Üstâd Bedîüzzamân Said Nursî Hazretlerinin 1950-60 yılları arasında o günün iktidârı olan Demokrat Partinin idârecilerine ve ilgililerine yazdığı ba’zı mektûblar, o gizli zındıka komitesi tarafından te’vîlât-ı fâside ile te’vîl edilmekte, o fâsid te’vîllerin neşrine revâc verilmekte; ve bu te’vîller, Müslümanların sû-i tefehhümüne sebeb olmaktadır. Üstâd Bedîüzzamân Hazretlerinin bu fâsid te’vîllerden berî olduğunu isbât etmek için bu mektûbları Allah’ın tevfîk ve inâyetiyle şerh ve îzâh etmek mecbûriyyetinde kaldık. Evvelâ bir mukaddime zikredilecektir. Mukaddimede “demokrasi, cumhûriyyet, şerîat, İslâm Devleti” gibi mefhûmlar Ehl-i Sünnet ulemâsının ta’rîf ettiği şekilde aynen nakledilecektir.
MUKADDİME
Yirmi bir esâstır.
Birinci Esâs: Edille-i şer’ıyye (şer’î delîller) dörttür:
a- Kitâb.
b- Sünnet.
c- İcmâ-ı ümmet (sahabe ve müctehidîn-i izâmın icmâı).
d- Kıyâs-ı fukahâ’dır.
Bunları bize terennüm eden ise, dört mezheb imâmlarının usûlleri ile iki akíde imâmlarının, yâni İmâm Mâtürîdî ve İmâm Eş’arî’nin koydukları esâslardır. Risâle-i Nûr ise; bu iki akíde imâmlarının koydukları esâslar çerçevesinde hakáik-ı îmâniyye ve İslâmiyyenin kalben keşfi ve aklî delîllerle isbâtıdır.
Mâdem Bedîüzzamân (ra) Hazretleri, Ehl-i Sünnet vel Cemâattır; Risâle-i Nûr ise Ehl-i Sünnet vel Cemâatın inancını beyân etmiştir. Öyle ise, Risâle-i Nûr’da dört mezheb inancına ve iki akíde imâmlarının i’tikádına muhâlif hiç bir mes’ele yoktur ve gösterilememiştir. Eğer Risâle-i Nûr’da Ehl-i Sünnet inancına zâhiren muhâlif bir mes’ele gösterilse, “Ma’nâ ve murâd zâhiren anlaşıldığı gibi değildir” deyip; o mücmel cümleleri Üstâd Bedîüzzamân’a âit mufassal cümlelerle îzâh etmemiz; mufassal bir îzâha rastlanmazsa,o mücmel cümleleri edille-i şer’ıyyeye göre te’vîl etmemiz ve yanlışı Üstâd Bedîüzzamân Hazretlerine isnâd etmek değil; belki anlayışımızı yanlış kabûl etmemiz lâzım gelir. Bedîüzzamân (ra)’ın Risâle-i Nûr’daki cümlelerini felsefî ta’bîr ve ta’rîflerle îzâh etmek, büyük bir hatâya yol açar. Meselâ; Eski Said’in eserlerinde “millet, vicdân hürriyyeti, dîn hürriyyeti, hukúkun hâkimiyyeti, fikir hürriyyeti” gibi zâhiren ehl-i felsefe ve ehl-i siyâsetin kullandıkları ifâdelere benzeyen kelimeler geçmektedir. Saydığımız bu ve bunun gibi kelimeleri, Risâle-i Nûr’un başka yerlerindeki mufassal îzâhât ile îzâh etmek; bulunamadığı takdîrde o ifâdeleri dört edille-i şer’ıyye ve iki akíde imâmlarının düstûrlarıyla açıklamak lâzımdır. Meselâ; Kur’ân’a göre, “dîn ile millet, müttehid-i bizzâttır, muhtelif-i bi’l-i’tibârdır”; yâni hakíkí ma’nâları birdir, fakat aralarında i’tibârî ba’zı farklılıklar mevcûddur.
Bu husûsta Cenâb-ı Hak, Âl-i Imrân sûresi 95. âyet-i kerîmesinde şöyle buyurmaktadır:
فَاتَّبِعُوا مِلَّةَ اِبْرهيمَ حَنيفًا
“O hâlde her bâtıl dînden hak dîn olan İslâm’a yönelen İbrâhîm (as)’ın milletine, yâni dînine tâbi’ olun.”
Yine En’âm sûresi 161. âyet-i kerîmesinde ise şöyle buyurulmaktadır:
قُلْ اِنَّنى هَدينى رَبّى اِلى صِرَاطٍ مُسْتَقيمٍ دينًا قِيَمًا مِلَّةَ اِبْرهيمَ حَنيفًا وَمَا كَانَ مِنَ الْمُشْرِكينَ
“De ki: Rabbim beni, dîn-i İslâm olan sırât-ı müstakíme hidâyet eyledi. Öyle bir dîn ki, gáyet sağlam ve kolay ve dîn-i hâliste olan İbrâhîm (as)’ın dînidir. Ve o ( İbrâhîm (as) ) müşriklerden olmadı.”
Bu âyet-i kerîmelerin sarâhatince “millet” ile “dîn” kelimeleri müterâdiftir, eş ma’nâlıdır. Halk arasında kullanılan “millet” ta’bîri ise; “halk ve kavim” ma’nâsındadır. Bedîüzzamân (ra), “İki Mekteb-i Musîbet Şehâdetnâmesi” adlı eserin 93. sayfasında, “Milletimiz de yalnız İslâmiyyet’tir” buyurmaktadır. Bu sebeble, Risâle-i Nûr’da “millet” veyâ “millî” kelimeleri geçtiğinde Üstâd Bedîüzzamân Hazretlerinin murâdı; “İslâmiyyet” ve bütün Müslümanların râbıta-i vahdeti olan “dîn-i İslâm” olduğu bilinmelidir.
İkinci Esâs: Risâle-i Nûr’u, “ma’nâ-yı harfî” nazariyle okumak lâzımdır. Yâni, Risâle-i Nûr, hakáik-ı îmâniyye cihetinde Kur’ân ve Hadîsin tefsîri olarak okunmalı; onların yerine ikáme edilmemeli ve ona müstakil bir eser nazarıyla bakılmamalı; belki Kur’ân ve Hadîsin hâdimi nazarıyla bakılmalıdır. Bedîüzzamân (ra)’ın ahkâm-ı İlâhiyyeye muhâlif hiç bir yazısı yoktur. Ancak, “Kur’ân, Hadîs, Fıkıh, Akíde ve Kelâm” ilimlerini bilmeyenler, o gizli komitenin fâsid te’vîllerine aldanarak o zâtın cümlelerine yanlış ma’nâ vermektedirler.
Üçüncü Esâs: Risâle-i Nûr’da geçen her hangi bir mes’eleyi ele alırken, Risâle-i Nûr’u bir bütün olarak değerlendirmeliyiz. Zîrâ, bir iki cümleyi ele alıp diğer cümleleri görmezlikten gelmek büyük bir hatâdır. Nasıl ki; namâz kılmayan birisine sormuşlar:
“Niçin namâz kılmıyorsun?”
Demiş: “Cenâb-ı Hak Kur’ân-ı Kerîm’de لَا تَقْرَبُوا الصَّلوةَ ‘Namâza yaklaşmayın!’ (Nisâ, 43) buyurmuyor mu?” Ona denilmiş:
“Âyetin devâmını, yâni وَاَنْتُمْ سُكَارى ‘Sarhoş olduğunuz hâlde’ kısmını da oku!”
O demiş: “Ben hâfız değilim.”
Aynen bu misâl gibi, Risâle-i Nûr’dan bir-iki cümleyi delîl olarak getirip, o cümleleri ta’kíb eden veyâ başka yerlerde geçen mufassal îzâhâtı nazara almamak da bunun gibi bir hatâdır.
Dördüncü Esâs: Ma’lûmdur ki, bir kelimenin “lügavî” ma’nâsı ayrıdır; “ıstılahî” ma’nâsı da bütün bütün ayrıdır. Istılahî ma’nâ; o işin ehil ve erbâbı tarafından kullanılan ma’nâdır. Meselâ; tasavvufa âit bir kelimeyi mutasavvıflardan; kelâma âit bir kelimeyi ilm-i kelâm ulemâsından; tıbla alâkalı bir terimi doktordan; siyâsetle alâkalı bir deyimi siyâsetçilerden sormak lâzımdır. Eğer onların kullandığı ma’nâda o kelimeye ma’nâ verilmezse, hatâ edilmiş olur. Meselâ; “demokrasi”nin lügat ma’nâsı; “halkın otoritesi” (hürriyyet) demektir. Demokrasinin mâzîsi, takrîben 2000 yıl evvele dayanır. Demokrasi, Yunan feylesoflarının geliştirdiği beşerî bir sistemdir. Bunlara göre demokrasi:
“İnsanın hiç bir kánûn altına girmeden, kendi aklınca dilediği gibi hareket etmesi gerektiğini ileri süren bir düşüncedir. Yâni, insânın ne beşerî kánûnları, ne de İlâhî kánûnları dinlemeden, herhangi bir baskı altında kalmadan ve başkasını da baskı altına almadan kendi hevâ ve hevesine göre yaşaması gerektiğini ileri süren bir düşüncedir.”
Bugünün feylesoflarının kabûl ettikleri demokrasi’nin ta’rîfine gelince:
“Demokrasi, halkın kendi kendini idâre etmesidir. Yâni, kendi idârecilerini kendilerinin seçmesi ve kendilerini idâre edecek kánûnları da bizzât kendilerinin çıkarmalarıdır.”
Mâdem her iki ta’rîfe göre de demokrasi, beşerîdir; öyle ise Kur’ân nazarında merdûddur, gayr-ı meşrû’dur.
Demokrasinin daha geniş ma’nâsını anlamak için, bu sahada yazılan eserlere mürâcaat edilebilir. 2000 küsûr seneden beri kullanılan bir kelimenin ıstılahî ma’nâsı değiştirilemez. O hâlde, ba’zı kesimlerin demokrasi gibi ba’zı terimleri kendilerine göre ta’rîf etmelerine i’tibâr edilmez.
Gerek sosyalizm, gerek komünizm, gerekse demokraside dîn, devlet işlerine karışamaz ve dîni esâslara dayalı devlet kurulamaz. Onların ta’bîrince, dînî esâslara dayanan sistem “teokrasi”; dînî esâslara dayanmayan sistem ise “demokrasi” vb isimler ile isimlendirilir.
Bütün dünyâ siyâsetçilerinin ta’rîf ettiği böyle bir demokrasiyi meşrû’laştırmaya kalkışan kişinin misâli; tıb noktasında bütün dünyâ profesörlerinin verdikleri bir karâra karşı, hiç tıbla ilişkisi olmayan bedevî bir insânın onların o karârlarını beğenmeyip, hepsinin yanlışını isbât etmeye kalkışmasına benzer.
Bedîüzzamân Hazretlerinin “demokrasi” ile hiç bir alâkası yoktur ve o zât, eserlerinin hiç bir yerinde “demokrasi” veyâ “halkın hâkimiyyeti” ta’bîrlerini kullanmamıştır. O hâlde, Bedîüzzamân Hazretlerini, demokrasiyi müdâfaa etmek ve benimsemekten tenzîh ederiz. Bu gibi propagandaları yapanların gáyeleri, Üstâd Bedîüzzamân Hazretlerini demokrasiyi savunan biri olarak göstermek sûretiyle Müslümanların nazarını Risâle-i Nûr’dan çevirmek ve bununla da Müslümanların ahkâm-ı İlâhiyye hakkındaki inançlarını bozmaktır. Üstâd Bedîüzzamân Hazretleri, “cumhûriyyet-i şer’ıyye”yi ve “şûrâ-yı şer’ıyye”yi medhetmiştir, ama demokrasiyi medhetmemiştir. Zîrâ, ileride îzâh edeceğimiz gibi, cumhûriyyet ayrıdır, demokrasi ise bütün bütün ayrıdır.
Beşinci Esâs: Dördüncü Esâs’ta demokrasinin ta’rîfi şöyle verildi: “Demokrasi, halkın kendi kendini idâre etmesidir. Yâni, kendi idârecilerini kendilerinin seçmesi ve kendilerini idâre edecek kánûnları da kendilerinin çıkarmalarıdır.”
Bedîüzzamân Hazretleri, İşârâtü’l-İ’câz tefsîrinde “şerîat” kelimesini ise şöyle ta’rîf etmektedir:
“İnsândaki kuvve-i şeheviyye, kuvve-i gadabiyye, kuvve-i akliyye Sâni tarafından tahdîd edilmediğinden ve insânın cüz-i ihtiyârîsiyle terakkísini te’mîn etmek için bu kuvvetler başıboş bırakıldığından, muâmelâtta zulüm ve tecâvüzler vukúa gelir. Bu tecâvüzleri önlemek için, cemâat-ı insâniyye çalışmalarının semerelerini mübâdele etmekte adâlete muhtâcdır. Lâkin, her ferdin aklı, adâleti idrâkten âciz olduğundan, küllî bir akla ihtiyâc vardır ki; ferdler, o küllî akıldan istifâde etsinler. Öyle küllî bir akıl da ancak kánûn şeklinde olur. Öyle bir kánûn, ancak şerîattır.” (age, s.84)
Bedîüzzamân Hazretlerinin şerîat hakkında yaptığı bu ta’rîf, şu âyet-i kerîmelerden mülhemdir:
ثُمَّ جَعَلْنَاكَ عَلى شَريعَةٍ مِنَ الْاَمْرِ فَاتَّبِعْهَا وَلَا تَتَّبِعْ اَهْوَاءَ الَّذينَ لَايَعْلَمُونَ
“Sonra ey Rasûlüm! Seni dînden bir yol, bir şerîat üzere muvazzaf kıldık. Onun için sen, o şerîata uy da, bilmeyen kimselerin hevâlarına tâbi’ olma!” (Câsiye, 18)
لِكُلٍّ جَعَلْنَا مِنْكُمْ شِرْعَةً “Ey Peygamberler! Sizden her biriniz için Biz bir şerîat kıldık.” (Mâide, 48) Bu ta’rîfler muvâcehesinde anlaşıldı ki: Şerîat ayrıdır, demokrasi bütün bütün ayrıdır. Şerîatın demokrasi ile hiçbir alâkası yoktur. Çünkü, şerîat İlâhî kánûnlar mecmûâsıdır, demokrasi ise beşerî sistemdir. Şerîat semâvîdir, demokrasi ise arzîdir.
Altıncı Esâs: Üstâd Bedîüzzamân Hazretleri cumhûriyyet”i şöyle ta’rîf etmektedir:
“Eskişehir mahkemesinde gizli kalmış, resmen zabta geçmemiş ve müdâfaatımda dahi yazılmamış bir eski hâtırayı ve latîf bir vâkıa-i müdâfaayı aynen beyân ediyorum.
“Orada benden sordular ki: ‘Cumhûriyyet hakkında fikrin nedir?’ Ben de dedim: Eskişehir mahkeme reisinden başka, daha sizler dünyâya gelmeden, ben dîndar bir cumhûriyyetçi olduğumu elinizdeki târihçe-i hayâtım isbât eder. Hulâsâsı şudur ki: O zamân, şimdiki gibi, hâli bir türbe kubbesinde inzivâda idim. Bana çorba geliyordu, ben de tânelerini karıncalara verirdim, ekmeğimi onun suyu ile yerdim.
“İşitenler benden soruyordular, ben de derdim: ‘Bu karınca ve arı milletleri, cumhûriyyetçidirler, o cumhûriyyet-perverliklerine hürmeten tânelerini karıncalara verirdim.’ Sonra dediler: ‘Sen, selef-i sâlihîne muhâlefet ediyorsun?’ Cevâben diyordum: ‘Hulefâ-i Râşidîn; her biri hem halîfe, hem reis-i cumhûr idi. Sıddîk-ı Ekber (ra), Aşere-i Mübeşşere ve Sahâbe-i kirâma elbette reis-i cumhûr hükmünde idi. Fakat, ma’nâsız isim ve resim değil, belki hakíkat-ı adâleti ve hürriyyet-i şer’ıyyeyi taşıyan ma’nâ-yı dîndar cumhûriyyetin reisleri idiler.’ ” (Şuâlar, s. 279)
Bedîüzzamân Hazretlerinin yukarıda zikredilen “cumhûriyyet” ta’rîfi ile Dördüncü Esâs’ta verilen “demokrasi” ta’rîfi mukáyese edildiğinde görülecektir ki; cumhûriyyet ayrıdır, demokrasi ise bütün bütün ayrıdır. Cumhûriyyet, hakíkí ma’nâda kullanılsa ve lâfızdan ibâret kalmasa, hakáik-ı Kur’âniyyeye muhâlif değildir; belki hakáik-ı Kur’âniyyeye tam tamına muvâfıktır ve ta’bîr bakımından da İslâmî bir ta’bîrdir. Zîrâ, Cenâb-ı Hak şöyle buyurmaktadır:
وَاَمْرُهُمْ شُورى بَيْنَهُمْ “Onlar, işlerinde meşveret ederler.” (Şûrâ, 38) Bir başka âyet-i kerîmede ise şöyle buyurulmaktadır: وَشَاوِرْهُمْ فِى الْاَمْرِ “İş husûsunda onların re’ylerini al, fikirlerine mürâcaat et, müşâveret et.” (Âl-i Imrân, 159)
Bu âyet-i kerîmelerin sarâhatine ve hukúk-ı İslâmiyyeye göre Kur’ânî bir devletin idâresinde “Kitâb, Sünnet, İcmâ-ı Ümmet ve Kıyâs-ı Fukahâya muhâlif olmamak şartıyla cemâatin re’yiyle milletin idâre edilmesi” demek olan “cumhûriyyet” meşrû’dur, cumhûrun re’yi bu ölçüler içerisinde mu’teberdir.
Demokrasi ise; cumhûriyyetten çok daha ayrı bir cereyândır. Demokrasiyi müdâfaa edenlerin cumhûriyyetçi gibi görünmeleri, cumhûriyyet perdesi altında hedeflerine ulaşmak gáyesiyle avâmı aldatmak için sinsice bir plandır.
Yedinci Esâs: Bedîüzzamân Hazretlerinin bir çok ifâdelerine göre; Osmanlıların son zamânında devlet idâresinde ve mahkemelerde ahkâm-ı İlâhiyye hâkim olmakla berâber; devlet idâresinde pâdişâhın istibdâdı hâkim idi. Bu ise; وَشَاوِرْهُمْ فِى الْاَمْرِ “İş husûsunda onların re’ylerini al, fikirlerine mürâcaat et, müşâveret et!” (Âl-i Imrân, 159) ve وَاَمْرُهُمْ شُورى بَيْنَهُمْ “Mü’minler, işlerinde meşveret ederler” (Şûrâ, 38) âyetlerine istinâden dîn-i mübîn-i İslâm, bir şahsın re’yine bağlı kalmayı hoş görmediği için Üstâd Bedîüzzamân tarafından buna “istibdâd” denilmiştir.
Günümüzde ise ictimâî hayâtın hiçbir kademesinde ahkâm-ı İlâhiyye hâkim değildir. Bu sebeble, Osmanlıların son zamânlarındaki istibdâddan binler def’a daha fazla bir istibdâd, bir zulm-i azîm irtıkáb edilmektedir. Zîrâ, o zamân şahsın istibdâdı vardı. Şimdi ise eşhâsın, yâni cemâat hâlinde bir topluluğun istibdâdı mevcûddur.
Bedîüzzamân Hazretlerinin “Münâzarât” adlı eserinde beyân edildiği gibi; Kur’ân, idâreye ve halka ma’nâ-yı harfiyle bakar. Yâni, hâkim, ahkâm-ı Kur’âniyyedir. İdâre, o ahkâm-ı Kur’âniyyeyi icrâ etmekle; raiyyet ise o ahkâma itâat etmekle mükelleftir. Demek, ne idâre, ne de raiyyet müstakil değildir. Meclis-i meb’ûsân, hukúk-ı İslâmiyyenin ta’yîn ettiği hudûdlar içerisinde millet maslahatı için ba’zı idârî karârlar alıp o karârları tatbîk edebilir. Demokrasi ve diğer beşerî sistemler ise; idâreye ve raiyyete ma’nâ-yı ismiyle bakar. Yâni, hâkim, beşerî düzenlemelerdir.
Sekizinci Esâs: Hiç bir bâtıl meslek yoktur ki, içinde hak bir nokta bulunmasın. Ne kadar bâtıl meslek varsa, mutlaka dayandığı bir hak nokta vardır; o meslek, bu hak nokta sâyesinde ayakta kalır ve hayâtını devâm ettirir. Bedîüzzamân Hazretlerinin buyurduğu gibi:
“Her bir Müslümanın her bir sıfatı Müslüman olması lâzım olmadığı gibi, her bir kâfîrin dahi bütün sıfat ve san’atları kâfîr olmak lâzım gelmez.” (Münâzarât, s. 32)
Bu i’tibârla demokrasi, sosyalizm, komünizm ve bunlar gibi sistemlerin bütün esâslarının da bâtıl olması lâzım değildir. Hakka dayanan ba’zı noktaları bulunabilir. Ancak, bu sistemler, bu hak noktalara istinâd etmeleriyle kendilerini mes’ûliyyet-i ma’neviyyeden kurtaramazlar. Ne zamân doğrudan doğruya Kur’ân’a dayansalar ve o hükümleri Allah hesâbına icrâ etseler o zamân adâleti te’mîn ederler ve mes’ûliyyetten kurtulurlar. Her ne kadar komünizm, sosyalizm ve demokraside ba’zı kánûnlar vahy-i semâvîden alınmış olsa bile, dîn nâmına ve Allah hesâbına olmadığı için dalâlettir ve adâleti te’mîn edemez. Bedîüzzamân Hazretleri bu konuda şöyle buyuruyor:
“Hem de emr-i İlâhî ile olmadığından o cezâlar da adâlet değil. Abdestsiz, kıblesiz namâz kılmak gibi battal olur, bozulur. Demek, hakíkí adâlet ve te’sîrli cezâ odur ki: Allahın emri nâmıyla olsun. Yoksa, te’sîri yüzden bire iner.
“Saâdet-i beşeriyye dünyâda adâlet ile olabilir. Adâlet ise doğrudan doğruya Kur’ân’ın gösterdiği yol ile olabilir...” (Hutbe-i Şâmiyye, s. 79)
Dokuzuncu Esâs: Üstâd Bedîüzzamân Hazretlerinin ifâdesiyle, tatbîk edilen kánûnlar, farz-ı muhâl olarak Kur’ân ve sünnete muvâfık da olsa, adâlet-i İlâhiyye nâmına, Kur’ân ve Allah hesâbına olmadığı; belki beşerî nizâmlar nâmına bir icrâât olduğu için ulemâ-i İslâm tarafından dalâlet kabûl edilmiştir.
Üstâd Bedîüzzamân Hazretleri, bu ma’nâda eserlerinde şöyle buyurmaktadır: “Eğer beşer çabuk aklını başına alıp adâlet-i İlâhiyye nâmına ve hakáik-ı İslâmiyye dâiresinde mahkemeler açmazsa, maddî ve ma’nevî kıyâmetler başlarına kopacak, anarşilere, Yecüc ve Mecüclere teslîm-i silâh edecekler diye kalbe ihtâr edildi.” (Hutbe-i Şâmiyye, s. 79)
“Me’mûriyyet bir hizmetkârlıktır; bir hâkimiyyet ve benlik için tahakküm âleti değil. Bu zamânda terbiye-i İslâmiyyenin noksâniyyetiyle ve ubûdiyyetin za’fiyyetiyle benlik, enâniyyet kuvvet bulmuş. Me’mûriyyeti, hizmetkârlıktan çıkarıp, bir hâkimiyyet ve müstebidâne bir tahakküm ve mütekebbirâne bir mertebe tarzına getirdiğinden; abdestsiz, kıblesiz namâz kılmak gibi, adâlet olmaz; esâsiyle de bozulur ve hukúk-ı ibâd da zîr ü zeber olur. Hukúk-ı ibâd, hukúkullah hükmüne geçemiyor ki, hak olabilsin; belki nefsânî haksızlıklara vesîle olur.” (Emirdağ Lâhikası, s. 529)
İnşâallah ileride bu konu ile alâkalı müstakil bir eser neşredilecektir.
Onuncu Esâs: Osmanlı Devletinin son zamânlarında iki çeşit mahkeme vardı. Birinde ahkâm-ı İlâhiyye, diğerinde ise ecnebî kánûnlar hâkim idi. Müslümanlar şer’î mahkemeye; diğer Rum, Ermeni vb. kavimler ise hangi mahkemeyi dilerlerse oraya giderlerdi. Bu sebeble ahkâm-ı İlâhiyyeyi yasaklamadıkları için, bu hâl günâh-ı kebâir olmakla berâber küfrü mûcib olmadığından, Üstâd Bedîüzzamân Hazretleri Münâzarât adlı eserinde onlara müsâmahakâr davranmış, yâni onları tekfîr etmemiştir. Bilâhare 3 Mart 1340 târihli ve 430 sayılı tevhîd-i tedrîsât kánûnuyla şer’î mahkemeler kaldırıldı. Teemmel!
On Birinci Esâs: Üstâd Bedîüzzamân Hazretleri Arabî İşârâtü’l-İ’câz tefsîrinde îmânı şöyle ta’rîf etmiştir:
ان الايمان هو النور الحاصل بالتصديق بما جاء به النبى عليه السلام فى ضروريات الدين تفصيلا و اجمالا فى غيرها
Yâni: “Îmân, Rasûl-i Ekrem (asm)’ın getirdiği bütün zarûriyyât-ı dîniyyeyi tafsîlen ve zarûriyyâtın gayrisini ise icmâlen tasdîk etmekle hâsıl olan bir nûrdur.”
Bedîüzzamân (ra) Hazretleri 9. Mektûb’da ise İslâm’ı şöyle ta’rîf etmektedir:
“İslâmiyyet, iltizâmdır; îmân, iz’ândır. Ta’bîr-i diğerle: İslâmiyyet, hakka tarafgirlik ve teslîm ve inkıyâddır; îmân ise, hakkı kabûl ve tasdîktir.
“Îmânsız İslâmiyyet, sebeb-i necât olmadığı gibi; İslâmiyyetsiz îmân da medâr-ı necât olamaz.”
Demek, Üstâd Bedîüzzamân Hazretlerinin ifâdesiyle “îmân”, Kur’ân’da ve Sünnet’te geçen ahkâm-ı İlâhiyyeyi tasdîk etmek; “İslâm” ise Kur’ân’da ve Sünnet’te geçen ahkâm-ı İlâhiyyenin bâhusûs şeâir-i İslâmiyyenin ferd ve cemâat olarak tatbîk ve icrâsına kalben tarafdâr olmak; dîne muhâlif bid’alara ise tarafdâr olmamaktır.
Kısaca “îmân”, zarûriyyât-ı dîniyyeyi tasdîk; “İslâm” ise o zarûriyyâta tarafdâr olmaktır. Îmân ve İslâm biri birisiz olmaz, Bedîüzzamân’ın ifâdesiyle: “Îmânsız İslâmiyyet, sebeb-i necât olmadığı gibi; İslâmiyyetsiz îmân da medâr-ı necât olamaz.” Bu husûsta “Dokuzuncu Mektûb” ve Barla Lâhikası 352. sahifede geçen Bedîüzzamân Hazretlerinin tafsîlâtlı îzâhâtına mürâcaat edilebilir.
O hâlde, Risâle-i Nûr’da ve Bedîüzzamân Hazretlerinin mektûblarında geçen “İslâmiyyet” ve “İslâm” kelimelerinden murâd; “idârî, hukúkî, ictimâî ve ferdî” sahalarda ahkâm-ı İlâhiyyenin tatbîkini ferdlerin ve cemâatin yüklenmesi ve yürütmesidir.
On İkinci Esâs: Üstâd Bedîüzzamân (ra) Hazretlerinin kullandığı “Demokrat” ve “Demokratlar” kelimeleri, o zamânki bir Partinin ve o parti mensûblarının adıdır. Üstâd Bedîüzzamân Hazretleri, Demokratlara yazmış olduğu mektûblarında geçen bu iki kelimeyi ıstılahî ma’nâda kullanmamış; ancak birkaç yerde lügavî ma’nâda kullanmıştır.
On Üçüncü Esâs: Ba’zı siyâsîlerin -hâşâ yüz bin def’a hâşâ- “Bedîüzzamân da demokrasiyi istihsân etmiştir” demeleri; Üstâd Bedîüzzamân (ra)’ın Adnan Menderes ve diğer demokratlara yazmış olduğu mektûbların, o gizli zındıka komitesi tarafından te’vîlât-ı fâside ile te’vîl edilmesinden ve bu gibi te’vîllerin Müslümanların sû-i tefehhümüne sebeb olmasından kaynaklanmaktadır.
Bedîüzzamân (ra) Hazretlerinin ileride şerh ve îzâh edeceğimiz mektûblarından da anlaşılacağı üzere; o zât, başta Adnan Menderes olmak üzere Demokrat Parti mensûblarına Kur’ân nâmına tavsiyede bulunmuş ve onlar hakkında “dîndar” ve “kahramân-ı İslâm” gibi medih ifâde eden kelimeleri de bu tavsiyeleri yerine getirmek şartına bağlı olarak kullanmıştır. Bedîüzzamân Hazretlerinin demokratlara buyurduğu tavsiyeleri altı ana maddede toplayabiliriz:
1) Hakáik-ı İslâmiyye ve hukúkullah olan bütün ahkâm-ı İlâhiyyeyi hayâtın tüm safhalarına, husûsan ilmî, amelî ve edebî sahalara yerleştirmek ve bu sahanlarda Kur’ân, Hadîs ve hak mezheb imâmlarının inançlarını hâkim kılmak.
2) Menfî milliyyeti kaldırmak ve devlete, ırkçılığı ifâde etmeyen ve bütün Müslümanları kucaklayacak İslâmî bir isim vermek ve diğer ırklara da haklarını vermekle adâleti te’mîn etmek.
3) Particilik zihniyetini devlette hâkim kılmamak.
4) Ayasofya Câmiini ibâdete açmak.
5) Hakáik-ı îmâniyye ve Kur’âniyyeyi ders veren Risâle-i Nûr’u resmen serbest etmek ve tedrîsât mahallerine koymak.
6) Kur’ân’a dayanmakla dâhilî ve hâricî düşmanlara karşı galebe çalmak.
Bedîüzzamân Hazretleri, “Kırk sahabe ile dünyânın kırk devletine karşı meydân-ı muârazaya çıkan ve galebe eden ve bin dört yüz sene zarfında ve her asırda üç yüz, dört yüz milyon şâkirdi bulunan hakíkat-ı Kur’âniyyenin sarsılmaz kuvvetine dayanmak” cümlesiyle Adnan Menderes’e meâlen diyor ki: Kırk sahabe, Kur’ân’a dayandığı için kırk devleti mağlûb etmiştir. Sen de dört yüz meb’ûsunla Kur’ân’a dayansan, dâhilî ve hâricî düşmanlarına karşı galebe edersin.
Demokratların, bu tavsiyeleri yerine getirdikleri takdîrde tam dîndar ve kahramân-ı İslâm olduklarını isbât edebileceklerini, aksi takdîrde tokat yiyeceklerini peşînen haber vermiştir. Onlar ise Bedîüzzamân (ra)’ın irşâd ve teblîğ makámında yaptığı bu tavsiyelerin hiçbirini yerine getirmedikleri ve Kur’ân nâmına yapılan bu teblîği dinlemedikleri için, Bedîüzzamân Hazretleri onlara duâ etmedi, dolayısıyla onlar muvaffak da olamadılar.
Bedîüzzamân Hazretlerinin onlar hakkında “dîndar demokratlar” ta’bîrini kullanmasının sebebi, o zamân o partide bir kısım dîndarların bulunmasıdır. Yoksa, Bedîüzzamân Hazretleri -hâşâ- “O parti dîndarların partisidir, dîndar bir insân demokrat olabilir, dolayısıyla o partiyi destekleyin” demek istememiştir.
On Dördüncü Esâs: Eskidenberi bütün ulemâ-i İslâm, baştaki idârecileri irşâd için o idâreciyi evvelâ kendi saflarındaymış gibi kabûl edip onları okşayarak hakka da’vet etmişlerdir. Eğer onları saf dışı kabûl edip hitâb etselerdi; o idâreciler hakkı kabûl ve tatbîk etmekte inâd ederlerdi. Bu husûs, bütün ulemâ-i İslâm’ın idâreciler hakkındaki bir irşâd metodudur.
İşte bu irşâd metoduna binâen Bedîüzzamân (ra) Hazretleri de, Adnan Menderes hakkında “Dîndar ve kahramân-ı İslâm” gibi ifâdeler kullanmış. Bu, onun tam dîndar ve kahramân-ı İslâm olduğu ma’nâsına gelmez. Belki, Bedîüzzamân Hazretleri, ulemâ-i İslâm’ın mezkûr irşâd metodunu kullanmak sûretiyle bu ta’bîrlerle Adnan Menderes’i okşayarak taltîf etmiş ve “Çalış, bu iltifâta lâyık ol!” demek istemiştir. O ise mezkûr tavsiyeleri yerine getirmediğinden bu iltifâta liyâkatını kaybetmiştir.
Hem Bedîüzzamân Hazretlerinin bu teblîği, sâdece Adnan Menderes ve diğer Demokratlara mahsûs değildir. Belki Bedîüzzamân Hazretleri, dellâl-ı Kur’ân olması hasebiyle zamânındaki bütün idârecilere (Sultan Abdülhamid, Reşad, Hurşid Paşa, CHP Dâhiliyye Vekîli ve Kâtib-i Umûmîsi Hilmi Bey vb.) aynı teblîğâtta bulunmuştur. Nümûne olarak Üstâd Bedîüzzamân Hazretlerinin, CHP Dâhiliyye Vekîli ve Kâtib-i Umûmîsi (Genel Sekreteri) Hilmi Uran’a yazdığı bir mektûbu aynen naklediyoruz:
“Eski Dâhiliyye Vekîli, şimdi Parti Kâtib-i Umûmîsi Hilmi Bey! Yirmi sene zarfında bir tek istidâ Dâhiliyye Vekîli iken sana yazdım. Fakat, yirmi senelik káidemi bozmadım, vermedim. İstersen sana okuyacağım. Hem eski Dâhiliyye Vekîli, hem şimdi Kâtib-i Umûmî sıfatlarıyla seninle konuşacağım. Yirmi sene hükûmetle konuşmayan, tek bir def’a yine hükûmet hesâbına hükûmetin büyük bir rüknü ile konuşan adam, on saat kadar söylese azdır. Onun için siz benimle konuşmayı bir-iki saat müsâade ediniz.
“Sâniyen: Şimdi Partinin Kâtib-i Umûmîsi i’tibâriyle size bir hakíkatı beyân etmeğe kendimi mecbûr biliyorum. Hakíkat da şudur:
“Sen Kâtib-i Umûmî olduğun Halk Fırkasının millet karşısında gáyet ehemmiyyetli bir vazîfe var. O da şudur:
“Bin seneden beri âlem-i İslâmiyyeti kahramânlığı ile memnûn eden ve vahdet-i İslâmiyyeyi muhâfaza eden ve âlem-i beşeriyyeti, küfr-i mutlaktan ve dalâletten şanlı bir sûrette kurtulmasına büyük bir vesîle olan Türk milleti ve Türkleşmiş olanların dîn kardeşleri; eğer şimdi, eski zamân gibi kahramâncasına Kur’âna ve hakáik-ı îmâna sâhib çıkmazsanız ve sizler gibi ehl-i hamiyyet, eskide yanlış bir sûrette ve dîn zarârına medeniyyetin propagandası yerinde doğrudan doğruya hakáik-ı Kur’âniyye ve îmâniyyeyi tervîce çalışmazsanız, size kat’ıyyen haber veriyorum ve katî hüccetlerle isbât ederim ki; âlem-i İslâmın muhabbet ve uhuvveti yerine, dehşetli bir nefret ve kahramân kardeşi ve kumandanı olan Türk milletine bir adâvet ve şimdi âlem-i İslâmı mahva çalışan küfr-i mutlak altındaki anarşiliğe mağlûb olup, âlem-i İslâmın kalası ve şanlı ordusu olan bu Türk milletinin parça parça olmasına ve şark-ı şimâlîden çıkan dehşetli ejderhanın istilâ etmesine sebebiyyet verecek.
“Evet hâricde iki dehşetli cereyâna karşı bu kahramân millet, Kur’ân kuvvetiyle dayanabilir. Yoksa, küfr-i mutlakı, istibdâd-ı mutlakı, sefâhet-i mutlakı ve ehl-i nâmusun servetini serserilere ibâhe etmesini âlet ederek dehşetli bir kuvvetle gelen bir cereyânı durduracak; ancak İslâmiyyet hakíkatıyla mezcolmuş, ittihâd etmiş ve bütün mâzîdeki şerefini İslâmiyyette bulmuş bu millet dayanabilir. Bu milletin hamiyyetperverleri ve milliyyetperverleri, herşeyden evvel bu mümtezic, müttehid milletin can damarı hükmünde olan hakáik-ı Kur’âniyyeyi terbiye-i medeniyye yerine esâs tutmak ve düstûr-i hareket yapmakla o cereyânı durdurur inşâallah.
“İkinci cereyân: Âlem-i İslâmdaki müstemlekâtlarını kendilerine ısındırmak ve tam bağlamak için bu vatandaki kuvvetli merkeziyyet-i İslâmiyyeyi dînsizlikle ittihâm etmekle bozmak ve âlem-i İslâmın irtibâtını ma’nen kesmek ve uhuvvetlerini bu millete adâvete çevirmek gibi bir planla şimdiye kadar bir derece muvaffak da olmuş. Eğer bu cereyânın aklı başında olsa, bu dehşetli planı değiştirip hâricdeki âlem-i İslâmı okşadığı gibi; bu merkezdeki İslâmiyyet dînini okşasa, hem o da çok istifâde eder, hem azîm fütûhâtını bir derece muhâfaza eder, hem bu vatan ve millet dehşetli belâdan kurtulur. Eğer şimdi siz kâtib-i umûmî olduğunuz hamiyyetperver, milliyyetperver adamlar, şimdiye kadar cereyân eden ve medeniyyet hesâbına mukaddesâtı çiğneyen usûlleri muhâfazaya çalışıp, üç-dört şahsın inkılâb nâmında yaptıkları icrââtı esâs tutarak mevcûd haseneleri ve inkılâb iyiliklerini onlara verip ve mevcûd dehşetli kusûrları millete verilse, o vakit üç-dört adamın seyyiesi üç-dört milyon seyyie olup bu kahramân ve dîndar milleti, İslâmın ordusu olan Türk milletinin geçmiş asırlardaki milyarlar şerefli merhûm ordularına ve milyonlarla şehîdlerine ve milletine büyük bir muhâlefet ve ervâhına bir ma’nevî azâb ve şerefsizlik olmakla berâber; o üç-dört inkılâbçı adamın pek az hisseleri bulunan ve millet ve ordunun kuvvet ve himmetiyle vücûd bulan haseneleri o üç-dört adama verilse, o üç-dört milyon iyilikler, üç-dört haseneye inhisâr edip küçülür, hiçe iner; daha dehşetli kusûrlara keffâret olamaz.
“Sâlisen: Size karşı elbette çok cihetlerde dâhilî ve hâricî muârızlar var. Ben dünyâ ve siyâsetin hâline bakmadığım için bilemiyorum. Fakat, beni bu senede çok sıkıştırdıkları için mecbûriyyetle sebebine baktım ki, size karşı bir muârız çıkmış. Eğer o muârız mükemmel bir reis bulup hakáik-ı îmâniyye nâmına çıksa idi, birden sizi mağlûb ederdi. Çünkü, bu milletin yüzde doksanı, bin seneden beri anane-i İslâmiyye ile, rûh ve kalb ile bağlanmış. Zâhiren muhâlif, fıtratındaki emre itâat cihetiyle serfüru etse de, kalben bağlanmaz.
“Hem bir Müslüman, başka milletler gibi değil. Eğer dînini bıraksa anarşist olur, hiçbir kayıd altında kalamaz; istibdâd-ı mutlaktan, rüşvet-i mutlakadan başka hiçbir terbiye ve tedbîrle idâre edilmez. Bu hakíkatın çok hüccetleri, çok misâlleri var. Kısa kesip sizin zekâvetinize havâle ediyorum.
“Bu asrın Kur’ân’a şiddet-i ihtiyâcını hissetmekte İsveç, Norveç, Finlandiyadan geri kalmamak size elzemdir. Belki onlara ve onlar gibilere rehber olmak vazîfenizdir. Siz, şimdiye kadar gelen inkılâb kusûrlarını üç-dört adamlara verip şimdiye kadar umûmî harb ve sâir inkılâbların icbârıyla yapılan tahrîbâtları -husûsan anane-i dîniyye hakkında- ta’mîre çalışsanız, hem size istikbâlde çok büyük bir şeref ve âhirette büyük kusûrâtlarınıza keffâret olup, hem vatan ve millet hakkında menfaatli hizmet ederek milliyyetperver, hamiyyetperver nâmına müstehak olursunuz.
“Râbian: Mâdem ölüm öldürülmüyor ve kabir kapısı kapanmıyor ve mâdem siz de herkes gibi kabre koşuyorsunuz ve mâdem o katî ölüm ehl-i dalâlet için i’dâm-ı ebedîdir, yüz bin hamiyyetçilik ve dünyâperestlik ve siyâsetçilik onu tebdîl edemez ve mâdem Kur’ân, o i’dâm-ı ebedîyi ehl-i îmân için terhîs tezkeresine çevirdiğini güneş gibi isbât eden Risâle-i Nûr elinize geçmiş ve yirmi seneden beri hiçbir feylesof, hiçbir dînsiz ona karşı çıkamıyor, bilakis dikkat eden feylesofları îmâna getiriyor ve bu on iki sene zarfında dört büyük mahkemeniz ve feylesof ve ulemâdan mürekkeb ehl-i vukúfunuz, Risâle-i Nûru tahsîn ve tasdîk ve takdîr edip, îmân hakkındaki hüccetlerine i’tirâz edememişler ve bu millet ve vatana hiçbir zarârı olmamakla berâber, hücûm eden dehşetli cereyânlara karşı sedd-i Zülkarneyn gibi bir sedd-i Kur’ânî olduğuna, Türk milletinden husûsan mekteb görmüş gençlerden yüz bin şâhid gösterebilirim; elbette benim size karşı bu fikrimi tam nazara almak, ehemmiyyetli bir vazîfenizdir.
Siz dünyevî çok diplomatları her zamân dinliyorsunuz; bir parça da âhiret hesâbına konuşan, benim gibi kabir kapısında vatandaşların hâline ağlayan bir bîçâreyi dinlemek lâzımdır.” (Emirdağ Lâhikası, s. 202-204)
Görülüyor ki, Bedîüzzamân Hazretleri Demokratlara yaptığı tavsiyeyi aynen Halk Partililere de yapmıştır. O hâlde Bedîüzzamân Hazretleri sâdece Demokrat Parti mensûblarını muhâtab alıp onlara mektûb yazmamıştır. Belki her devredeki erkân-ı devlete Kur’ân nâmına teblîğâtta bulunmuş ve vazîfe-i kudsiyyesini îfâ etmiştir.
On Beşinci Esâs: Bedîüzzamân Hazretlerinin Demokrat Parti’ye gönderdiği mektûblara gelince; Hacı Hulûsî Bey merhûmun dediği gibi, “Onlar, o zamâna mahsûs geçici bir cemîledir”; yâni ileride de îzâh edeceğimiz gibi; Demokratlar, o zamân ezânın Arapça okunması teklîfini meclise götürdüler ve ba’zı mahkûmları serbest bıraktılar. Bunun dışında bir icrâât göstermediler. Bu sebeble o tür mektûblar, Kur’ân, Hadîs ve dört mezheb imâmlarının görüşleriyle ve Risâle-i Nûr’un mufassal ifâdeleriyle ma’nâ edilmelidir.
On Altıncı Esâs: Bedîüzzamân Hazretlerinin Demokratlara yazdığı mektûblarda geçen ve gizli bir ecnebî komite tarafından yanlış yorumlanan ifâdelerinden birisi de şudur: “İttihâd-ı İslâm Partisi; yüzde altmış-yetmişi tam mütedeyyin olmak şartıyla, şimdiki siyâset başına geçebilir.”
İleride daha tafsîlâtlı bir sûrette îzâh edeceğimiz gibi; o gizli ecnebî komite, Üstâd Bedîüzzamân Hazretlerinin bu ifâdelerini te’vîl ederek, hayâtın tüm sahalarında ahkâm-ı İlâhiyyenin hâkim olabilmesi için halkın yüzde yetmişinin Müslüman olması mecbûriyyetini ileri sürmektedir. Halbuki, hukúk-ı İslâmiyyeye göre ahkâm-ı İlâhiyyenin hayâtın her safhasında hâkim olması için halkın yüzde yetmişinin Müslüman olması şart değildir. Belki bu ifâde, o zamân iktidâra gelen dîndar Partinin mecliste İslâmiyyet lehinde karârlar alabilmesi için o Partinin yüzde yetmişinin İslâmiyyete tarafdâr ve tam mütedeyyin olmasının gerekli olduğunu beyân etmektedir. Dolayısıyla, bu yüzde yetmiş mes’elesi, halkla alâkalı bir şart değil; belki partiyle alâkalı bir şarttır ve o günkü şartlar ve yürürlükteki mevcûd kánûnlara göre lâzım gelen bir durumdur. Yâni, halkın yüzde yetmişinin mütedeyyin olması değil; belki Partinin yüzde yetmişinin tam mütedeyyin olması şart idi.
On Yedinci Esâs: Bedîüzzamân Said Nursî Hazretleri şöyle buyurmaktadır: “Evet, millet-i İslâmiyyenin sebeb-i saâdeti, yalnız ve yalnız hakáik-ı İslâmiyye ile olabilir. Ve hayât-ı ictimâıyyesi ve saâdet-i dünyeviyyesi şerîat-ı İslâmiyye ile olabilir.” (Hutbe-i Şâmiyye, s. 75)
“Şerîatın bir hakíkatına, bin rûhum olsa fedâ etmeğe hazırım; zîrâ, şerîat, sebeb-i saâdet ve adâlet-i mahz ve fazîlettir.” (Târihçe-i Hayât, s. 64)
“En mukaddes maksadım, şerîatın ahkâmını tamâmen icrâ ve tatbîktir.” (age)
Bedîüzzamân Hazretlerinin bu ifâdelerine ve fukahâ-yı İslâm’ın beyânâtına göre; Kur’ân’ın hayât-ı ictimâıyyede hâkim olabilmesi için milletin re’yine mürâcaat edilmez. Çünkü, hâkim yalnız ve yalnız hakáik-ı İslâmiyyedir. Halka düşen vazîfe, ahkâm-ı İlâhiyyeye teslîm olup itâat etmektir. Ahkâm-ı İlâhiyye esâstır. Halk istesin istemesin, o İlâhî hükümler, hayât-ı ictimâıyyede hâkim olacaktır. Bu, halkın isteğine bağlı değildir. Eğer halkın isteğine bağlı olsaydı; her asırda dünyâda kâfîrler, mü’minlerden çok daha fazla olduğu için, insânlar hiçbir zamân Kur’ân’a dayalı bir devleti istemeyeceklerinden böyle bir İslâm Devleti de hiçbir zamân kurulamazdı. Halbuki, Peygamberimiz (sav)’den tâ Osmanlı Devletinin sonuna kadar devlet idâresinde ahkâm-ı İlâhiyye tatbîk edilmiş ve bu husûsta halkın re’yine mürâcaat edilmemiştir. Çünkü, İlâhî kánûnların kabûlü ve tatbîkı için seçim yapılmaz; ancak kánûnları tatbîk edecek eşhâs için, hukúk-ı İslâmiyyenin ta’yîn ettiği ölçüler çerçevesinde seçim yapılabilir (Dört halîfenin seçimi gibi.)
İslâmiyyete göre devlet, Kur’ân’ı kabûl edecek; ve sistemde hâkim, hakáik-ı İslâmiyye olacaktır. Halk ister istemez bu kánûnlara boyun eğecek ve itâat edecektir. Kur’ân’ın, hayâtın her safhasında hükümfermâ olup olmaması husûsunda halkın re’yine mürâcaat edilmez.Diyâr-ı İslâm’da halka böyle bir hürriyyeti tanımak dalâlettir. Çünkü, bu mürâcaat, İlâhî kánûnlara karşı beşerin muâraza etmesi ma’nâsına gelir. Yâni, böyle bir seçim, “İlâhî kánûnları mı kabûl edersin, yoksa Allah’ın şerîki hükmünde olan beşerî kánûnları mı kabûl edersin?” ma’nâsındadır.
Devlet-i İslâmiyye, Kur’ânî esâslara dayanır. Kur’ân’ın ahkâmının tatbîk ve muhâfazası için dînin ta’yîn ettiği şartlar dâhilinde ba’zı eşhâsın seçimine gidilir. Beşer, Allah’a karşı, yâni ahkâm-ı İlâhiyyeye karşı hür değildir; belki o ahkâmı tatbîk ve muhâfaza etmekle mükellef birer abddir. İlâhî kánûnlarla beşerî kánûnlardan birini seçmek husûsunda halkı muhayyer bırakmak; beşeri Allah’ın ipinden koparıp beşere köle etmek demektir. Buna -hâşâ- hürriyyet-i vicdân denilmez. Mezkûr hükümler fukahâ-yı İslâm’ca böyle tesbît edilmiştir.
On Sekizinci Esâs: Bedîüzzamân Hazretleri beşerî kánûnları şöyle ta’rîf etmektedir: “Sizi iğfâl eden ve adliyeyi şaşırtan, hükûmeti bizimle vatana ve millete zarârlı bir sûrette meşgúl eyleyen muârızlarımız olan zındıklar ve münâfıklar, istibdâd-ı mutlaka ‘cumhûriyyet’ nâmı vermekle, irtidâd-ı mutlakı ‘rejim’ altına almakla, sefâhet-i mutlaka ‘medeniyyet’ ismi vermekle, cebr-i keyfî-i küfrîye ‘kánûn’ ismini takmakla hem sizi iğfâl, hem hükûmeti işgál, hem bizi perîşân ederek, hâkimiyyet-i İslâmiyyeye ve millete ve vatana ecnebî hesâbına darbeler vuruyorlar.” (Müdâfaalar, s. 116)
“Bize hücûm etmek için istibdâd-ı mutlaka cumhûriyyet nâmını vermekle, irtidâd-ı mutlakı rejim altına almakla, sefâhet-i mutlaka medeniyyet nâmını takmakla, cebr-i keyfî-i küfrîye kánûn nâmını vermekle; hem bizi perîşân, hem hükûmeti iğfâl, hem adliyeyi bizimle ma’nâsız meşgúl eylediler.” (age, s. 212)
İlâhî kánûnların “şerîat” diye isimlendirildiğini de Bedîüzzamân Hazretleri şöyle ifâde etmiştir:
“İnsândaki kuvve-i şeheviyye, kuvve-i gadabiyye, kuvve-i akliyye Sâni tarafından tahdîd edilmediğinden ve insânın cüz-i ihtiyârîsiyle terakkísini te’mîn etmek için bu kuvvetler başıboş bırakıldığından, muâmelâtta zulüm ve tecâvüzler vukúa gelir.
Bu tecâvüzleri önlemek için, cemâat-ı insâniyye çalışmalarının semerelerini mübâdele etmekte adâlete muhtâctır. Lâkin, her ferdin aklı, adâleti idrâkten âciz olduğundan, küllî bir akla ihtiyâc vardır ki; ferdler, o küllî akıldan istifâde etsinler. Öyle küllî bir akıl da ancak kánûn şeklinde olur. Öyle bir kánûn, ancak şerîattır.” (İşârâtü’l-İ’câz, s. 84)
Kelâm ulemâsı da dîn-i hakkı şöyle ta’rîf etmişlerdir:
“Akıl sâhiblerini kendi ihtiyârlarıyla bizzât hayr olan şeylere ulaştıran İlâhî kánûnlar manzûmesidir.”
Bedîüzzamân (ra)’ın yukarıdaki ifâdelerinden ve kelâm ulemâsının dîn-i hakkı ta’rîflerinden anlaşılıyor ki; Bedîüzzamân’ın Demokratlara yazdığı mektûblarda zikredilen “kuvvet, kánûnda olmalı” gibi cümlelerinde geçen “kánûn” kelimesinden murâd, İlâhî kánûnlar manzûmesi olan “dîn”dir. Yoksa, -hâşâ binler def’a hâşâ- Bedîüzzamân (ra)’ın bu kelimesinden murâdı, beşerî kánûnlar değildir.
On Dokuzuncu Esâs: Bütün semâvî dînlere göre teşri’ hakkı, yâni kánûn koyma ve o kánûnlarla halkı idâre etme yetkisi bizzât Cenâb-ı Hakk’a âittir.
Yirminci Esâs: Ehl-i Sünnet ve’l-Cemâat i’tikádına göre, İslâm kılıncıyla feth edilen yerlere “Dâr-ı İslâm” denilir.
Edille-i şer’ıyye ile tesbît edilen ahkâm ve kánûnlarla yönetilen devlete ise “İslâm devleti” denir.
Bu sebeble, “Dâr-ı İslâm” ayrıdır, “İslâm devleti” bütün bütün ayrıdır.
Yirmi Birinci Esâs: Bu asrın ta’bîrince demokrasiye “sağcılık”; sosyalizm ve komünizme de yine bu asrın ta’bîrince “solculuk” denilmektedir. Halbuki, Kur’ân nazarında bu asır insânlarının sağ dedikleri de soldur; sol dedikleri de soldur. Kısaca, Kur’ân’ın ta’yîn ettiği sistemin dışındaki bütün sistemler soldur. Tarîk-i îmân ve Kur’ân “sağ”dır; tarîk-i küfür ve dalâlet ise “sol”dur.
Evet, ahkâm-ı Kur’âniyyeye tamâmen muhâlif olan demokrasiye bu asır insânlarının “sağ” demeleriyle veyâ “İslâmî demokrasi” nâmını vermeleriyle hüküm değişmez.
Bu husûsta Bedîüzzamân (ra) şöyle buyurmaktadır:
“Küfür ile îmân ortası yoktur. Bu memlekette İslâmiyyete karşı komünist mücâdelesi ortası olamaz. Sağ ve sol, ortası, üç meslek îcâb ettirir. Eğer İngiliz, Fransız deseler, hakları var; ‘Sağ İslâmiyyet, sol komünistlik, ortası da Nasrâniyyet’ diyebilirler. Fakat, bu vatanda küfr-i mutlaka karşı îmân ve İslâmiyyetten başka bir dîn, bir mezheb olamaz. Olsa, dîni bırakıp komünistliğe girmektir. Çünkü, hakíkí bir Müslüman hiçbir zamân Yahûdî ve Nasrânî olamıyor. Olsa olsa dînsiz olup tam anarşist olur.
“İnşâallah, Maârif ve Adliye Vekîlleri gibi sâir erkânlar da bu ehemmiyyetli hakíkatı tam anlayacaklar. Sağ-sol ta’bîri yerine, hak ve hakíkat ve Kur’ân ve îmân kuvvetine dayanıp bu vatanı küfr-i mutlaktan, anarşilikten, zındıkadan ve onların dehşetli tahrîbâtlarından kurtarmağa çalışmalarını rahmet-i İlâhiyyeden bütün rûh u canımızla niyâz ve ricâ ediyoruz.” (Emirdağ Lâhikası, s. 434)
Evet, Kur’ân nazarında bütün kâfîrler “ashâb-ı şimâl” (Vâkıa, 41); bütün mü’minler de “ashâb-ı yemîn” (Vâkıa, 27) olarak tesmiye olunmuşlardır. Bu sebeble Kur’ân şâkirdlerinin ve Risâle-i Nûr talebelerinin en mühim vazîfesi, bu asır insânlarınca “sol” olarak kabûl edilen sosyalizm ve komünizmi müdâfaa etmek olmadığı gibi; yine bu asır insânlarınca “sağ” olarak kabûl edilen demokrasiyi de müdâfaa etmek değildir. Belki, doğrudan doğruya ahkâm-ı Kur’âniyyeyi müdâfaa etmektir.
Mukaddime burada bitti. Şimdi, tevfîk-ı İlâhî ile Üstâd Bedîüzzamân Said Nursî Hazretlerinin Demokrat Parti mensûblarına yazmış olduğu mektûbların şerh ve îzâhına geçiyoruz.
Kaynak:Rahle Yayınları;Reddul-Evham-4