle bir iftirâya karşı ise ancak şöyle denilebilir:

َا يَكُونُ لَنَا اَنْ نَتَكَلَّمَ بِهذَا سُبْحَانَكَ هذَا بُهْتَانٌ عَظيمٌ

Meâli:“Bizim için, söylenen şu sözü ve bunun emsâlini söylemek sahîh olmaz. Ne acâib ve garâibe tesâdüf ediyoruz. Yâ Rabbî! Seni nekáisten tenzîh ederiz ki, şu söylenen söz vâkıın hılâfı büyük bir bühtân ve iftirâdır.”

Elhâsıl: Kur’ân-ı Hakîm, bu ve bunun gibi âyetlerin işârî ma’nâsıyla, ileride laiklik ve hürriyet-i vicdân esâslarına dayalı devletlerin kurulacağını haber veriyor. Hâşâ bu devletleri medh etmiyor. Aksine, Kur’ân’a muhâlif olan bu devletleri zemmediyor, küfür ve dalâleti neşrettiğini bildiriyor.

Müellif (ra)’ın da hadîs-i şerîflere istinâden haber verdiği gibi, Hz. Mehdî ve onun cemaat-i nûrâniyyesi inşâallah ileride gelecek ve Âlem-i İslâm’daki bu cereyân-ı münâfıkáneyi kaldırıp cihâd-ı maddîyi ve mahkeme-i şer’ıyyeleri ikáme edecektir.

Kaynak:Rahle Yayınları; Reddu’l-evham-1

 

Muhammed Doğan'ın (Molla Muhammed el-Mûşî el-Kersî) beyanatları Nurmend.com sitesinden başka bir platformda yayınlanmamaktadır. © 2014-2023 | Her hakkı saklıdır. Kaynak gösterilmeden kullanılamaz. Nurmend - Şerhmend
0.216 sn. deSen
↑ Yukarı