METİN
Kalbe ihtâr edilen ictimâî hayâtımıza âit bir hakíkat: Bu vatanda şimdilik dört parti var. Biri Halk Partisi, biri Demokrat, biri Millet, diğeri İttihâd-ı İslâmdır.
İttihâd-ı İslâm Partisi: Yüzde altmış-yetmişi tam mütedeyyin olmak şartıyla, şimdiki siyâset başına geçebilir. Dîni, siyâsete âlet etmemeğe, belki siyâseti dîne âlet etmeğe çalışabilir. Fakat, çok zamândan beri terbiye-i İslâmiyye zedelenmesiyle ve şimdiki siyâsetin cinâyetine karşı dîni siyâsete âlet etmeğe mecbûr olacağından, şimdilik o parti başa geçmemek lâzımdır.
Halk Partisi ise: Hakíkaten acîb ve zevkli bir rüşvet-i umûmîyi kánûnlar perdesinde ba’zı me’mûrlara verdikleri için, yirmi sekiz senelik bütün cinâyâtıyla başkaların cinâyâtı ve İttihâdcıların ve mason kısmının seyyiâtları da o partiye yükletildiği hâlde, Demokratlara bir cihette gálib hükmündedirler.
Çünkü, ubûdiyyetin noksâniyyetiyle enâniyyet kuvvet bulur, nemrûdçuluklar çoğalır.Bu benlik zamânında, me’mûriyyet hakíkatta bir hizmetkârlık olduğu hâlde; bir hâkimiyyet, bir ağalık, bir nemrûdçuluk ile nefse gáyet zevkli bir hâkimiyyet mertebesini bir kısım me’mûrlara rüşvet olarak verdiği için, bütün o acîb cinâyetlerle ve kendinden olmayan cerîdelerin neşriyâtıyla berâber bana yapılan muâmelelerinden hissettim ki; bir cihette ma’nen Demokratlara gálib geliyorlar.
Halbuki İslâmiyyetin bir kánûn-i esâsîsi olan hadîs-i şerîfte ; yâni me’mûriyyet, emirlik ise reislik değil; millete bir hizmetkârlıktır. Demokratlık, hürriyyet-i vicdân, İslâmiyyetin bu kánûn-i esâsîsine dayanabilir.
Çünkü, kuvvet kánûnda olmazsa şahsa geçer. İstibdâd, mutlak keyfî olur.
Millet Partisi ise: Eğer İttihâd-ı İslâmdaki esâs olan İslâmiyyet milliyyeti ki, Türkçülük onun içinde mezc olmuş bir millet olsa; o Demokratın ma’nâsındadır. Dîndar Demokratlara iltihâk etmeye mecbûr olur. Frenk illeti ta’bîr ettiğimiz ırkçılık, unsurculuk fikriyle Avrupa, âlem-i İslâm’ı parçalamak için içimize bu frenk illetini aşılamış. Fakat, bu hastalık ve fikir, gáyet zevkli ve câzibedâr bir hâlet-i rûhiyye verdiği için; pek çok zarârları ve tehlikeleriyle berâber, zevk hatırı için her millet cüzî-küllî bu fikre iştiyâk gösteriyorlar.
Şimdiki terbiye-i İslâmiyyenin za’fiyyetiyle ve terbiye-i medeniyyenin galebesiyle ekseriyyet kazanarak başına geçerse; ekseriyyet teşkîl etmeyen ve ancak yüzde otuzu hakíkí Türk olan ve yüzde yetmişi başka unsurlardan olanlar; hem hakíkí Türklerin, hem hâkimiyyet-i İslâmiyyenin aleyhine cephe almaya mecbûr olacaklar.
Çünkü, İslâmiyyetin bir kánûn-i esâsîsi olan bu âyet-i kerîme; وَلَاتَزِرُ وَازِرَةٌ وِزْرَ اُخْرى dır. Yâni, birisinin günâhıyla başkası muâhaze ve mes’ûl olmaz. Halbuki, ırkçılık damarıyla, bir adamın cinâyetiyle ma’sûm bir kardeşini, belki de akrabâsını, belki de aşîretinin efrâdını öldürmekte kendini haklı zanneder. O vakit hakíkí adâlet yapılmadığı gibi, şiddetli bir zulüm de yol bulur. Çünkü, ‘Bir ma’sûmun hakkı, yüz cânîye fedâ edilmez’ diye İslâmiyyetin bir kánûn-i esâsîsidir. Bu ise çok ehemmiyyetli bir mesele-i vataniyyedir ve hâkimiyyet-i İslâmiyyeye büyük bir tehlikedir.
Mâdem hakíkat budur, ey dîndar ve dîne hürmetkâr Demokratlar! Siz bu iki Partinin gáyet kuvvetli ve zevkli ve câzibedâr nokta-i istinâdlarına mukábil, daha ziyâde maddî ve ma’nevî câzibedâr nokta-i istinâd olan hakáik-ı İslâmiyyeyi nokta-i istinâd yapmaya mecbûrsunuz.
Yoksa, sizin yapmadığınız eskiden beri cinâyetleri nasıl eski partiye yüklüyorlarsa, size de yükleyip; Halkçılar ırkçılığı elde edip, tam sizi mağlûb etmeye bir ihtimâl-i kavî ile hissettim ve İslâmiyyet nâmına telâş ediyorum.
Eskilerin lüzûmsuz keyfî kánûnları ve sû-i isti’mâlleri netîcesiyle, belki de tahrîkleriyle zuhûr eden Ticânî meselesini ve ağır cezâlarını dîndar Demokratlara yüklememek ve âlem-i İslâm nazarında Demokratları düşürmemenin çâre-i yegânesi kendimce böyle düşünüyorum:
Nasıl Ezân-ı Muhammediyye (asm)’ın neşriyle Demokratlar on derece kuvvet bulduğu gibi, öyle de Ayasofyayı da beş yüz sene devâm eden vaz’ıyyet-i kudsiyyesine çevirmektir. Ve âlem-i İslâm da çok hüsn-i te’sîr yapan ve bu vatan ahâlisine âlem-i İslâm’ın hüsn-i teveccühünü kazandıran, bu yirmi sene mahkemeler bir muzır cihetini bulamadıkları ve beş mahkeme de beraetine karâr verdikleri Risâle-i Nûr’un resmen serbestiyyetini dîndar Demokratlar i’lân etmelidirler. Tâ, bu yaraya bir merhem vurmalı. O vakit âlem-i İslâm’ın teveccühünü kazandıkları gibi, başkalarının zâlimâne kabahatı da onlara yüklenmez fikrindeyim. Dîndar Demokratlar, husûsan Adnan Menderes gibi zâtların hatırları için otuz beş seneden beri terk ettiğim siyâsete bir-iki gün baktım.
ŞERH VE ÎZÂHI
(Kalbe ihtâr edilen ictimâî hayâtımıza âit bir hakíkat: Bu vatanda şimdilik dört parti var. Biri Halk Partisi, biri Demokrat, biri Millet, diğeri İttihâd-ı İslâmdır.
İttihâd-ı İslâm Partisi: Yüzde altmış-yetmişi tam mütedeyyin olmak şartıyla, şimdiki siyâset başına geçebilir.) İttihâd-ı İslâm Partisinin Mecliste İslâm lehinde karârlar alabilmesi ve kendisini koruyabilmesi için, o partiye girenlerin yüzde yetmişinin sağlam Müslüman olması gerekirdi. Demek bu husûs, o günkü parti ile alâkalı bir şart idi; İslâm hukúkunun seçim sistemiyle alâkalı bir şart değildir. Nitekim, Hazret-i Üstâd (ra), bunu “şimdiki siyâset” kaydıyla ifâde etmiştir.
Bedîüzzamân (ra) Hazretlerinin yukarıdaki cümlelerinin doğru anlaşılabilmesi için; o zamâna hayâlen gitmek lâzımdır. O zamânda dört tâne siyâsî parti mevcûddu. İktidâra gelen dîndar partinin, Mecliste İslâmiyyet lehinde karârlar alabilmesi için, o partinin yüzde yetmişinin İslâmiyyete tarafdâr tam mütedeyyin olması gerekirdi. Bu yüzde yetmiş mes’elesi, -hâşâ- dînî ve şer’î bir ölçü değildir; belki o zamânki parti ile alâkalı bir şart idi.Yoksa, hukúk-ı İslâmiyyeye göre, “Ahkâm-ı İlâhiyyenin hayâtın her safhasında hâkim olabilmesi için halkın yüzde yetmişi tam mütedeyyin olmalıdır” diye bir şart yoktur.
(Dini, siyâsete âlet etmemeğe, belki siyâseti dîne âlet etmeğe çalışabilir. Fakat, çok zamândan beri terbiye-i İslâmiyye zedelenmesiyle ve şimdiki siyâsetin cinâyetine karşı dîni siyâsete âlet etmeğe mecbûr olacağından,)
Bedîüzzamân Hazretleri (ra), bu cümlelerinde, dînde siyâset ve particilik olmadığını ifâde ediyor. Çünkü, İttihâd-ı İslâm Partisinin İslâmiyyete hizmet edebilmesi için, o partiye girenlerin yüzde yetmişinin tam mütedeyyin olması gerekirdi. Aksi takdîrde dînde ta’vîz vermek zorunda kalacaktı. Terbiye-i İslâmiyye ise çok zamândan beri zedelendiği için, o parti mensûbu milletvekîllerinin yüzde yetmişinin tam mütedeyyin olması mümkün değildi. Demek bu parti, bu noktada muvaffak olamayacağından dolayı, siyâseti dîne değil; belki dîni siyâsete âlet etmek ve dînde ta’vîz vermek mecbûriyyetinde kalacaktı. Bu ise dînde olamaz. Bundan dolayı Üstâd Bedîüzzamân (ra) Hazretleri, particilik sistemi ile dîne hizmet edilemeyeceğini ifâde etmiştir.
Ba’zılarının zannettikleri gibi, Üstâd Bedîüzzamân Hazretleri bu mektûbunda İttihâd-ı İslâm Partisinin başa gelmesini istememiş ma’nâsında değildir. Üstâd Hazretleri Demokratlara diyor ki; mâdem siz iktidârdasınız, öyle ise sizler Kur’ân’ı hâkim kılınız. İttihâd-ı İslâm Partisinin iktidâra gelmesine fırsat vermeden hemen hakáik-ı İslâmiyyeye dayanın. Zîrâ, İttihâd-ı İslâm Partisinin kazanması hâlinde, o parti mensûblarının da yüzde yetmişinin tam mütedeyyin olması mümkün olmayacağı için dîni siyâsete âlet ederler ve İslâmın hâkim olması gecikebilir. Bu da İslâm için zarârdır. Mezkûr cümlelerden Bedîüzzamân (ra)’ın İttihâd-ı İslâm Partisini reddettiği, Demokrat Partiyi ise desteklediği ma’nâsı anlaşılmamaktadır. Eğer İttihâd-ı İslâm Partisi başta olsaydı, onlara da aynı şeyleri söyleyecekti.
Bedîüzzamân Hazretlerinin hiçbir siyâsî partiyle ilgisi yoktur ve hiçbir siyâsî partiyi desteklememiştir. Zîrâ, ecnebî diyârından getirilen bugünkü particilik sistemiyle dîne hizmet etmek câiz değildir, harâmdır ve bu yolla muvaffakıyyet elde etmek de mümkün değildir. Çünkü:
1. Avrupa’dan getirildiği için müsbet değil; menfîdir. Menfî olduğu için milleti tefrîkaya sevk eder. Avrupa, Âlem-i İslâm’ı parçalayıp yutmak için siyâset denilen bu frenk illetini içimize atmıştır.
2. Kur’ân’a ve Sünnete göre eşhâsın kendilerini aday göstermeleri câiz değildir. Çünkü, gurûra, tezkiye-i nefse ve tefrîkaya medârdır. Bu konuda Cenâb-ı Hak şöyle buyurmaktadır: فَلَا تُزَكُّوا اَنْفُسَكُمْ “Kendinizi beğenip, temize çıkarmayın.” (Necm, 32) Rasûl-i Ekrem (asm) Efendimiz de bir hadîs-i şerîflerinde şöyle buyurmaktadırlar: “Ellah’a yemîn ederim ki; biz, bu vazîfeyi isteyene vermeyiz.” (Buhârî, c. 13, s. 112; Müslim, c. 3, s. 1456; Nesâî, c. 8, s. 224)
3. Nâehiller işe karıştığı için, kendi istek ve arzularına göre dîni siyâsete âlet ederler. Ehil olmayanların şer’î bir idârenin başına geçmesi ise câiz değildir.
4. İslâmiyyete göre, şer’î ahkâmı tatbîk edecek devlet idârecisinin seçiminde, ulemâ ve rüesâ-i nasdan mürekkep bir cemâatin re’yi geçerlidir. Bu eşhâsın dışındakilerin re’yleri geçerli olmadığı hâlde, şimdiki beşerî seçim sisteminde herkesin re’yine mürâcaat edildiğinden, İslâma uygun değildir.
5. Particilik sistemi, ecnebîlerden geldiği ve onların usûlünde olduğu için, bir nev’i onları kabûllenme hükmüne geçer. Çünkü, ecnebîlerin kabûl ettikleri şerâit altında ancak parti kurulabilir. Demek, siyâset âleminin ipleri şu an için ecnebîlerin elinde olduğundan, bugünkü siyâsetle dîne hizmet edilmez.
6. Particilik menfî olduğu için; اِنَّمَا الْمُؤْمِنُونَ اِخْوَةٌ “Mü’minler kardeştir” (Hucurât, 10) âyetinin emir buyurduğu uhuvvet-i İslâmiyyeyi bozduğundan ve tefrîkaya sebebiyyet verdiğinden harâmdır.
7. Kur’ân’ın nassıyla insânlar iki fırkadır: Ya ehl-i îmân ve Kur’ân’dır. Veyâ ehl-i küfür ve dalâlettir. Üçüncü bir fırka yoktur.
Metinde geçen “terbiye-i İslâmiyyenin zedelenmesi” ile alâkalı olarak Bedîüzzamân (ra)’ın şöyle bir beyânâtı vardır:
‘KENDİ KENDİME HASBİHÂL’ NÂMINDAKİ PARÇAYA LÂHİKA OLARAK ADLİYE VEKÎLİYLE VE RİSÂLE-İ NÛR’LA ALÂKADÂR MAHKEMELERİN HÂKİMLERİYLE BİR HASBİHÂL.
“Efendiler! Siz, ne için sebebsiz bizimle ve Risâle-i Nûrla uğraşıyorsunuz! Kat’ıyyen size haber veriyorum ki: Ben ve Risâle-i Nûr, sizinle değil mübâreze, belki sizi düşünmek dahi vazîfemizin hâricindedir. Çünkü, Risâle-i Nûr ve hakíkí şâkirdleri, elli sene sonra gelen nesl-i âtîye gáyet büyük bir hizmet ve onları büyük bir vartadan ve millet ve vatanı büyük bir tehlikeden kurtarmağa çalışıyorlar. Şimdi bizimle uğraşanlar, o zamân kabirde elbette toprak oluyorlar. Farz-ı muhâl olarak o saâdet ve selâmet hizmeti bir mübâreze olsa da, kabirde toprak olmağa yüz tutanları alâkadâr etmemek gerektir.
“Evet, hürriyyetçilerin ahlâk-ı ictimâıyyede ve dînde ve seciye-i milliyyede bir derece lâübâlilik göstermeleriyle, yirmi-otuz sene sonra dînce, ahlâkça, nâmusça şimdiki vaz’ıyyeti gösterdiği cihetinden; şimdiki vaz’ıyyet elli sene sonra bu dîndar, nâmuskâr, kahramân seciyeli milletin nesl-i âtîsi, seciye-i dîniyye ve ahlâk-ı ictimâıyye cihetinde, ne şekle girecek elbette anlıyorsunuz!..
“Bin seneden beri bu fedâkâr millet, bütün rûh u cânıyla Kur’ân’ın hizmetinde emsâlsiz kahramânlık gösterdikleri hâlde, elli sene sonra o parlak mâzîsini dehşetli lekedâr edecek belki mahvedecek bir kısım nesl-i âtînin eline elbette Risâle-i Nûr gibi bir hakíkatı verip, o dehşetli sukúttan kurtarmak en büyük bir vazîfe-i milliyye ve vataniyye bildiğimizden; bu zamânın insânlarını değil, o zamânın insânlarını düşünüyoruz.
“Evet, efendiler! Gerçi Risâle-i Nûr sırf âhirete bakar; gáyesi rızâ-yı İlâhî ve îmânı kurtarmak ve şâkirdleri ise, kendilerini ve vatandaşlarını i’dâm-ı ebedîden ve ebedî haps-i münferidden kurtarmaya çalışmaktır. Fakat, dünyâya âit ikinci derecede gáyet ehemmiyyetli bir hizmeti de, bu millet ve vatanı anarşilik tehlikesinden ve nesl-i âtînin bîçâreler kısmını dalâlet-i mutlakadan kurtarmaktır. Çünkü, bir Müslüman başkasına benzemez. Dîni terk edip İslâmiyyet seciyesinden çıkan bir müslim; dalâlet-i mutlakaya düşer, anarşist olur, daha idâre edilmez.
“Evet, eski terbiye-i İslâmiyyeyi alan yüzde ellisi meydânda varken, ananât-ı milliyye ve İslâmiyyeye karşı yüzde elli lâkaydlık gösterildiği hâlde; elli sene sonra, yüzde doksanı nefs-i emmâreye tâbi olup millet ve vatanı anarşiliğe sevk etmek kuvvetli ihtimâlin düşünülmesi ve o belâya karşı bir çâre taharrîsi, yirmi sene evvel beni siyâsetten ve bu asırdaki insânlarla uğraşmaktan kat’ıyyen men ettiği gibi; Risâle-i Nûru, hem şâkirdlerini, bu zamâna karşı alâkalarını kesmiş; hiç onlarla ne mübâreze, ne meşgúliyyet yok.
“Mâdem hakíkat budur, adliyeler, değil beni ve onları ittihâm etmek; belki Risâle-i Nûru ve şâkirdlerini himâye etmek en birinci vazîfeleridir. Çünkü, onlar bu millet ve vatanın en büyük bir hukúkunu muhâfaza ettiklerinden, onların karşısında, bu millet ve vatanın hakíkí düşmanları Risâle-i Nûra hücûm edip, adliyeyi şaşırtıp, dehşetli bir haksızlığa ve adâletsizliğe sevk ediyorlar.” (Emirdağ Lâhikası, s. 13-16)
Demek, Bedîüzzamân Hazretlerinin bu beyânâtı da gösteriyor ki, gelecekte ifsâdât daha ziyâde olacaktır. Bedîüzzamân (ra) bunu haber vermiş ve haber verdiği gibi çıkmıştır. Bu durumda ahkâm-ı İlâhiyyenin hayâtın her safhasında hâkim olması husûsu halkın irâdesine bırakılsa, hiçbir zamân şer’î ahkâm hâkim olamayacaktır. Öyle ise Bedîüzzamân (ra), Adnan Menderes’e meâlen diyor ki: “Ellah’ın sana verdiği bu fırsatı değerlendir. Yeni bir seçime girmeden, halkın re’yine mürâcaat etmeden, hemen ahkâm-ı Kur’âniyyeyi hâkim kıl. Kur’ân’ın âdilâne kánûnlarının icrâsını ve İslâmiyyetin güzelliğini gören halk, zamânla terbiye-i İslâmiyyeyi elde edecektir.” (şimdilik o parti başa geçmemek lâzımdır.) Yâni, İttihad-ı İslâm Partisinin o günkü şartlarda dîni siyâsete âlet etmeden dîne hizmet edemeyeceğini bilen Üstâd Bedîüzzamân Hazretleri, o zamân tek başıyla iktidârda bulunan Demokrat Parti mensûblarına, husûsan Adnan Menderes’e diyor ki:
“Siz ihsân-ı İlâhî ile iktidâra geldiniz. Eğer siz, Kur’ân’a hizmet etseniz, bu ni’metin şükrünü edâ etmiş olursunuz. Eğer Ellah’ın emrettiği tarzda o ni’meti kullanmazsanız, nankörlük etmiş olursunuz ve o ni’met, sizin hakkınızda nıkmet ve belâ olur.” Evet, her ni’met Ellah’dan gelir ve şükür ister. Nasıl ki bir zengin, Ellah’ın kendisine ihsân ettiği malı Ellah yolunda harcasa, zekâtını verse, o mal onun için bir ni’met olur. Ellah yolunda harcanmadığı zamân hakkında belâ olur. Aynen öyle de, Bedîüzzamân Hazretleri, Demokratlara diyor ki: “Sizler, Ellahın bir lütfu olarak iktidâra geldiniz. Bu ihsân-ı İlâhî’ye şükür olarak yeniden seçime gerek kalmadan, dîni siyâsete âlet etmeden, diğer üç partiye de meydân vermeden, doğrudan doğruya hemen ahkâm-ı İlâhiyyeyi devlet idâresinde ve mahkemelerde hâkim kılınız.”
Metinde geçen “şimdilik” ta’bîri ile o zamânki seçim sistemi nazara verilip, o zamânda İttihâd-ı İslâm Partisinin dîni siyâsete âlet etmeden başa geçemeyeceği ifâde ediliyor.
Şu husûs bir gerçektir ki; Üstâd Bedîüzzamân Hazretleri Demokratlara yazdığı mektûblarında, aslâ onları medhetmemiştir. İktidârda oldukları için güçlü olmaları sebebiyle sâdece Kur’ân nâmına onlara teblîğâtta bulunmuştur. Çünkü, iktidârda olmaları hasebiyle mes’ûliyyet o anda onlardadır. Diğer partiler iktidârda olmadıkları için mes’ûl olmadıklarından, o zamân onlara teblîğde bulunmamıştır.
Bununla berâber Bedîüzzamân Hazretleri, Halk Partisi iktidârda bulunduğu devrelerde, Kur’ân nâmına aynı teblîği onlara da yapmıştır. Nitekim, CHP Genel Sekreteri Hilmi Bey’e yazdığı mektûbu yukarıda naklettik. Bedîüzzamân Hazretleri Demokratlara diyor ki: “Hakáik-ı İslâmiyyeyi hayâtın her safhasında hâkim kılma vazîfesini yerine getirmezseniz, mes’ûliyyeti siz çekersiniz, o zamân Ellah’ın ve kulların hakkı sizden sorulur.”
(Halk Partisi ise: Hakíkaten acîb ve zevkli bir rüşvet-i umûmîyi) bir hâkimiyyet, bir ağalık, bir idârecilik ve bunlardan gelen bir istibdâdı (kánûnlar) ahkâm-ı İlâhiyyeye dayanmayan ve tamâmen zulme müsâid olan beşerî kánûnlar (perdesinde ba’zı me’mûrlara verdikleri için,) yâni Halk Partisi mensûbları, ahkâm-ı İlâhiyyeye muhâlif öyle kánûnlar yapıyorlar ki; o kánûnlar adâleti değil, istibdâdı ve zulmü netîce veriyor. O idâreciler ve ağalar, o kánûnlara dayanıp halka zulmediyorlar ve Bedîüzzamân’ın ifâdesiyle, o zulümle kendilerini bir nev’i Nemrûd ve Fir’avn tasavvur ediyorlar. İşte Halk Partisi, Bedîüzzamânın ifâdesiyle, ahkâm-ı İlâhiyyeye dayanmayan kánûnlar perdesi altında böyle bir rüşvet-i umûmiyyeyi me’mûrlara verdiği için, iktidâra geldiği günden o güne kadarki (yirmi sekiz senelik bütün cinâyâtıyla), gerek o partinin kánûnlar perdesi altında yapmış olduğu hadsiz zulüm, hakáret ve istibdâdıyla, gerekse Halk Partisinden olmayan (başkaların) yaptıkları (cinâyâtı) cinâyetler de onlara yüklenir. Çünkü, Halk Partisi o gün iktidârda bulunması hasebiyle elinde yetki olduğu hâlde o cinâyetlere engel olmadığı (ve İttihâdcıların ve mason kısmının seyyiâtları da o partiye) Halk Partisine (yükletildiği hâlde, Demokratlara bir cihette gálib hükmündedirler. Çünkü, ubûdiyyetin noksâniyyetiyle enâniyyet kuvvet bulur, nemrûdçuluklar çoğalır.)
Bedîüzzamân’ın ifâdesiyle Halk Partisi mensûbları, ahkâm-ı İlâhiyyeye istinâd etmeyip beşerî kánûnlara dayandıkları için, enâniyyetleri kuvvet buluyor ve onlar bir nev’i Nemrûd ve Fir’avn oluyorlar. Nasıl ki Nemrûd ve Fir’avn, ahkâm-ı İlâhiyyeye dayanmadıkları için adâleti te’mîn edememişler, kuvve-i gadabiyyelerinin mahsûlü olan kánûnlarla halka zulmetmişlerdi. Aynen bunun gibi, Bedîüzzamân (ra) diyor ki: “Halk Partisi, beşerî kánûnlar perdesi altında me’mûrlarını bir nev’i nemrûdlaştırmış ve bu hâl onları zulüm ve istibdâda sevk etmiştir. Çünkü, adâlet, ancak ahkâm-ı İlâhiyye ile te’mîn edilebilir. Beşerî kánûnlar, adâleti te’mîn etmekten fersah fersah uzaktır.”
Gelecek âyet-i kerîme, hüküm verme yetkisinin yalnız Ellah’a âit olduğunu şöyle bildiriyor :اَفَحُكْمَ الْجَاهِلِيَّةِ يَبْغُونَ وَمَنْ اَحْسَنُ مِنَ اللّهِ حُكْمًا لِقَوْمٍ يُوقِنُونَ
“Rasûlüm! Onlar senin hükmünden i’râz ederler de zamân-ı câhiliyye hükmünü mü (beşerî kánûnları mı) isterler? Ellah’ın vahdâniyyetini bilen kavim için hüküm cihetinde Ellah’dan daha güzel kim olabilir?” (Mâide, 50)
(Bu benlik zamânında,) ahkâm-ı İlâhiyyenin kaldırılıp yerine beşerî kánûnların te’sîs edildiği bir zamânda (me’mûriyyet, hakíkatta) Kitâb ve Sünnete göre, dîn-i İslâma ve bu dîn etrâfında toplanan Müslümanlara (bir hizmetkârlık olduğu hâlde; bir hâkimiyyet, bir ağalık, bir nemrûdçuluk ile nefse gáyet zevkli bir hâkimiyyet mertebesini) Halk Partisi, (bir kısım me’mûrlara rüşvet olarak verdiği) ve bunu bilfiil yerleştirdiği (için, bütün o acîb cinâyetlerle ve kendinden olmayan) Halk Partisine muhâlif olan (cerîdelerin neşriyâtıyla) o gazetelerin Halk Partisi aleyhinde çalışmalarıyla (berâber bana yapılan muâmelelerinden), onları hakka da’vet ettiğim hâlde, hakkı kabûl etmeyip beni sürgün etmelerinden ve hapse atmalarından (hissettim ki;) bunların yaptıkları nemrûdçuluktur ve bundan dolayı (bir cihette ma’nen Demokratlara gálib geliyorlar.) Çünkü, Nemrûd ve Fir’avn gibi ahkâm-ı İlâhiyyeyi kabûl etmeyip, beşerî kánûnlara istinâd ettiklerinden; enâniyyetten gelen bir kuvvetle Demokratlara ma’nen galebe çalıyorlar. Halk Partisi, bu kánûnlar perdesi altında yapılan istibdâdla ayakta duruyor. Ne vakit nemrûdçuluk kırılsa, o vakit Halk Partisi dağılmaya mahkûm olur. Bedîüzzamân (ra) Demokratlara diyor ki:
“Her ne kadar sizler iktidârda olsanız bile, Halk Partisinin ihdâs ettiği kánûnları aynen tatbîk ve icrâ etmekle onların yolunu ta’kíb ediyorsunuz, onlar gibi oluyorsunuz ve ma’nen onlara destek veriyorsunuz. Bu durumda onlar da size ma’nen galebe çalışıyorlar. O hâlde Halk Partisi, kánûnlar perdesi altında câzibedâr ve zevkli olan hâkimiyyet, ağalık, idârecilik ve bunlardan doğan bir istibdâdı rüşvet-i umûmiyye olarak me’mûrlarına vermesine ve bununla onları nemrûdcuklar hâline getirmesine bedel; sizler, ahkâm-ı İlâhiyyeyi hâkim kılın. Hem kendiniz o ahkâmı tatbîk ve icrâ etmekle nemrûdçuluktan kurtulun ve benliğinizi bir tarafa bırakıp Ellah’a kulluğunuzu i’lân edin. Böylece zulümden ve istibdâddan kurtulun. Hem de raiyyetinizi ahkâm-ı İlâhiyyeye itâat ettirmekle onları kula kul olmaktan kurtarıp, bir tek Ellah’a kul olmaya da’vet edin. Ancak bu şekilde Halk Partisine galebe ebedilirsiniz. Onların kánûnlarını tatbîk etmekle onlara galebe çalmanız mümkün değildir. Ancak ahkâm-ı Kur’âniyyeyi tatbîk etmekle onlara galebe edebilirsiniz.”
Demokratlar ise bu noktada Bedîüzzamân (ra)’ı dinlemediler, ahkâm-ı İlâhiyyeyi tatbîk etmediler, Halk Partisi gibi enâniyyetlerinden tecerrüd etmeyip beşerî kánûnları tatbîk ve icrâ etmek sûretiyle aynı nemrûdçuluğu devâm ettirdiler.
Evet Halk Partisi, kánûnlar perdesi altında ba’zı me’mûrlara hâkimiyyet vermekle onları kendisine tarafdâr etmiş ve o me’mûrlar, o kánûnlar perdesi altında kendilerini bir nev’i Nemrûd ve Fir’avn tasavvur etmekle halka zulüm ve hakáret etmişlerdir. Halk Partisi, yirmi sekiz sene, yâni partinin iktidâra geldiği ilk günlerden i’tibâren millete zulmetmiş; insânları memleketlerinden sürgün etmiş; Müslümanların bir kısmını i’dâm etmiş; câmileri kapatmış; tekye ve medreseleri ilgá etmiş; halkı ağır vergilere bağlamış ve halkın malına el koymuştur. Bunlar gibi yirmi sekiz senelik cinâyetleriyle berâber başkalarının cinâyetlerine, husûsan İttihâdçıların ve masonların seyyiâtlarına da ortak olmuşlardır. Çünkü, onlar, iktidârda bulunmaları sebebiyle başkalarının cinâyetlerine ve seyyiâtlarına engel olmaları lâzım gelirken engel olmamışlardır. Böylece hem kendilerinin, hem de başkalarının cinâyât ve seyyiâtlarını da yüklenmişlerdir.
Hem Bedîüzzamân (ra), onları hakka da’vet ettiği hâlde, onlar hakkı kabûl etmekten i’râz edip Bedîüzzamân’ı sürgün etmişler ve hapse atmışlardır. Halk Partisi, bu kadar hadsiz zulüm, istibdâd, cinâyât ve seyyiâtı irtıkáb edip hakkı kabûl etmekten i’râz ettiği hâlde, yine Demokratlara ma’nen gálib hükmündedirler. Bunun sebebi; İlâhî kánûnlara değil; belki kendi benliklerinden doğan beşerî kánûnlara istinâd etmeleri sebebiyle kendilerinde bir kuvvet bulup şahsiyyetlerini bir nev’i Nemrûd ve Fir’avn tasavvur ederek halka zulmetmeleri ve istibdâd uygulamalarıdır. Demokratlar ise aynen o kánûnları tasvîb ve Halk Partisinin yaptığı icrââtları da desteklediler. Dolayısıyla, Bedîüzzamân Hazretlerinin tavsiyesi olan hayâtın her safhasında ahkâm-ı İlâhiyyeyi hâkim kılmadıklarından; Kur’ân’a değil, benliklerine dayandıklarından, aynen onlar gibi oldular.
Hulâsâ: Bedîüzzamân Hazretlerinin ifâdesiyle, beşerî kánûnlar, Kur’ân’a dayanmadığı, belki beşerin kuvve-i gadabiyyesinin mahsûlü olduğu için; nemrûdları ve fir’avnları yetiştiriyor. O kánûnlar, ne zamân vahy-i semâvîye, yâni Kur’ân’a ve sünnete dayansa o zamân adâlet te’mîn edilmiş olur; yoksa bir istibdâd, bir zulm-i azîm vücûd bulur. Bu husûsta “Ene Risâlesi”ne mürâcaat edilsin.
Demek, Bedîüzzamân (ra)’ın açık ifâdesiyle, ahkâm-ı İlâhiyyeye tarafdâr olup tatbîk ve icrâ etmeyenler, nemrûdcuklar hükmüne geçiyorlar.
Bedîüzzamân (ra) me’mûrluğun hakíkí ma’nâsını ise şöyle îzâh ediyor:
(Halbuki İslâmiyyetin bir kánûn-i esâsîsi olan hadîs-i şerîfte ; yâni me’mûriyyet, emirlik ise reislik değil; millete bir hizmetkârlıktır.)
Bu cümlede geçen “millet” ta’bîrinden murâd; Hakíkat-ı İslâmiyye ve Şerîat-ı Garrâ-yı Muhammediyye (asm) etrâfında toplanan Müslümanlar demektir. Çünkü, Kur’ân’a göre “dîn” ile “millet” kelimeleri, müttehid-i bizzâttır; muhtelif-i bi’l-i’tibardır. Yâni, hakíkí ma’nâları birdir; fakat aralarında i’tibârî ba’zı farklılıklar mevcûddur. Bedîüzzamân Hazretleri bu konuda şöyle buyurmaktadır:
“Biz Müslümanlar indimizde ve yanımızda dîn ve milliyyet bizzât müttehiddir. İ’tibârî, zâhirî, ârızî bir ayrılık var. Belki dîn, milliyyetin hayâtı ve rûhudur. İkisine birbirinden ayrı ve farklı bakıldığı zamân; hamiyyet-i dîniyye, avâm ve havassa şâmil oluyor.” (Hutbe-i Şâmiyye, s. 64)
“Dîn”, İlâhî kánûnlar manzûmesidir. “Millet” ise, o İlâhî kánûnlar etrâfında toplanan Müslümanlara denir. Bu noktada ba’zan millet, dîn ma’nâsında da kullanılmaktadır. Meselâ: Cenâb-ı Hak şöyle buyurmaktadır: فَاتَّبِعُوا مِلَّةَ اِبْرهيمَ حَنيفًا “O hâlde her bâtıl dînden hak dîn olan İslâm’a yönelen İbrâhîm (as)’ın milletine, yâni dînine tâbi’ olun.” (Âl-i Imrân, 95)
Bu âyet-i kerîmenin sarâhatince “millet” ile “dîn” kelimeleri eş ma’nâlıdır. Nitekim Bedîüzzamân (ra), “Milletimiz de yalnız İslâmiyyetdir” (Hutbe-i Şâmiyye, s. 93) buyurmakla bu husûsu îzâh etmişlerdir.
O hâlde Bedîüzzamân (ra)’ın, “Me’mûriyyet, emirlik ise, reislik değil; millete bir hizmetkârlıktır” ifâdesinden murâd; -hâşâ!- bugünkü kánûnlarla halka hizmet etmek değildir. Belki, dîn-i mübîn-i İslâm’a ve o dîn etrâfında bir araya gelen Müslümanlara hizmettir.
(Demokratlık, hürriyyet-i vicdân, İslâmiyyetin bu kánûn-i esâsîsine dayanabilir.)
“Risâle-i Nûr’u, yine Risâle-i Nûr’la îzâh etmek lâzımdır” düstûruna binâen “hürriyyet” kelimesinin îzâhını Bedîüzzamân (ra)’den dînleyelim:
“Hürriyyet budur ki: Kánûn-i adâlet ve te’dîbden başka,(adâleti te’sîs eden kánûn-i İlâhî ve hudûd ve ukúbât-ı Kur’âniyyeden başka) hiç kimse kimseye tahakküm etmesin. Herkesin hukúku mahfûz kalsın, herkes harekât-ı meşrûasında şâhâne serbest olsun. لاَ يَتَّخِذَ بَعْضُنَا بَعْضًا اَرْبَابًا مِنْ دُونِ اللهِ (‘Birbirimizi rab tutmayalım, hepimiz Ellah’ı Rab tutalım’ Âl-i Imrân, 64) nehyinin sırrına mazhar olsun.” (Münâzarât, s. 21)
“Asya kıtasının ve istikbâlinin keşşâfı ve miftâhı, şûrâdır. Yâni, nasıl ferdler birbiriyle meşveret eder; tâifeler, kıtalar dahi o şûrâyı yapmaları lâzımdır ki, üç yüz belki dört yüz milyon İslâmın ayaklarına konulmuş çeşit çeşit istibdâdların kayıdlarını, zincirlerini açacak, dağıtacak, meşveret-i şer’ıyye ile şehâmet ve şefkat-i îmâniyyeden tevellüd eden hürriyyet-i şer’ıyyedir ki; o hürriyyet-i şer’ıyye, âdâb-ı şer’ıyye ile süslenip, garb medeniyyet-i sefihânesindeki seyyiâtı atmaktır. Îmândan gelen hürriyyet-i şer’ıyye, iki esâsı emreder:
“Yâni: Îmân bunu iktizâ ediyor ki; tahakküm ve istibdâd ile başkasını tezlîl etmemek ve zillete düşürmemek ve zâlimlere tezellül etmemek… Ellaha hakíkí abd olan, başkalara abd olamaz. Birbirinizi -Ellahtan başka- kendinize Rab yapmayınız. Yâni, Ellahı tanımayan; her şeye, herkese nisbetine göre bir rubûbiyyet tevehhüm eder, başına musallat eder. Evet, hürriyyet-i şer’ıyye; Cenâb-ı Hakkın Rahmân, Rahîm tecellîsiyle bir ihsânıdır ve îmânın bir hâssasıdır.” (Hutbe-i Şâmiyye, s. 61-62)
“Ba’zıları, ‘Sünnet-i Nebeviyyeyi hedef-i maksad eden İttihâd-ı İslâm, hürriyyeti tahdîd eder ve levâzım-ı medeniyyeye münâfîdir’ diyorlar. Elcevâb: Asıl mümin, hakkıyla hürdür. Sâni-ı Âleme abd ve hizmetkâr olan, halka tezellüle tenezzül etmemek gerektir. Demek, ne kadar îmâna kuvvet verilse, hürriyyet de o kadar kuvvet bulur. Ammâ, hürriyyet-i mutlak ise, vahşet-i mutlakadır, belki hayvânlıktır. Tahdîd-i hürriyyet dahi insâniyyet nokta-i nazarından zarûrîdir. Sâlisen: Ba’zı sefih ve lâübâlîler hür yaşamak istemediklerinden, nefs-i emmârenin esâret-i rezîlesi altına girmek istiyorlar.
Elhâsıl: Şerîat dâiresinden hâric olan hürriyyet, ya istibdâd veyâ esâret-i nefis veyâ canavarcasına hayvânlık veyâ vahşettir. Böyle lâübâlîler ve zındıklar iyi bilsinler ki, dînsizlik ve sefâhetle sâhib-i vicdân hiçbir ecnebîye kendilerini sevdiremezler ve benzetemezler. Zîrâ, mesleksiz ve sefih sevilmez. Ve bir kadına yakışır -istihsân ettiği- libâsı erkek giyse, maskara olur.” (Hutbe-i Şâmiyye, s. 97)
“İnsanlar hür oldular, ammâ yine abdullahtırlar. Herşey hür oldu, şerîat da hürdür, Meşrûtiyyet de. Mesâil-i şerîatı rüşvet vermeyeceğiz. Başkasının kusûru, insânın kusûruna sened ve özür olamaz.” (Hutbe-i Şâmiyye, s. 89)
“Hürriyyeti, âdâb-ı şerîatla takyîd ediniz. Zîrâ, câhil efrâd ve avâm-ı nâs kayıtsız hür olsa, şartsız tam serbest olsa, sefih ve itâatsız olur.” (Dîvân-ı Harb-i Örfî, s. 17)
“Şerîat-ı garrâ, Kelâm-ı Ezelîden geldiğinden ebede gidecektir. Nefs-i emmârenin istibdâd-ı rezîlesinden selâmetimiz, İslâmiyyete istinâd iledir. O Hablü’l-Metîne temessük iledir. Ve haklı hürriyyetten hakkıyla istifâde etmek, îmândan istimdâd iledir. Zîrâ, Sâni’-ı Âleme hakkıyla abd ve hizmetkâr olanın, halka ubûdiyyete tenezzül etmemesi gerektir.” (Dîvân-ı Harb-i Örfî, s. 55)
“Ey ebnâ-yı vatan! Hürriyyeti sû-i tefsîr etmeyiniz; tâ elimizden kaçmasın. Ve müteaffin olan eski esâreti başka kabda bize içirmekle bizi boğmasın. (Hâşiye) Zîrâ, hürriyyet, mürâat-ı ahkâm ve âdâb-ı şerîat ve ahlâk-ı hasene ile tahakkuk ve neşv ü nemâ bulur. Sadr-ı evvelin, yâni sahabe-i kirâmın o zamânda âlemde vahşet ve cebr-i istibdâd hükümfermâ olduğu hâlde, hürriyyet ve adâlet ve müsâvâtları bu müddeaya bir bürhân-ı bâhirdir.Yoksa, hürriyyeti sefâhet ve lezâiz-i nâmeşrûa ve isrâfât ve tecâvüzât ve hevâ-i nefse ittibada serbestiyyet ile tefsîr ü amel etmek; bir pâdişâhın esâretinden çıkmakla ve alçakların istibdâdı ve esâret-i rezîlesinin altına girmekle berâber milletin çocukluk isti’dâdını ve sefih
olduğunu gösterdiğinden, paralanmış olan eski esârete lâyık ve hürriyyete adem-i liyâkatını gösterir.
Zîrâ, sefih mahcûrdur. Geniş ve müşaşa olan yeni hürriyyet-i şerıyyeye adem-i liyâkat, (zîrâ, çocuğa geniş olmaz) şanlı olan ittihâd-ı millîyi, bozulmuş ve müteaffin olan hâlât ile fenâ bir hastalığa hedef edecektir. Zîrâ, ehl-i takvâ ve vicdânın tefsîri böyle değil. Mezhebi de muhâlif olacaktır. Biz Millet-i Osmâniye, erkeğiz.
“(Hâşiye): Evet, daha dehşetli bir istibdâd ile, pek acı ve zehirli bir esâreti bize içirdiler.” (Dîvân-ı Harb-i Örfî, s. 69-70)
“Suâl: Hürriyyeti bize çok fenâ tefsîr etmişler. Hattâ, âdeta hürriyyette insân her ne sefâhet ve rezâlet işlerse, başkasına zarâr vermemek şartıyla birşey denilmez diye bize anlatmışlar. Acabâ böyle midir?
“Cevâb: Öyleler, hürriyyeti değil, belki sefâhet ve rezâletlerini i’lân ediyorlar ve çocuk bahânesi gibi hezeyân ediyorlar. Zîrâ, nâzenin hürriyyet, âdâb-ı şerîatla müteeddibe ve mütezeyyine olmak lâzımdır. Yoksa, sefâhet ve rezâletteki hürriyyet, hürriyyet değildir. Belki hayvânlıktır, şeytânın istibdâdıdır, nefs-i emmâreye esîr olmaktır. Hürriyyet-i umûmî, efrâdın zerrât-ı hürriyyâtının muhâssalıdır. Hürriyyetin şeni odur ki: Ne nefsine, ne gayriye zarârı dokunmasın.” (Münâzarât, s. 19-20)
Demek, Bedîüzzamân (ra)’ın yukarıdaki beyânâtından anlaşılıyor ki, Demokratlara yazılan mektûblarda geçen “demokratlık” ve “hürriyyet-i vicdân” ta’bîrlerinden murâd; kánûn cihetiyle beşerin beşere köle olmamasıdır. Ne bir ferd olan pâdişâha, ne de bir cemâat olan meclis-i meb’ûsâna köle olmadan irâde-i hayriyyesinden gelen bir ubûdiyyetle ahkâm-ı İlâhiyyeye bağlanarak, yalnız Ellah’a kul ve köle olup ubûdiyyet vaz’ıyyetini takınmak ve nemrûdçulukların istibdâdından kurtulmaktır. Yoksa, halîfeliğin istibdâdından kurtulup, hâşâ meclis-i meb’ûsânın istibdâdına dönmek değildir. Belki, adâlet-i Kur’âniyyeye dayanmak demektir.
Bedîüzzamân (ra), Demokrat Parti mensûblarına özetle diyor ki: “Sizler, ‘hürriyyet-i vicdân’ esâsını, ‘; yâni; me’mûriyyet, emirlik ise, reislik değil; millete bir hizmetkârlıktır’ kánûn-i esâsisine dayandırın! Yâni, hâkimiyyeti, kayıtsız-şartsız Ellah’a verin; ahkâm-ı İlâhiyyenin hâdimi olun; dîn-i İslâma ve o dîn etrâfında toplanan Müslümanlara hizmetkârlık edin, beşerî kánûnlara dayanarak kánûnlar perdesi altında nemrûdçuluk yapmayın! Ellah’a karşı hür, birbirinize karşı köle vaz’ıyyeti takınmayın. Belki, hep berâber bir tek Ellah’a kul; birbirinize karşı hür olun.” İşte hakíkí hürriyyet budur!
(Çünkü, kuvvet, kánûnda olmazsa şahsa geçer. İstibdâd, mutlak keyfî olur.) Bu cümlede geçen “kánûn” ta’bîrinden murâd; Bedîüzzamân’ın ifâdesiyle ahkâm-ı İlâhiyyedir. Bu ma’nâda eğer kuvvet İlâhî kánûnlara dayanmazsa, o zamân istibdâd olur. Halk bu durumda ya şahsın veyâ cemâatin istibdâdı altına girer. Bu da Bedîüzzamân’ın ifâdesiyle nemrûdçuluktur. Halbuki, “Âmir, Hâkim, Âdil” gibi esmâ-i hüsnâda Ellah’ın şerîki yoktur ve olamaz. Ancak ma’nâ-yı harfiyle “âmir, hâkim, âdil” nâmları alınabilir. Yâni, idâreci, “Ellah’ın hükmü budur” diye hüküm verebilir. Yoksa, “Benin hükmüm budur” diyemez.
Metinde geçen “kánûn” ta’bîrinden murâd zikrettiğimiz ma’nâ olduğuna delîl; bütün İslâm ulemâsının dîn-i hak hakkındaki ta’rîfleridir: “Din, akıl sâhiblerini kendi irâdeleriyle bizzât hayr olan şeylere sevk eden İlâhî kánûnlar manzûmesidir.” Demek, dînin kendisi kánûndur. “Kur’ân, insâna bir kitâb-ı şerîattır” diyen, Üstâd Bedîüzzamân (ra) Hazretleridir.
Bedîüzzamân (ra), Demokratlara özetle diyor ki: “Halk Partisinin beşerî kánûnlara dayanıp me’mûrlarını birer Nemrûd ve Fir’avn yapmasına bedel; siz, hakáik-ı İslâmiyyeye dayanın. Hayâtın her sahasında husûsan ilmî, amelî ve edebî sahalarda ahkâm-ı İlâhiyyeyi hâkim kılın. Bununla, ‘Ma’bûd-i bilhakk’a ‘abd’ olduğunuzu gösterin.”
(Millet Partisi ise: Eğer İttihâd-ı İslâmdaki esâs olan İslâmiyyet milliyyeti ki, Türkçülük onun içinde mezc olmuş bir millet olsa; o Demokratın) hürriyyet-i şer’ıyye (ma’nâsındadır. Dîndar Demokratlara iltihâk etmeye mecbûr olur.) Millet Partisi; eğer menfî milliyyetçiliği terk etse, yâni Türkçülüğü bıraksa ve müsbet milliyyet olan İslâmiyyet milliyyetini gáye-i maksad yapsa; bu zâten demokratlık ma’nâsındadır. Yâni, bir tek Ellah’a abd olup, diğer insânlara karşı ise hür olmak ma’nâsındadır. Türk Milleti de o İslâmiyyet milliyyeti içinde dâhildir. Onlar da Ellah’a abddirler ve İslâmiyyet milliyyetine temessük etmekle başkalarının köleliğinden kurtulurlar. (Frenk illeti ta’bîr ettiğimiz ırkçılık, unsurculuk fikriyle Avrupa, âlem-i İslâm’ı parçalamak için içimize bu frenk illetini aşılamış. Fakat, bu hastalık ve fikir, gáyet zevkli ve câzibedâr bir hâlet-i rûhiyye verdiği için; pek çok zarârları ve tehlikeleriyle berâber, zevk hatırı için her millet) akvâm-ı İslâmiyye (cüzî-küllî bu fikre iştiyâk gösteriyorlar.) Burada Bedîüzzamân (ra)’ın “kavim” yerine “millet” ta’bîrini kullanması bir hakíkati iş’âr içindir. Şöyle ki:
Değişik ırklara mensûb olan Müslümanların, kendi milletlerini, yâni müsbet milliyyet olan İslâm milliyyetini ve dîn-i mübîn-i İslâm’ı müdâfaa etmeleri lâzım gelirken; zevk hatırı için ırkçılık nâmı altında başka bir cereyâna kapılıyorlar, menfî milliyyet olan ırkçılığı İslâmiyyet milliyyetine tercîh ediyorlar ve İslâmiyyet milliyyetini bırakıp, kendi ırklarını müdâfaa ediyorlar. Böylece müsbet milliyetten, menfî milliyyete geçiyorlar. Bu ise, İslâm milletini bırakıp küfür milletini müdâfaa etmek demektir. Çünkü, insânları küfre sevk eden âmillerden biri de ırkçılıktır.
Hulâsâ: Müsbet milliyyet, İslâmiyyet milliyyetidir; menfî milliyyet ise, küfür milliyyetidir.
NOT: “Millet, dîn ve ümmet” ta’bîrleri, “hak millet, hak dîn ve hak ümmet” şeklinde kullanıldığı gibi; “bâtıl millet, bâtıl dîn ve bâtıl ümmet” tarzında da kullanılmaktadır. Meselâ, gelecek âyet-i kerîmede “millet” ta’bîri, “bâtıl millet” (bâtıl dîn) ma’nâsında kullanılmıştır:
اِنّى تَرَكْتُ مِلَّةَ قَوْمٍ لَا يُؤْمِنُونَ بِاللّهِ وَهُمْ بِالْاخِرَةِ هُمْ كَافِرُونَ
“Ben, Ellah’a inanmayan ve âhireti inkâr eden bir kavmin milletini (dînini) terk ettim.” (Yûsuf, 37) Kâfirûn Sûresinde geçen “dîn” kelimesi ise, hem “hak dîn”; hem de “bâtıl dîn” ma’nâsında kullanılmıştır: لَكُمْ دينُكُمْ وَلِىَ دينِ “Sizin dîniniz size; benim dînim bana!” (Kâfirûn, 6)
(Şimdiki terbiye-i İslâmiyyenin za’fiyyetiyle) 28 sene iktidârda kalan Halk Partisi devresinde devletin ahkâm-ı İlâhiyyeden uzaklaşmasıyla (ve terbiye-i medeniyyenin) onların ta’bîriyle bir medeniyyetin, yâni zâhirî ve sûrî bir terbiye-i medeniyyetin (galebesiyle ekseriyyet kazanarak başına geçerse; ekseriyyet teşkîl etmeyen ve ancak yüzde otuzu hakíkí Türk olan ve yüzde yetmişi başka unsurlardan olanlar; hem hakíkí Türklerin, hem hâkimiyyet-i İslâmiyyenin aleyhine cephe almaya mecbûr olacaklar.)
Çünkü, menfî milliyyetçiliği esâs tutan Millet Partisinin iktidâra gelmesi hâlinde, devlet idâresinde Türkçülüğü hâkim kılacağından; yüzde yetmiş nisbetinde bulunan diğer ırklar devlete karşı cebhe alacaklar ve muârazaya girişeceklerdir. Bundan hem Türk milleti, hem de İslâmiyyet büyük zarâr görecektir. Çünkü, devlet, Türkçülüğü esâs aldığı için ne kadar “Ben dîndarım” dese bile; diğer ırklar onun bu dîndarlığını kabûl etmezler. “Siz ırkçılık yapıyorsunuz” derler ve Millet Partisinin Türkçülük yapmasına mukábil diğer ırklar, o zamânki Türklere adâvet ettikleri gibi; Türklerin bin sene İslâmiyyete bayraktarlık eden necîb ecdâdına da adâvet beslerler. Hem de o ırklar, Türklerin ırkçılık nâmına yaptıkları menfî hareketlerini dış güçlerin tahrîkiyle İslâmiyyete mâl ederler ve İslâmiyyete karşı da adâvet beslerler.
Bedîüzzamân (ra), Demokrat Partililere meâlen diyor ki: “Siz ictimâî hayâtın her safhasında İslâmiyyeti hâkim kılın. Bununla idâreyi, ırka dayanmaktan ve ırkçılığı işmâm eden bir ismi taşımaktan kurtarıp uhuvvet-i İslâmiyyeyi te’sîs etmiş olursunuz. Burası eskiden beri İslâm memleketidir. Bu millet, bin küsûr sene İslâmiyyete hizmet etmiş. Siz dahi ahkâm-ı İlâhiyyeyi hâkim kılmakla İslâmiyyete hizmetkâr olun. Yoksa, İslâmiyyetiniz de gider ve buna bağlı olarak şerefiniz de elden gider.”
Görüldüğü gibi Bedîüzzamân (ra), Demokrat Parti mensûblarına şu tavsiyelerde bulunuyor:
a) Millet Partisi, Türkçülüğü esâs alıyor. Siz, Türkçülüğe bedel İslâmiyyet milliyyetini esâs alın!
b) Irkçılığı terk edin, devlete ırkçılığı işmâm etmeyen ve bütün Müslümanları kucaklayacak bir isim verin.
Maalesef Demokratlar, Millet Partisi mensûblarından daha çok ırkçı oldular.
(Çünkü, İslâmiyyetin bir kánûn-i esâsîsi olan bu âyet-i kerîme; وَلَاتَزِرُ وَازِرَةٌ وِزْرَ اُخْرى dır. Yâni, birisinin günâhıyla başkası muâhaze ve mes’ûl olmaz. Halbuki, ırkçılık damarıyla, bir adamın cinâyetiyle ma’sûm bir kardeşini, belki de akrabâsını, belki de aşîretinin efrâdını öldürmekte kendini haklı zanneder. O vakit hakíkí adâlet yapılmadığı gibi, şiddetli bir zulüm de yol bulur. Çünkü, ‘Bir ma’sûmun hakkı, yüz cânîye fedâ edilmez’ diye İslâmiyyetin bir kánûn-i esâsîsidir. Bu ise çok ehemmiyyetli bir mesele-i vataniyyedir ve hâkimiyyet-i İslâmiyyeye büyük bir tehlikedir. Mâdem hakíkat budur, ey dîndar ve dîne hürmetkar Demokratlar!)
Bedîüzzamân (ra)’ın bu ifâdeleri, teşvîk ve taltîf içindir. Bir insâna, iyisin iyisin desen iyileşmesi kábilindendir. Eskiden beri ulemâ-i İslâm’ın idâreciler hakkında ta’kíb ettiği bir irşâd metodudur. Yâni, “Çalışın, ahkâm-ı İlâhiyyeyi hayâtın her safhasında hâkim kılın, bu iltifâta lâyık olun” demektir. Demokrat Parti mensûbları ise, Bedîüzzamân (ra)’ın tavsiyelerini yerine getirmediklerinden, bu iltifâta liyâkatlarını kaybettiler.
(Siz, bu iki Partinin gáyet kuvvetli ve zevkli ve câzibedâr nokta-i istinâdlarına mukábil, daha ziyâde maddî ve ma’nevî câzibedâr nokta-i istinâd olan hakáik-ı İslâmiyyeyi nokta-i istinâd yapmaya mecbûrsunuz.) Bedîüzzamân (ra) Demokratlara diyor ki: “Halk Partisi, kánûnlar perdesi altında me’mûrlarına birer makám vererek âdetâ onları Nemrûd gibi istibdâda sevk etti. Millet Partisi ise, iktidâra geldiği takdîrde ırka dayanır ve Türkçülüğü esâs yapmak sûretiyle diğer ırkların nefretini celb eder. Sizler, bu iki partinin bâtıl olan nokta-i istinâdlarına bedel; hak olan hakáik-ı İslâmiyyeye dayanın, hayâtın her safhasında ahkâm-ı İlâhiyyeyi hâkim kılın, uhuvvet-i İslâmiyyeyi te’sîs edin. Yoksa, onlar gibi yaparsanız, yâni ırk nâmına beşerî kánûnları hâkim kılarsanız; hem devlet, hem millet, hem de siz zarâr edersiniz.”
İslâm hukúkuna göre bu cümlede geçen “hakáik-ı İslâmiyye” ta’bîrinden maksad; ictimâî hayâtın her safhasında, husûsan ilmî, amelî ve edebî sahalarda idârecilerin ve raiyyetin icrâ ve tatbîk etmekle mükellef olduğu ahkâm-ı İlâhiyyedir. Ahkâm-ı İlâhiyyenin bir kısmı farz-ı ayndır; bununla her Müslüman mükelleftir. Bir kısmı da farz-ı kifâyedir; bununla da ümmet mükelleftir. Kısaca, “hakáik-ı İslâmiyye”, bütün evâmir ve nevâhî-i İlâhiyyedir. Bunların en ehemmiyyetlisi ise; tatbîki, ümmet-i Muhammed (sav)’den bir cemâate farz-ı kifâye olan ve “Şeâir-i İslâmiyye” ta’bîr olunan ahkâm-ı dîniyyedir. Bedîüzzamân, Meclis-i Meb’ûsâna Ocak 1923’de yazdığı bir hutbede onlara vazîfelerinin, Kur’ân’ın evâmirini imtisâl ve şeâir-i İslâmiyyeyi ihyâ olduğunu şöylece bildirmiştir:
“BİN ÜÇ YÜZ OTUZ DOKUZ TÂRİHİNDE, MECLİS-İ MEB’ÛSÂNA HİTÂBEN YAZDIĞIM BİR HUTBENİN SÛRETİDİR
•• •
“Ey mücâhidîn-i İslâm! Ey ehl-i hall ü akid! Bu fakirin bir meselede on sözünü, birkaç nasihatını dinlemenizi ricâ ediyorum.
“Evvelâ: Şu muzafferiyetteki hârikulâde ni’met-i İlâhî’ye bir şükran ister ki devâm etsin, ziyâde olsun. Yoksa, ni’met şükrü görmezse gider. Mâdem ki Kur’ânı, Ellahın tevfîkıyle düşmanın hücûmundan kurtardınız; Kur’ân’ın en sarîh ve en katî emri olan salât gibi ferâizi imtisâl etmeniz lâzımdır. Tâ, onun feyzi böyle hârika sûretinde üstünüzde tevâlî ve devâm etsin.
“Sâniyen: Âlem-i İslâmı mesrûr ettiniz, muhabbet ve teveccühünü kazandınız. Lâkin, o teveccüh ve muhabbetin idâmesi, şeâir-i İslâmiyyeyi iltizâm ile olur. Zîrâ, Müslümanlar İslâmiyyet hesâbına sizi severler.
“Sâlisen: Bu âlemde evliyâullah hükmünde olan gázî ve şühedâlara kumandanlık ettiniz. Kur’ânın evâmir-i katıyyesine imtisâl etmekle, öteki âlemde de o nûrânî gürûha refîk olmağa çalışmak, sizin gibi himmetlilerin şenidir. Yoksa, burada kumandan iken orada bir neferden istimdâd-ı nûr etmeğe muztâr kalacaksınız. Bu dünyâ-yı deniyye, şan ve şerefiyle öyle bir metâ değil ki, sizin gibi insânları işba’ etsin, tatmîn etsin ve maksûd-i bizzât olsun.
“Râbian: Bu millet-i İslâmın cemâatleri -çendan bir cemâat namâzsız kalsa, fâsık da olsa yine- başlarındakini mütedeyyin görmek ister. Hattâ, umûm Kürdistanda umûm me’mûrlara dâir en evvel sordukları suâl bu imiş: ‘Acabâ namâz kılıyor mu?’ derler. Namâz kılarsa mutlak emniyyet ederler; kılmazsa, ne kadar muktedir olsa nazarlarında müttehemdir. Bir zamân, Beytüşşebab aşâirinde isyân vardı. Ben gittim, sordum: ‘Sebeb nedir?’ Dediler ki: ‘Kaymakámımız namâz kılmıyordu, rakı içiyordu. Öyle dînsizlere nasıl itâat edeceğiz?’ Bu sözü söyleyenler de namâzsız, hem de eşkıyâ idiler.
“Hâmisen: Enbiyânın ekseri şarkta ve hükemânın ağlebi garbda gelmesi kader-i ezelînin bir remzidir ki, şarkı ayağa kaldıracak dîn ve kalbdir, akıl ve felsefe değil. Şarkı intibâha getirdiniz, fıtratına muvâfık bir cereyân veriniz. Yoksa, sayiniz ya hebâen gider veyâ muvakkat, sathî kalır...
“Sâdisen: Hasmınız ve İslâmiyyet düşmanı olan frenkler dîndeki lâkaydlığınızdan pek fazla istifâde ettiler ve ediyorlar. Hattâ, diyebilirim ki, hasmınız kadar İslâma zarâr veren, dînde ihmâlinizden istifâde eden insânlardır. Maslahat-ı İslâmiyye ve selâmet-i millet nâmına, bu ihmâli amâle tebdîl etmeniz gerektir. Görülmüyor mu ki, İttihâdcılar o kadar hârika azm ü sebât ve fedâkârlıklarıyla, hattâ İslâmın şu intibâhına da bir sebeb oldukları hâlde, bir derece dînde lâübâlîlik tavrını gösterdikleri için, dâhildeki milletten nefret ve tezyîf gördüler. Hâricdeki İslâmlar dîndeki ihmâllerini görmedikleri için hürmeti verdiler.
“Sâbian: Âlem-i küfür, bütün vesâitiyle, medeniyyetiyle, felsefesiyle, fünûnuyla, misyonerleriyle âlem-i İslâma hücûm ve maddeten uzun zamândan beri galebe ettiği hâlde, -âlem-i İslâma- dînen galebe edemedi. Ve dâhilî bütün fırak-ı dâlle-i İslâmiyye de, birer kemmiye-i kalîle-i muzırra sûretinde mahkûm kaldığı; ve İslâmiyyet metânetini ve salâbetini sünnet ve cemâatle muhâfaza eylediği bir zamânda, lâübâlîyâne, Avrupa medeniyyet-i habîse kısmından süzülen bir cereyân-ı bidatkârâne, sînesinde yer tutamaz. Demek, âlem-i İslâm içinde mühim ve inkılâbvârî bir iş görmek, İslâmiyyetin desâtîrine inkıyâd ile olabilir, başka olamaz. Hem olmamış, olmuş ise de çabuk ölüp, sönmüş...
“Sâminen: Zaf-ı dîne sebeb olan Avrupa medeniyyet-i sefihânesi yırtılmağa yüz tuttuğu bir zamânda ve medeniyyet-i Kur’ân’ın zuhûra yakın geldiği bir anda, lâkaydâne ve ihmâlkârâne müsbet bir iş görülmez. Menfîce, tahrîbkârâne iş ise, bu kadar rahnelere ma’rûz kalan İslâm zâten muhtâc değildir.
“Tâsian: Sizin bu ‘İstiklâl Harbi’ndeki muzafferiyetinizi ve âlî hizmetinizi takdîr eden ve sizi cân u dilden seven, cumhûr-i müminîndir. Ve bilhâssa tabaka-i avâmdır ki, sağlam Müslümanlardır. Sizi ciddî sever ve sizi tutar ve size minnetdârdır ve fedâkârlığınızı takdîr ederler. Ve, intibâha gelmiş en cesîm ve müdhiş bir kuvveti size takdîm ederler. Siz dahi, evâmir-i Kur’âniyyeyi imtisâl ile onlara ittisâl ve istinâd etmeniz maslahat-ı İslâm nâmına zarûrîdir. Yoksa, İslâmiyyetten tecerrüd eden bedbaht, milliyyetsiz Avrupa meftûnu frenk mukallidleri, avâm-ı müslimîne tercîh etmek, maslahat-ı İslâma münâfî olduğundan; âlem-i İslâm nazarını başka tarafa çevirecek ve başkasından istimdâd edecek...
“Âşiren: Bir yolda dokuz ihtimâl-i helâket, tek bir ihtimâl-i necât varsa; hayâtından vaz geçmiş, mecnûn bir cesûr lâzım ki o yola sülûk etsin. Şimdi, yirmi dört saatten bir saati işgál eden farz namâz gibi zarûriyyât-ı dîniyyede, yüzde doksan dokuz ihtimâl-i necât var. Yalnız, gaflet ve tenbellik haysiyetiyle, bir ihtimâl zarâr-ı dünyevî olabilir. Halbuki, ferâizin terkinde, doksan dokuz ihtimâl-i zarâr var. Yalnız gaflet ve dalâlete istinâd, tek bir ihtimâl-i necât olabilir. Acabâ, dîne ve dünyâya zarâr olan ihmâl ve ferâizin terkine ne bahâne bulunabilir? Hamiyyet nasıl müsâade eder?
“Bâhusûs bu gürûh-i mücâhidîn ve bu yüksek meclisin ef’âli taklîd edilir. Kusûrlarını millet ya taklîd veyâ tenkíd edecek; ikisi de zarârdır. Demek onlarda hukúkullah, hukúk-ı ibâdı da tazammun ediyor. Sırr-ı tevâtür ve icmâı tazammun eden hadsiz ihbârâtı ve delâili dinlemeyen ve safsata-i nefis ve vesvese-i şeytândan gelen bir vehmi kabûl eden adamlarla, hakíkí ve ciddî iş görülmez.
“Şu inkılâb-ı azîmin temel taşları sağlam gerek. Şu Meclis-i âlînin şahsiyyet-i ma’neviyyesi, sâhib olduğu kuvvet cihetiyle ma’nâ-yı saltanatı deruhde etmiştir. Eğer şeâir-i İslâmiyyeyi bizzât imtisâl etmek ve ettirmekle ma’nâ-yı hılâfeti dahi vekâleten deruhde etmezse; hayât için dört şeye muhtâc, fakat anane-i müstemirre ile günde leakal beş def’a dîne muhtâc olan şu fıtratı bozulmayan ve lehviyyât-ı medeniyye ile ihtiyâcat-ı rûhiyyesini unutmayan bu milletin hâcât-ı dîniyyesini Meclis tatmîn etmezse, bilmecbûriyye ma’nâ-yı hılâfeti, tamâmen kabûl ettiğiniz isme ve lâfza verecek. O ma’nâyı idâme etmek için kuvveti dahi verecek. Halbuki, Meclis elinde bulunmayan ve Meclis tarîkıyla olmayan böyle bir kuvvet, inşikák-ı asâya sebebiyyet verecektir.
İnşikák-ı asâ ise, •âyetine zıddır. Zamân cemâat zamânıdır. Cemâatın rûhu olan şahs-ı ma’nevî daha metîndir ve tenfîz-i ahkâm-ı şer’ıyyeye daha ziyâde muktedirdir. Halîfe-i şahsî, ancak ona istinâd ile vezâifi deruhde edebilir. Cemâatın rûhu olan şahs-ı ma’nevî eğer müstakím olsa, ziyâde parlak ve kâmil olur. Eğer fenâ olsa, pek çok fenâ olur. Ferdin, iyiliği de fenâlığı da mahdûddur. Cemâatin ise gayr-ı mahdûddur. Hârice karşı kazandığınız iyiliği, dâhildeki fenâlıkla bozmayınız. Bilirsiniz ki, ebedî düşmanlarınız ve zıdlarınız ve hasımlarınız, İslâmın şeâirini tahrîb ediyorlar. Öyle ise zarûrî vazîfeniz, şeâiri ihyâ ve muhâfaza etmektir. Yoksa, şuûrsuz olarak şuûrlu düşmana yardımdır. Şeâirde tehâvün, zaf-ı milliyyeti gösterir. Zaf ise düşmanı tevkíf etmez, teşci eder... ••” (Mesnevî-i Nûriye,s.109-112)
Bedîüzzamân Hazretlerinin ifâde ettiği ve fukahâ-i İslâm’ın tesbît ettiği, ümmetten bir cemâatin tatbîk ve icrâsıyla mükellef olduğu “Şeâir-i İslâmiyye”nin ba’zılarını şöyle sıralayabiliriz:
1) Zekâtın umûmî bir düstûr hâlinde tatbîk edilmesi, zekât vermeyenlere fıkhın ta’yîn ettiği cezânın uygulanması;
2) Namâzın bir düstûr-i umûmî hâline getirilmesi, namâz kılmayanlara mezheblerin ihtilâfına göre cezâlarının verilmesi;
3) Gayr-ı meşrû’ lehviyyâtın yasaklanması;
4) İslâmiyyetin kadınlara verdiği hakların tatbîk edilmesi;
5) Hac kapısının kayıtsız-şartsız açılması. (Ancak dîn-i İslâm’ın müsâade etmediği -can ve mal güvenliğinin olmaması gibi- husûslar müstesnâ. )
6) Fâizin yasaklanması;
7) Adâlet sâhibi olanların, yâni kebâiri işlemeyen ve sağâirde ısrâr etmeyen kimselerin idâreye getirilmesi;
8) Hırsızın elinin kesilmesi;
9) Zinâ suçuna, dînin ta’yîn ettiği cezânın tatbîki;
10) Cuma gününün ta’tîl olması;
11) Sünnet-i Seniyyeye muhâlif bütün icrââtların kaldırılması;
12) Herkese lâzım olan zarûriyyât-ı dîniyyenin maârife konulması;
13) İslâm’a dil uzatanların, Kur’ân’ın te’dîbiyle terbiye edilmesi;
14) Alenî oruç yiyenlerin cezâlandırılması;
15) Mîrâs hukúkunun şer’î çerçevede icrâ olunması;
16) Kısâsa kısâs hükümlerinin tatbîki;
17) İçki ve kumarın yasaklanması ve bu günâhların işlendiği yerlerin kapatılması vb…
Bütün bu saydıklarımız, ulemâ-i İslâm’ın ittifâkıyla, “hakáik-ı İslâmiyye ve şeâir-i İslâmiyyeden”dir ve bunlar, şahsî farzlardan, yâni farz-ı aynlardan daha ehemmiyyetlidir. Eğer ümmet, cemâat olarak tatbîk ve icrâsı ile mükellef olduğu farz-ı kifâye olan bu emirleri yerine getirirse; bütün halk, saâdet-i dâreyni elde edip dünyâ ve âhirette azâb-ı İlâhî’den kurtulurlar. Aksi takdîrde, bütün ümmet Ellah katında mes’ûl olur ve saâdet-i dâreynin zarârına hareket etmiş olur.
Bedîüzzamân (ra), îmân ve İslâmiyyeti şöyle ta’rîf etmektedir: “Ulemâ-i İslâm ortasında ‘İslâm’ ve ‘îman’ın farkları çok medâr-ı bahsolmuş. Bir kısmı, ‘İkisi birdir’, diğer kısmı, ‘İkisi bir değil, fakat biri birisiz olmaz’ demişler ve bunun gibi çok muhtelif fikirler beyân etmişler. Ben şöyle bir fark anladım ki:
“İslâmiyyet, iltizâmdır; îmân, iz’ândır. Ta’bîr-i diğerle: İslâmiyyet, hakka tarafgirlik ve teslîm ve inkıyâddır; îmân ise, hakkı kabûl ve tasdîktir. Eskide ba’zı dînsizleri gördüm ki: Ahkâm-ı Kur’âniyyeye şiddetli tarafgirlik gösteriyorlardı. Demek, o dînsiz, bir cihette hakkın iltizâmıyla İslâmiyyete mazhardı; ‘Dînsiz bir Müslüman’ denilirdi. Sonra ba’zı müminleri gördüm ki; ahkâm-ı Kur’âniyyeye tarafgirlik göstermiyorlar, iltizâm etmiyorlar; ‘gayr-ı müslim bir mümin’ ta’bîrine mazhar oluyorlar.
“Acabâ Îslâmiyyetsiz îmân, medâr-ı necât olabilir mi? Elcevâb: Îmânsız İslâmiyyet, sebeb-i necât olmadığı gibi; İslâmiyyetsiz îmân da medâr-ı necât olamaz.” (Mektûbât, s. 34)
‘Müslim-i gayr-ı mümin’ ve ‘mümin-i gayr-ı müslim’in ma’nâsı şudur ki: Bidâyet-i hürriyyette İttihadçılar içine girmiş dînsizleri görüyordum ki; İslâmiyyet ve Şerîat-ı Ahmediyye, hayât-ı ictimâıyye-i beşeriyye ve bilhâssa siyâset-i Osmâniyye için, gáyet nâfi ve kıymetdâr desâtîr-i âliyyeyi câmi olduğunu kabûl edip, bütün kuvvetleriyle Şerîat-ı Ahmediyyeye tarafdâr idiler. O noktada Müslüman, yâni iltizâm-ı hak ve hak tarafdârı oldukları hâlde mümin değildiler; demek ‘müslim-i gayr-ı mümin’ ıtlakına istihkák kesbediyordular.
“Şimdi ise frenk usûlünün ve medeniyyet nâmı altında bidatkârâne ve şerîat-şikenâne cereyânlara tarafdâr olduğu hâlde; Ellaha, Âhirete, Peygambere îmânı da taşıyor ve kendini de mümin biliyor. Mâdem hak ve hakíkat olan Şerîat-ı Ahmediyyenin kavânînini iltizâm etmiyor ve hakíkí tarafgirlik etmiyor, ‘gayr-ı müslim bir mümin’ oluyor. Îmânsız İslâmiyyet sebeb-i necât olmadığı gibi, bilerek İslâmiyyetsiz îmân dahi dayanâmıyor, belki necât veremiyor, denilebilir.” (Barla Lâhikası, 352)
Üstâd Bedîüzzamân Hazretlerinin bu ifâdeleri gelecek âyet-i kerîmelerden mülhemdir. Bu âyet-i kerîmeler, “Hakáik-ı İslâmiyye”nin esâslarını ve o ahkâmın nasıl tatbîk ve icrâ edileceğini de şöyle ifâde etmektedir:
فَاِنْ تَنَازَعْتُمْ فى شَىْءٍ فَرُدُّوهُ اِلَىاللّهِ وَالرَّسُولِ اِنْ كُنْتُمْتُؤْمِنُونَ بِاللّهِ وَالْيَوْمِ الْاخِرِ ذلِكَ خَيْر وَاَحْسَنُ تَاْويلًا
“Eğer bir mes’ele hakkında ihtilâfa düşerseniz, hemen onu Ellah’a (Kur’ân’a) ve Rasûlüne (Sünnete) arz ediniz. Eğer Ellah’a ve âhiret gününe inanıyorsanız, Ellah’ın ahkâmına ve Rasûlünün sünnetine mürâcaat edin. Bu mürâcaat, hem hayırlı, hem de netîce i’tibâriyle daha güzeldir.” (Nisâ, 59)
فَلَا وَرَبِّكَ لَايُؤْمِنُونَ حَتّى يُحَكِّمُوكَ فيمَاشَجَرَ بَيْنَهُمْ ثُمَّ لَايَجِدُوا فى اَنْفُسِهِمْ حَرَجًا مِمَّا قَضَيْتَ وَيُسَلِّمُوا تَسْليمًا
“Rabbin hakkı için, onlar aralarındaki ihtilâflı mes’elelerde Kur’ân ve Sünneti hakem tutmadıkça, sonra da Kur’ân ve Sünnetin verdiği hükümden nefisleri hiç bir darlık ve sıkıntı duymadıkça ve tam bir teslîmiyetle boyun eğmedikçe îmân etmiş olmazlar.” (Nisâ, 65)
Demek, yukarıdaki âyet-i kerîmeler ve Bedîüzzamân Hazretlerinin ifâdesiyle; “İslâmiyyet”, ahkâm-ı İlâhiyyenin ümmet-i Muhammed (sav)’den bir cemâat tarafından icrâsına, ahkâm-ı İlâhiyyenin hayâtın her safhasında husûsan ilmî, amelî ve edebî alanlarda hâkim olmasına tarafdâr olmaktır ve ahkâm-ı İlâhiyyenin zâhir kısmıdır. “Îmân” ise bu ahkâmı kalben tasdîk etmektir.
O hâlde, Bedîüzzamân (ra)’ın, “hakáik-ı İslâmiyyeyi nokta-i istinâd yapmaya mecbûrsunuz” cümlesinden murâdı: Hem ahkâm-ı İlâhiyyeyi tatbîk ve icrâ etmekle mecbûr ve mükellefsiniz, çünkü bu vazîfe size farz-ı kifâyedir; hem de dünyâda ve âhirette azâb-ı İlâhî’den mahfûz kalmanız için mecbûrsunuz. Bedîüzzamân (ra), bu cümlesiyle Demokrat Parti mensûblarına, ictimâî hayâtın her safhasını husûsan ilmî, amelî ve edebî sahaları hakáik-ı İslâmiyyeye, yâni ahkâm-ı İlâhiyyeye dayandırmaları gerektiğini sarâhaten ifâde etmiştir. Maalesef onlar, Bedîüzzamân (ra)’ı bu konuda dinlemediler.
(Yoksa, sizin yapmadığınız eskiden beri cinâyetleri nasıl eski partiye yüklüyorlarsa, size de yükleyip; Halkçılar ırkçılığı elde edip, tam sizi mağlûb etmeye bir ihtimâl-i kavi ile hissettim ve İslâmiyyet nâmına telâş ediyorum.)
Bedîüzzamân (ra) Demokratlara diyor ki:
“Hayâtın her safhasını, husûsan ilmî, amelî ve edebî sahaları hakáik-ı İslâmiyyeye dayandırmazsanız; İslâmiyyete ve emâneten size verilen saltanata hıyânet etmiş olursunuz, İslâmiyyeti hâki&l