Bu Mes’ele, Üstâd Bedîüzzamân Hazretlerinin Kastamonu Lâhikası’nda, İkinci Cihân Harbinde zarâr gören ba’zı ma’sûmlar hakkında yazdığı bir mektûbun şerh ve îzâhı hakkındadır. Bahsi geçen mektûb şudur:
“Şidded-i şefkat ve rikkatten, bu kışın şiddedli soğuğuyla berâber ma’nevî ve şiddedli bir soğuk ve musîbet-i beşeriyyeden bîçârelere gelen felâketler, helâketler, sefâletler, açlıklar şiddedle rikkatime dokundu. Birden
İHTÂR edildi ki: Böyle musîbetlerde kâfir de olsa hakkında bir nev’i merhamet ve mükâfât vardır ki, o musîbet ona nisbeten çok ucuz düşer. Böyle musîbet-i semâviyye, ma’sûmlar hakkında bir nev’i şehâdet hükmüne geçiyor.
“Üç-dört aydır ki, dünyânın vaz’ıyyetinden ve harbinden hiç bir haberim yokken Avrupa’da Rusya’daki çoluk çocuğa acıyarak tahattur ettim. O ma’nevî ihtârın beyân ettiği taksîmât, bu elîm şefkate bir merhem oldu.
Şöyle ki: “O musîbet-i semâviyyeden ve beşerin zâlim kısmının cinâyetinin netîcesi olarak gelen felâketten vefât eden ve perîşân olanlar eğer on beş yaşına kadar olanlar ise, ne dînde olursa olsun şehîd hükmündedir. Müslümanlar gibi büyük mükâfât-ı ma’neviyyeleri, o musîbeti hiçe indirir.
“On beşinden yukarı olanlar, eğer ma’sûm ve mazlûm ise, mükâfâtı büyüktür; belki onu Cehennemden kurtarır. Çünkü, Âhirzamânda mâdem fetret derecesinde dîn ve dîn-i Muhammedî (asm)’a bir lâkaydlık perdesi gelmiş ve mâdem Âhirzamânda Hazret-i Îsâ (as)’ın dîn-i hakíkísi hükmedecek, İslâmiyyetle omuz omuza gelecek. Elbette şimdi, fetret gibi karanlıkta kalan ve Hazret-i Îsâ (as)’a mensûb Hıristiyanların mazlûmları çektikleri felâketler, onlar hakkında bir nev’i şehâdet denilebilir.”
“Husûsan ihtiyârlar ve musîbetzedeler, fakir ve zaifler, müstebid büyük zâlimlerin cebr ve şiddedleri altında musîbet çekiyorlar. Elbette o musîbet, onlar hakkında medeniyyetin sefâhetinden ve küfrânından ve felsefenin dalâletinden ve küfründen gelen günâhlara keffâret olmakla berâber; yüz derece onlara kârdır diye hakíkattan haber aldım. Cenâb-ı Erhamürrâhimîne hadsiz şükrettim. Ve o elîm elem-i şefkatten tesellî buldum.
“Eğer o felâketi gören zâlimler ise ve beşerin perîşâniyyetini ihzâr eden gaddârlar ve kendi menfaati için insân âlemine ateş veren hodgâm, alçak insî şeytanlar ise, tam müstehak ve tam adâlet-i Rabbâniyyedir.
“Eğer o felâketi çekenler, mazlûmların imdâdına koşanlar ve istirâhat-ı beşeriyye için ve esâsât-ı dîniyyeyi ve mukaddesât-ı semâviyyeyi ve hukúk-ı insâniyyeyi muhâfaza için mücâdele edenler ise, elbette o fedâkârlığın ma’nevî ve uhrevî netîcesi o kadar büyüktür ki; o musîbeti onlar hakkında medâr-ı şeref yapar, sevdirir.”
Evvelâ, Müellif (ra)’ın bu mektûbunu anlamak için, bu mektûbla alâkalı ba’zı esâsâtı bilmek lâzımdır:
1) İslâmiyyeti duyduğu hâlde kabûl etmeyen ve musîbet-i âmmeye, yâni o harb-i umûmîye sebebiyyet veren kimseler “kâfir” olup, ebedî Cehennem’de kalırlar.
2) İslâmiyyeti duyduğu hâlde kabûl etmeyen ve musîbet-i âmmeye, yâni o harb-i umûmîye sebebiyyet vermeyen musîbetzede kimseler de “kâfir” olup ebedî Cehennem’de kalırlar. Ancak, musîbet-i âmmeye sebebiyyet veren diğer kâfirler gibi Cehennem’de azâbları şiddedli olmaz; belki o musîbet, onlar hakkında bir nev’i rahmet olur. O da, Cehennem’de çekecekleri azâbın daha hafif olmasıdır.
3) Cumhûr-i ulemâya göre, kâfirlerin bülûğ çağına ermeyen ve musîbette vefât eden ma’sûm çocukları ise; Cennet’e girip Cennet’e lâyık çocuklar sûretinde kalacaklardır. Hem böyle bir musîbetle öldükleri için âhiret şehîdi olup daha ziyâde bir mükâfâta mazhar olacaklardır.
4) Ehl-i fetret: İslâmiyyeti duymayan ve bilmeyen kimselerdir. İmâm Mâturîdî’ye göre, ehl-i fetret, küfre girmezse; yâni Ellah’ın zâtını inkâr etmezse ve usûl-i îmânide bulunsa; yâni aklıyla Ellah’ı bulsa, ehl-i necâttır. Eğer küfre girse, yâni Ellah’ın zâtını inkâr etse ve usûl-i îmânide bulunmazsa; yâni aklıyla Ellah’ı bulmazsa, ehl-i necât olmaz. Cehennem’de ebedî kalır. Ancak, musîbet-i âmmeye dûçâr olduğu için, eser-i rahmet olarak Cehennem’de azâbı hafifletilir.
İmâm Eş’arî’ye göre, ehl-i fetret, küfre girse ve usûl-i îmânide bulunmasa bile ehl-i necâttır. Ayrıca, harbe sebebiyyet vermediği ve harbe taraftâr olmadığı ve o harbde perîşân olduğu için âhiret şehîdi sayılır.
5) O musîbet-i umûmiyyede mazlûmların imdâdına koşanlar ve istirâhat-ı beşeriyye için ve esâsât-ı dîniyyeyi ve mukaddesât-ı semâviyyeyi ve hukúk-ı insâniyyeyi muhâfaza için mücâdele edenler;
a) Eğer kâfir iseler, bunlar ebedî Cehennem’de kalırlar. Ancak, istirâhat-ı beşeriyyeyi te’mîn ve dîn-i mübîn-i İslâma inanmadıkları hâlde esâsât-ı dîniyyeyi, mukaddesât-ı semâviyyeyi ve hukúk-ı insâniyyeyi muhâfaza ettikleri için, diğer kâfirler gibi Cehennem’de azâbları şiddedli olmaz; belki o musîbet, onlar hakkında bir nev’i rahmet olur. O da, Cehennem’de çekecekleri azâbın daha hafif olmasıdır ve bu onlar için bir şereftir ve bu cihet, o musîbeti onlara sevdirir.
b) Eğer bunlar ehl-i fetret iseler, yâni İslâmiyyeti duymayan ve bilmeyen kimseler iseler; İmâm Mâtürîdî’ye göre bu kimseler akıllarıyla Ellah’ı bulmuşlarsa, ehl-i necâttırlar. Eğer akıllarıyla Ellah’ı bulmamışlarsa, ehl-i necât değildirler. Cehennem’de ebedî kalırlar. Ancak, istirâhat-ı beşeriyyeyi te’mîn ve esâsât-ı dîniyyeyi, mukaddesât-ı semâviyyeyi ve hukúk-ı insâniyyeyi muhâfaza ettikleri için, eser-i rahmet olarak Cehennem’de azâbları hafifletilir.
İmâm Eş’arî’ye göre ise bu kimseler küfre girse ve usûl-i îmânîde bulunmasa bile ehl-i necâttırlar. Ayrıca, istirâhat-ı beşeriyyeyi te’mîn ve esâsât-ı dîniyyeyi, mukaddesât-ı semâviyyeyi ve hukúk-ı insâniyyeyi muhâfaza ettikleri için, âhiret şehîdi sayılırlar.
c) Eğer bunlar dîn-i mübîn-i İslâmı duyan ve istirâhat-ı beşeriyyeyi te’mîn ve esâsât-ı dîniyyeyi, mukaddesât-ı semâviyyeyi ve hukúk-ı insâniyyeyi muhâfaza eden ehl-i îmân kimseler ise, bunlar ehl-i Cennet’tirler ve âhiret şehîdi sayılırlar.
6) Yukarıdaki mektûbta geçen “ehl-i fetret”ten murâd; İkinci Cihân Harbinde İslâmiyyeti duymayan kimselerdir. Dîn-i mübîn-i İslâmı duyanlar mes’ûldürler. Bu zamânda ise duymayan hemen hemen yok gibidir, pek nâdirdir.
7) Ehl-i fetret’in ehl-i necât olabilmesi için dîn-i hakíkíyi işitmemiş olması lâzım geldiği gibi, semâvî vahyin de tahrîfine çalışmaması lâzımdır. Dîn-i hakkı tahrîf edenler, ehl-i fetret olamazlar.
Bu yedi esâs Kur’ân, Hadîs ve ulemânın tahkíkátıyla sâbit olmakla berâber, Üstâd Bedîüzzamân’ın kendisi de pek çok yerde, husûsan Yirmi Altıncı Mektûb’un Dördüncü Mebhası’nda “MUHAMMEDÜN RASÛLULLAH” demeyen kimsenin, ehl-i necât olmasının muhâl olduğunu tasrîh etmiştir. Binâenaleyh, Üstâd Bedîüzzamân’ın bu tür mektûbları, bu esâslara göre ma’nâ edilmelidir.
Şimdi Üstâd Bedîüzzamân (ra)’ın gelecek cümlelerinin şerh ve îzâhına geçeceğiz:
ŞERH VE ÎZÂHI:
(Şidded-i şefkat ve rikkatten, bu kışın şiddedli soğuğuyla berâber ma’nevî ve şiddedli bir soğuk ve musîbet-i beşeriyyeden bîçârelere gelen felâketler, helâketler, sefâletler, açlıklar şiddedle rikkatime dokundu. Birden İHTÂR edildi ki: Böyle musîbetlerde kâfir de olsa hakkında bir nev’i merhamet ve mükâfât vardır ki, o musîbet ona nisbeten çok ucuz düşer.)
“Böyle musîbetlerde kâfir de olsa hakkında bir nev’i merhamet ve mükâfât vardır ki, o musîbet ona nisbeten çok ucuz düşer” cümlesinde geçen “kâfir” ta’bîrinden murâd; İslâmiyyeti duyduğu hâlde inkâr eden, fakat musîbet-i âmmeye, yâni o harb-i umûmîye sebebiyyet vermeyen eşhâsdır. Onlar hakkında bu musîbet, bir nev’i merhamet ve mükâfâttır. O da, müstehak oldukları Cehennem azâbının hafifletilmesidir.
Demek, metinde geçen, “Böyle musîbetlerde kâfir de olsa hakkında bir nev’i merhamet ve mükâfât vardır” cümlesinden murâd; İslâmiyyeti duyduğu hâlde inkâr eden, fakat musîbet-i âmmeye, yâni o harb-i umûmîye sebebiyyet vermeyen şu musîbetzede kâfirlerin Cehennem’de ebedî kalmaları kesin olmakla berâber, Cehennem’deki azâblarının hıffetine işârettir. Yoksa, bu cümleden, o musîbetzede kâfirlerin Cennet’e gidecekleri murâd değildir. Zîrâ, Cennet’e ancak ehl-i îmân girer.
Cehennem yedi kattır. En üst katta Müslümanların günâhkârları buluNûr ki, bunlar cezâlarını çektikten sonra Cennnet’e gideceklerdir. En alt katta ise münâfıklar bulunur. Diğer katlarda ise Hıristiyan, Yahûdî ve diğer kâfirler bulunmaktadır. Ehl-i Cennet’in dereceleri bir olmadığı gibi; ehl-i Cehennem’in de derekeleri bir değildir. Yâni, ehl-i Cehennem hepsi aynı derekede azâb çekmezler. Küfür ve isyânlarının derecesi nisbetinde azâb gördükleri gibi; ba’zı güzel amellerinin veyâ dünyâda çektikleri musîbetlerin derecesi nisbetinde de azâbları hafifletilir. Cehennem’deki azâbın bir derece hafiflemesi bile onlar için dünyâ ve içindekilerden daha hayırlıdır. Zîrâ, bu hal, diğerlerine nisbeten Cehennem içinde onlara bir nev’i Cennet gibi olur. Ebû Talib’in diğer ehl-i Cehennem’e nisbetle hafif azâb görmesi gibi…
Müellif (ra) bu cümlesinde “kâfir” kelimesini kullanıyor. Âyât-i Kur’âniyye ile sâbittir ki, kâfir, Cennet’e giremez. Demek, metinde geçen “merhamet”ten murâd, azâbın hafifletilmesidir. Cenâb-ı Hak bu husûsta şöyle buyuruyor:
ِنَّ الَّذينَ كَذَّبُوا بِايَاتِنَا وَاسْتَكْبَرُوا عَنْهَا لَا تُفَتَّحُ لَهُمْ اَبْوَابُ السَّمَاءِ وَلَا يَدْخُلُونَ الْجَنَّةَ حَتّى يَلِجَ الْجَمَلُ فى سَمِّ الْخِيَاطِ وَكَذلِكَ نَجْزِى الْمُجْرِمينَ لَهُمْ مِنْ جَهَنَّمَمِهَادٌ وَمِنْ فَوْقِهِمْ غَوَاشٍ وَكَذلِكَ نَجْزِى الظَّالِمينَ
“Şu kimseler ki, bizim âyetlerimizi ve vahdâniyyetimize delâlet eden delîllerimizi tekzîb ettiler ve âyetlerimize ve bilhâssa Kur’ân’a îmân etmekten istikbâr ettiler. Onlar için, rûhları kabzolunduğunda semânın kapıları açılmaz. Binâenaleyh, rûhları A’lâ-yi İlliyyîn’e gidemez ve onlar, deve iğne deliğinden girinceye kadar (yâni hiçbir zamân) Cennet’e giremezler. Şu bizim beyân ettiğimiz cezâ-yı şedîd gibi Biz kâfirleri cezâlandırırız. Zîrâ, onlar için Cehennem ateşinden altlarına döşek ve üstlerine yorgan vardır. Şu hâlde altlarından ve üstlerinden, yâni her taraftan ateş onları ihâtâ eder. İşte Biz, kâfirleri böyle cezâlandırırız.”
وَنَادى اَصْحَابُ النَّارِ اَصْحَابَ الْجَنَّةِ اَنْ اَفيضُوا عَلَيْنَا مِنَ الْمَاءِ اَوْ مِمَّا رَزَقَكُمُ اللّهُ قَالُوا اِنَّ اللّهَ حَرَّمَهُمَا عَلَى الْكَافِرينَ
“Ashâb-ı Cehennem, ashâb-ı Cennet’e nidâ eder ve derler ki: ‘Ey ehl-i Cennet! Cennet’in soğuk suyundan veyâhut Ellah’ın size verdiği rızıktan bizim üzerimize bir miktârını dökün.’ Ehl-i Cennet ise onlara şöyle derler: ‘Cennet’in suyunu ve sâir rızkını Allâhu Teâlâ kâfirlere harâm kılmıştır.’ ”
Mâdem metinde “kâfir” kelimesi geçmektedir; o hâlde metinde geçen bir nev’i merhamet ve mükâfâta nâil olan o musîbetzedelerdir ki, İslâmiyyeti duydukları hâlde inkâr ederek küfre girmişler; fakat musîbet-i âmmeye sebebiyyet vermemişlerdir. Bunların Cehennem’e gidecekleri ve Cehennem’de ebedî kalacakları kesin olmakla berâber, o musîbette çektikleri sıkıntılar sebebiyle Cehennem’deki azâbları hafif olacaktır. Harbe sebebiyyet veren kâfirlerin ise böyle bir merhamet ve mükâfâttan hisseleri yoktur.
(Böyle musîbet-i semâviyye, ma’sûmlar); yâni
a) Çocuklar,
b) İslâmiyyeti hiç duymamakla berâber şu musîbete sebebiyyet vermeyen, zâlimlere taraftâr olmayan ve İncil’i tahrîf etmeyen kimseler (hakkında bir nev’i şehâdet hükmüne geçiyor.) Metinde geçen “bir nev’i şehâdet”ten murâd; âhiret şehîdliğidir. Hakíkí veyâ dünyevî şehîdlik değildir. Zîrâ, şehîdlik üç nev’dir.
Birincisi: Dünyâ ve âhiret şehîdliğidir ki, buna şehîd-i hakíkí denilir. İ’lâ-yi kelimetullah için, yâni Kur’ân’ın hâkimiyyeti için i’lân edilen bir harbde öldürülen Müslümandır. Cumhûr-i fukahâya göre bu şehîdlerin cenâzeleri yıkanmaz; Şâfiî ve Mâlikî mezheblerine ve Hanbelî mezhebinin esahh kavline göre cenâze namazları kılınmaz, Hanefî mezhebine göre ise cenâze namazı kılınır.
İkincisi: Âhiret şehîdliğidir. Buna şehîd-i âhiret denilir. Mazlûmen ölen, suda boğularak, ateşte yanarak veyâ şiddedli karın sancısından vb. sebeblerle ölen Müslümandır. Bunlar ma’nevî şehîd sayılırlar ve âhirette şehîd mükâfâtını alırlar. Fakat, dünyâda şehîd muâmelesi görmezler. Yâni, yıkanırlar ve cenâze namazları kılınır.
Üçüncüsü: Dünyâ şehîdliğidir. Buna da şehîd-i dünyâ denir. İ’lâ-yi kelimetullah için i’lân edilen bir harbe Ellah rızâsı için değil; ganîmet elde etmek, şecâatini göstermek veyâ riyâkârlık için harb edip vefât eden kişidir ki; bunların niyetleri bilinmediği için dünyâda şehîd ahkâmı onlara tatbîk edilir.
Yâni, cumhûr-i fukahâya göre cenâzeleri yıkanmaz, Şâfiî ve Mâlikî mezheblerine ve Hanbelî mezhebinin esahh kavline göre cenâze namazları kılınmaz, Hanefî mezhebine göre ise cenâze namazı kılınır. Fakat, âhirette Ellah indînde şehîd sayılmazlar.
İşte metinde geçen “bir nev’i şehâdet” ifâdesinden murâd; zulme ma’rûz kalan ma’sûm çocuklara ve İslâmiyyeti hiç duymamakla berâber şu musîbete sebebiyyet vermeyen, zâlimlere taraftâr olmayan ve İncil’i tahrîf etmeyen kimselere taraf-ı İlâhî’den bir mükâfât olarak bahşedilen âhiret şehîdliğidir.
(Üç-dört aydır ki, dünyânın vaz’ıyyetinden ve harbinden hiç bir haberim yokken Avrupa’da, Rusya’daki çoluk çocuğa acıyarak tahattur ettim. O ma’nevî ihtârın beyân ettiği taksîmât, bu elîm şefkate bir merhem oldu. Şöyle ki: O musîbet-i semâviyyeden ve beşerin zâlim kısmının cinâyetinin netîcesi olarak gelen felâketten vefât eden ve perîşân olanlar) iki kısımda mütâlea edilmiştir:
a) (eğer on beş yaşına kadar olanlar ise), yâni bülûğa ermemiş çocuklar ise (ne dînde olursa olsun şehîd hükmündedir.) Yâni, âhiret şehîdidirler. Çünkü, onlar mükellef değildirler. وِلْدَانٌ مُّخَلَّدُونَ “Ebedî Cennet çocukları”1 âyetinin işâretiyle kavl-i esahha göre, kâfirlerin bülûğ çağından önce vefât eden çocukları, Cennet’in dâimî çocukları olacaklardır. Böyle harblerde vefât eden çocuklar ise, âhiret şehîdi olup daha ziyâde bir mükâfâta mazhar olurlar. (Müslümanlar gibi büyük mükâfât-ı ma’neviyyeleri, o musîbeti hiçe indirir.) Şu cümlenin üslûbunda ve mefhûmunda dahi, ehl-i necât olanların yalnız Müslümanlar olduğuna işâret vardır.
b) (On beşinden yukarı olanlar, eğer ma’sûm ve mazlûm ise) --Bu cümlede hem “ma’sûm”, hem de “mazlûm” olmak şartı mevcûddur. Metinde geçen “ma’sûm” ta’bîrinden murâd, peygamberlerin veyâ çocukların ma’sûmiyyeti gibi bir ma’sûmiyyet, yâni günâhsız olmaları demek değildir. Belki bu cümlede geçen “ma’sûm ve mazlûm” ta’bîrlerinden murâd, İslâmiyyeti duymayan, İncil’i tahrîf etmeyen, harbe sebebiyyet vermeyen ve harbe taraftâr da olmayan musîbetzede kimseler demektir. Kısaca, “harbin ma’sûmu ve mazlûmu” demektir.
Nitekim, bu husûs daha sonra gelecek cümlelerde îzâh edilmektedir. İşte bu nev’i ma’sûm ve mazlûmların bu musîbetten dolayı-- (mükâfâtı büyüktür.) Bunlar İslâmiyyeti duymadıkları için ehl-i fetret sayılırlar. Ehl-i fetret ise, İmâm Mâturîdî’ye göre; küfre girmezse ve usûl-i îmânide bulunsa; yâni aklı ile Ellah’ı bulsa, ehl-i Cennet ve ehl-i necâttır. Eğer küfre girse ve usûl-i îmânide bulunmazsa; yâni aklı ile Ellah’ı bulmazsa ehl-i necât değildir, ebedî Cehennem’de kalır. Ancak, hem o harbe sebebiyyet vermediği ve harbe taraftâr olmadığı, hem de harb sebebiyle perîşân olduğu veyâ harbde vefât ettiği için Cehennem’de azâbı hafifler.
Bu azâbın hafiflemesi, onun için bir eser-i rahmet ve büyük bir mükâfâttır. İşte Üstâd Bedîüzzamân Hazretleri, “mükâfâtı büyüktür” ifâdesiyle, İmâm Mâturîdî’nin mezkûr re’yini ifâde etmiştir. O hâl (belki onu Cehennem’den kurtarır.) İkinci Dünyâ Harbinde İslâmiyyeti duymayan kimseler, ehl-i fetrettirler. Ehl-i fetret ise, İmâm Eş’arî’ye göre; küfre girse ve usûl-i îmâniyyede bulunmasa bile, dîni tahrîf etmemek şartıyla ehl-i necât ve ehl-i Cennet’tir. Ayrıca bu harbde perîşân olmaları veyâ vefât etmeleri onlara bir nev’i şehâdet, yâni âhiret şehâdetini kazandırır. İşte Üstâd Bedîüzzamân Hazretleri, “belki onu Cehennemden kurtarır” cümlesiyle de İmâm Eş’arî’nin mezkûr re’yini ifâde etmiştir.
(Çünkü, Âhirzamânda mâdem fetret derecesinde dîn ve dîn-i Muhammedî (asm)’a bir lâkaydlık perdesi gelmiş ve mâdem Âhirzamânda Hazret-i Îsâ (as)ın dîn-i hakíkísi hükmedecek, İslâmiyyetle omuz omuza gelecek. Elbette şimdi, fetret gibi karanlıkta kalan ve Hazret-i Îsâ (as)a mensûb Hıristiyanların mazlûmları çektikleri felâketler, onlar hakkında bir nev’i şehâdet denilebilir.)
Üstâd Bedîüzzamân (ra) Hazretleri, şu cümlelerinde İmâm Eş’arî’nin yukarıda geçen re’yini tercîh etmiştir. Yâni, ehl-i fetret, ehl-i necâttır. Bununla berâber, İslâmiyyeti duymayan, İncil’i tahrîf etmeyen, harbe sebebiyyet vermeyen o ehl-i fetretin çektikleri felâketler, ayrıca onlara bir nev’i şehâdeti, yâni âhiret şehîdliğini kazandırır.
Yukarıdaki cümlelerde geçen “Hazret-i Îsâ (as)’a mensûb Hıristiyanların mazlûmları”ndan murâd; o zamânda yaşayan bir kısım Almanlardır. İkinci Cihân Harbinde Almanlar resmî i’lânâtla, “Yeryüzünü, Ellah’a inanmayan kâfirlerden temizleyeceğiz.
Müslümanları himâye edeceğiz” diyerek, Müslümanların baş düşmanı olan Yahûdîlere karşı Hıristiyanlık adına harb i’lân etmişlerdi. Fakat, târih kitâblarını güçlüler ve gálibler yazdığı için, bu husûs târih kitâblarında hakkıyla anlatılmamaktadır.
Üstâd Bedîüzzamân (ra), yine Kastamonu Lâhikası’ndaki bir mektûbunda, Almanların karşısında savaşan “Amerika, İngiltere, Fransa ve Rusya”yı da “Deccâliyyetin komitesi” olarak göstermektedir.
Hem, “Âhirzamânda mâdem fetret derecesinde dîn ve dîn-i Muhammedî (asm)’a bir lâkaydlık perdesi gelmiş” cümlesine dikkat edilirse görülür ki; Müellif-i Muhterem (ra), bu cümlesinde, “Bu zamân, fetret devridir” demiyor. Belki, bütün dînlere ve dîn-i Muhammedî (asm) olan İslâmiyyete bir lâkaydlık perdesi gelmiş. Yâni, âlemde dîne dayalı devletler yasaklandığından ve dîn-i mübîn-i İslâm hakkıyla teblîğ edilmediğinden; hem o devirde radyo ve televizyon gibi vâsıta-yı muhâberât taammüm etmediğinden; Rasûl-i Ekrem (asm)’ın getirdiği nûra bir lâkaydlık perdesi çekilmekle, küre-i Arz üstünde ba’zı kimseler nûr-i Muhammedî (asm)’dan habersiz kaldılar.
İşte bu habersiz kimseler, fetret ehli sayılırlar.
Yoksa, Müellif (ra), “Zamân fetret zamânıdır, hiç kimse mes’ûl değildir” demek istemiyor. Bu mektûbta bahsi geçen ehl-i fetret, Almanya ve Rusya gibi ecnebî diyârındaki ehl-i fetrettir. Şu zamânda ise hemen hemen ehl-i fetret yok gibidir.
Hem Müellif (ra)’ın bu ifâdelerinde Hıristiyanların ehl-i necât ve ehl-i Cennet olduklarına sarâhat olmadığı gibi, işâret veyâ îmâ dahi yoktur. Zîrâ, Müellif (ra) burada “Elbette şimdi, fetret gibi karanlıkta kalan ve Hazret-i Îsâ (as)’a mensûb Hıristiyanların mazlûmları çektikleri felâketler, onlar hakkında bir nev’i şehâdet denilebilir” cümlesiyle mes’elenin aslını açıkça beyân etmektedir. Şöyle ki:
Bütün ehl-i Sünnet ulemâsı, وَمَا كُنَّا مُعَذِّبِينَ حَتَّى نَبْعَثَ رَسُولاً “Biz bir kavme bir peygamber, bir elçi göndermedikçe azâb etmeyiz”1 âyetinin hükmünce, ehl-i fetretin, yâni Rasûl-i Ekrem (asm) ve Kur’ân-ı Azîmüşşân’ın teblîğini işitmeyen insânların, teferruattaki hatâlarından mes’ûl olmadığında ittifâk etmişler. Hattâ, İmâm Eş’arî’ye göre, ehl-i fetret, küfre girse ve usûl-i îmâniyyede bulunmazsa dahi ehl-i necât olup âhirette muâheze olunmazlar. Müellif (ra) da İmâm Eş’arî’nin bu re’yini tercîh edip; o zamânda dîn-i Muhammediyye (asm)’a fetret derecesinde lâkaydlık perdesi geldiğinden, hem radyo ve televizyon gibi vâsıta-i muhâberât günümüzdeki gibi taammüm etmediğinden dolayı Rasûl-i Ekrem (asm)’ın teblîğini işitmeyen ve bir derece Hz. Îsâ (as)’ın teblîğini işitip ittiba’ eden ba’zı ma’sûm ve mazlûmların, ehl-i fetret hükmünde olup ehl-i necât olacaklarını bildirmiştir.
Demek, Üstâdın bu mektûbunda geçen ehl-i fetretten murâd; o zamândaki Almanya ve Rusya gibi ecnebî diyârındaki bir kısım Hıristiyanlardır. Şu zamânda ise, vâsıta-i muhâberâtın taammümü ile bütün dünyâ âdetâ bir meclis hükmüne geçtiğinden, Rasûl-i Ekrem (asm)’ın ve Kur’ân’ın yüksek teblîğini işitmeyen insân, hemen hemen kalmamıştır. Evet, şu anda medya vâsıtasıyla Âlem-i İslâmın haberleri dâimâ o gayr-ı müslimlere ulaşmaktadır. Meselâ, Ka’be’yi tavâf eden Müslüman hacıların görüntülerini izlemektedirler.
Onların devlet erkânından biri, bir İslâm ülkesini ziyâret ettiğinde, husûsan orada Kur’ân’ı dînlediğinde; onun görüntüleri aynı anda bütün dünyâya yayılmaktadır. Bâhusûs ecnebîlerin Âlem-i İslâm ile yaptıkları harbleri onlardan duymayan hemen hemen kalmamıştır. Bunların her biri birer teblîğ sayılmaktadır. Bu sebeble, İkinci Cihân Harbinin vukú’ bulduğu zamânı, bu zamâna kıyâs etmek büyük bir hatâdır. Bu ma’nâya binâen Müellif (ra), “şimdi” kelimesini kullanmıştır.
Hem Rasûl-i Ekrem (asm)’ın teblîğini işitip inkâr eden Hıristiyan ve Yahûdîlere veyâ sâir dîn mensûblarına bu husûsî hükmü teşmîl etmek ve umûm Hıristiyan ve Yahûdîlerin ehl-i Cennet olacaklarını söylemek, bir çok sarâhat-i Kur’âniyyeye ve ehâdîs-i sahîhaya ve Üstâd Bedîüzzamân gibi bütün ulemâ-i İslâmın beyânâtına ve ümmet-i İslâmın cadde-i kübrâsına muhâliftir ve bunlara bir iftirâ-i azîmdir. Müellif (ra)’ın mücmel ifâdelerini Kitâb, Sünnet, İcmâ-i Ümmet ve Kıyâs-ı Fukahâya göre ve Müellif (ra)’ın o mes’eleyi îzâh eden başka yerlerdeki mufassal ifâdelerine göre ma’nâ etmek mecbûriyyetindeyiz.
Eğer Müellif (ra)’ın ba’zı mücmel cümlelerini, kendi hevâmıza göre ma’nâ edecek olursak, büyük bir hatâya düşmüş oluruz. Nitekim, Bedîüzzamân (ra)’ın bu mevzû’ ile alâkalı başka yerlerdeki îzâhları zikredildiğinde, bu mes’ele daha açık olarak görülecektir. Üstâd Bedîüzzamân (ra), ehl-i fetret’in hükmünü şöyle beyân ediyor:
“Zamân-ı fetrette وَمَا كُنَّا مُعَذِّبِينَ حَتَّى نَبْعَث رَسُولاً sırrıyla; ehl-i fetret, ehl-i necâttırlar. Bilittifâk, teferruâttaki hatîatlarından muâhezeleri yoktur. İmâm-ı Şafiî ve İmâm-ı Eşarîce; küfre de girse, usûl-i îmânîde bulunmazsa, yine ehl-i necâttır. Çünkü, teklîf-i İlâhî irsâl ile olur ve irsâl dahi, ıttıla ile teklîf takarrur eder. Mâdem gaflet ve mürûr-i zamân, enbiyâ-i sâlifenin dînlerini setretmiş; o ehl-i fetret zamânına hüccet olamaz. İtâat etse sevab görür, etmezse azâb görmez. Çünkü, mahfî kaldığı için hüccet olamaz.”
Müellif (ra)’ın bu ifâdeleri İmâm Eş’arî’ye göredir. İmâm Mâturîdî’ye göre ise; ehl-i fetret, küfre girmese ve usûl-i îmâniyyede bulunsa, yâni aklıyla Ellah’ı bulsa ehl-i necâttır. Eğer aklıyla Ellah’ı bulmazsa ehl-i necât olamaz. Ebedî Cehennem’de kalır.
Hem Müellif (ra)’ın şu mektûbu da bu mes’eleyi tamâmen îzâh etmektedir:
“Mektûbunuzda, ‘Mücerred Lâ ilâhe illellah kâfi midir? Yâni, Muhammedün Rasûlullah demezse ehl-i necât olabilir mi?’ diye diğer bir maksadı soruyorsunuz. Bunun cevâbı uzundur. Yalnız şimdi bu kadar deriz ki:
“Kelime-i şehâdetin iki kelâmı birbirinden ayrılmaz, birbirini isbât eder, birbirini tazammun eder, biribirisiz olmaz. Mâdem Peygamber aleyhissalâtü vesselâm Hâtemü’l- Enbiyâdır, bütün enbiyânın vârisidir; elbette bütün vüsûl yollarının başındadır. Onun cadde-i kübrâsından hâric, hakíkat ve necât yolu olamaz. Umûm ehl-i ma’rifetin ve tahkíkın imâmları, Sadî-i Şirâzî gibi derler:محالست سعدى براه نجات. ظفر بردن جز در بى مصطفى (Yâni, Ey Sa’di! Muhammed’in yoluna ittiba’ etmeden necât bulmak muhâldir.)
Hem, كل الطرق مسدود الا المنهاج المحمدى demişler. (Yâni, Muhammed’in yolundan başka bütün yollar kapalıdır.)Mektûbun âhirinde de şöyle denilmektedir:
“Fakat, peygamberi işiten ve da’vâsını bilen adamlar onu tasdîk etmezse, Cenâb-ı Hakkı tanımaz. Onun hakkında, yalnız Lâ ilâhe illellah kelâmı, sebeb-i necât olan tevhîdi ifâde edemez. Çünkü, o hal, bir derece medâr-ı özür olan câhilâne adem-i kabûl değil, belki o kabûl-i ademdir ve o inkârdır. Mu’cizâtıyla, âsârıyla kâinâtın medâr-ı fahri ve nev-i beşerin medâr-ı şerefi olan Muhammed aleyhissalâtü vesselâı inkâr eden adam, elbette hiçbir cihette hiçbir nûra mazhar olamaz ve Ellah'ı tanımaz.”2
Yine Müellif (ra) Arabî Mesnevî-i Nûriye isimli eserinde de şöyle buyurmaktadır:
اعلم! ان الكفار لاسيما الاوربائيون ولاسيما شياطين في انكلترة واباليس الفرنك 5، اعداءٌ الدّاء، وخصماء بالاعدام الابدي،فهم محكومون بالاعدام ابداً، والحبس في جهنم سرمداً بنصوص ذلك القرآن الحكيم. فيا اهل القرآن كيف توالون مَن لايمكن ان يوالوكم او يحبوكم ابداً؟.. فقولوا: حَسْبُنَا الله ونِعمَ الوَكيلُ نِعمَ المَولى ونِعمَ النَّصيرُ
Türkçesi:
“Bil ki! Muhakkak kâfirler, bilhâssa Avrupalı olanları, bâhusûs İngiltere şeytânları ve Fransa iblisleri, Müslümanların ve ehl-i Kur’ân’ın ebediyyen şiddedli düşmanları ve inâdçı hasımlarıdırlar. Çünkü, muhakkak ki Kur’ân, Kur’ân’ı ve İslâmı inkâr edenlere ve âbâ u ecdâdlarına da i’dâm-ı ebedî cezâsı ile hükmetmiştir. Onlar için ebedî i’dâm mahkûmiyyeti ve Cehennem’de ebedî hapis cezâsı Kur’ân-ı Hakîm’in nasslarıyla sâbittir. Ey Kur’ân ehli! Size ebediyyen dost olmayacak ve sizi ebediyyen sevmeyecek olanları nasıl dost tutarsınız? Sâdece, ‘Ellah bize yeter! O ne güzel Vekîl’dir; O ne güzel Mevlâ ve ne güzel Yardımcıdır!’ deyiniz!”
Müellif (ra), bu kadar sarîh bir şekilde Hazret-i Muhammed (asm)’ı işittiği hâlde kabûl etmeyen kimselerin, yâni “LÂ İLÂHE İLLALLAH” deyip, “MUHAMMEDÜN RASÛLULLAH” demeyen Yahûdî ve Hıristiyanlar’ın ehl-i necât ve ehl-i Cennet olamayacağını ve nusûs-i Kur’âniyye ile onların ebedî Cehennem’de kalacaklarını kat’iyyetle ve sarâhaten bildirdikten sonra; o zâtın ba’zı ifâdelerini alıp, sathî bir nazarla bakarak Müellif (ra)’ın maksad ve murâdına tamâmen ters ma’nâ vermek, o zât-ı muhtereme büyük bir hıyânettir ve bu, olsa olsa o gizli komitenin Bedîüzzamân Hazretlerine bir iftirâsıdır. Bedîüzzamân (ra) da böyle bir iftirâdan berîdir.
Şu husûsun da bilinmesi lâzımdır: Ehl-i fetretin ehl-i necât olabilmesi için dîn-i hakíkíyi işitmemiş olması lâzım geldiği gibi; semâvî vahyin tahrîfine de çalışmaması lâzımdır. Zîrâ, vahy-i semâvîyi tahrîf edenler, ehl-i fetret olamazlar. Çünkü, onlar, bu fetretin vücûduna sebeb olmuşlardır. Meselâ; Rasûl-i Ekrem (asm) gelmeden evvelki fetret devrinde Tevrât ve İncil’i tahrîf edenler, ehl-i necât olamazlar. Kur’ân, onların ehl-i Cehennem olduklarını tasrîh etmektedir. Hem meselâ, Ka’be’nin tahrîbine sa’y eden kavm-i Ebrehe, ehl-i necât olamaz.
O zamânda her ne kadar dîn-i İbrâhîm (as) tahrîf olmuş şekliyle mevcûd ise de; Ebrehe, nûr-i İbrâhîm (as)’ı kaldırmak istediğinden, ehl-i fetret olamaz. Bu sebebten dolayı Ebrehe, ordusuyla berâber helâk olmuştur.
İşte bu hakíkati beyân için Müellif (ra) “ma’sûm ve mazlûm” kaydını koymuştur. Yâni, “İncil’in tahrîfine sebeb olmuş, felsefeyi dînin yerine ikáme etmiş ve o harbe sebebiyyet vermiş kimseler kurtulamaz” demek istemiştir.
Müellif (ra)’ın, “Mâdem âhirzamânda Hazret-i Îsâ (as)’ın dîn-i hakíkísi hükmedecek” cümlesinin îzâhına gelince; bu husûs “Üçüncü Mes’ele”de îzâh edilmiştir. Hulâsâsı şudur ki:
Hz. Îsâ (as)’ın dîn-i hakíkísi İslâmiyyettir, Hıristiyanlık değildir. Âhirzamânda Hz. Îsâ (as)’ın geleceğine ve Şerîat-ı Muhammediyye (asm) ile amel edeceğine dâir ehâdîs-i şerîfe, şahs-ı Îsâ (as)’ın nüzûlüne kat’î delâlet etmekle birlikte işârî ma’nâsıyla haber vermektedir ki; ileride Îsevîlerden bir tâife Müslüman olacak ve mevcûd Müslümanlarla birleşip İslâm’ı yeryüzünde hâkim edecektir. İşte Müellif (ra) bu ifâdelerinde diyor ki: “İstikbâlde o bahtiyâr Îsevî tâife, Müslüman olup Müslümanlarla ittifâk ederek yeryüzünde İslâmı hâkim edecekleri gibi, şu zamânda da, ‘Müslümanları himâye edeceğiz’ diyen ve Yahûdîleri himâye eden Deccâliyyet komitesiyle harb eden Alman hükûmeti içinde, İslâmiyyeti duymamış ve Hıristiyanlığa ittiba’ etmiş bir kısım ma’sûm ve mazlûm dîndar insânlar, çektikleri bu musîbetle İmâm Eş’arî’ye göre bir nev’i âhiret şehâdeti kazanabilirler.”
(Husûsan ihtiyârlar ve musîbetzedeler, fakir ve zaifler, müstebid büyük zâlimlerin cebr ve şiddedleri altında musîbet çekiyorlar. Elbette o musîbet, onlar hakkında medeniyyetin sefâhetinden ve küfrânından ve felsefenin dalâletinden ve küfründen gelen günâhlara keffâret olmakla berâber; yüz derece onlara kârdır diye hakíkattan haber aldım. Cenâb-ı Erhamürrâhimîne hadsiz şükrettim. Ve o elîm elem-i şefkatten tesellî buldum.)
İkinci Cihân Harbinin cereyân ettiği zamânda Avrupa’da ve Rusya’da hattâ ekser devletlerde medeniyyetin sefâheti etrâfa neşrediliyordu; felsefe kitâbları okutuluyor ve okutulan kitâblarda inkâr-ı ulûhiyyet fikri aşılanıyordu. Herkes, husûsan ihtiyârlar ve musîbetzedeler, fakir ve zaifler sefâhet-i medeniyyetten ve inkâr-ı ulûhiyyet dersi veren kitâblardan derin yaralar alıyorlardı. O musîbet-i âmme ve harb-i umûmî, müstebid zâlimlerin zulmüne ma’rûz kalan herkes hakkında, husûsan ihtiyârlar ve musîbetzedeler, fakirler ve zaifler hakkında o sefâhet-i medeniyyetten ve felsefenin dalâletinden gelen günâhlara karşı bir keffâret ve bir nev’i merhamet oldu. Şöyle ki:
a) Eğer o ihtiyârlar ve musîbetzedeler, fakirler ve zaifler, İslâmiyyeti duydukları hâlde kabûl etmeyen ve musîbet-i âmmeye, yâni o harb-i umûmîye sebebiyyet vermeyen kimseler iseler; onlar kâfir olup, ebedî Cehennem’de kalırlar. Ancak, musîbet-i âmmeye sebebiyyet veren diğer kâfirler gibi Cehennem’de azâbları şiddedli olmaz; belki o musîbet, onlar hakkında bir nev’i rahmet olur. O da, Cehennem’de çekecekleri azâbın daha hafif olmasıdır.
b) Eğer o ihtiyârlar ve musîbetzedeler, fakirler ve zaifler ehl-i fetret iseler; yâni İslâmiyyeti duymayan ve bilmeyen kimseler iseler; İmâm Mâtürîdî’ye göre bu kimseler, akıllarıyla Ellah’ı bulmuşlarsa ehl-i necâttırlar. Eğer akıllarıyla Ellah’ı bulmamışlarsa ehl-i necât değildirler. Bunlar, Cehennem’de ebedî kalırlar. Ancak, musîbet-i âmmeye dûçâr oldukları ve zulme ma’rûz kaldıkları için, eser-i rahmet olarak Cehennem’de azâbları hafifletilir.
İmâm Eş’arî’ye göre ise bu kimseler küfre girse ve usûl-i îmânîde bulunmasa bile ehl-i necâttırlar. Ayrıca, harbe sebebiyyet vermedikleri ve harbe taraftâr olmadıkları belki o harbde perîşân oldukları için âhiret şehîdi sayılırlar.
(Eğer o felâketi gören, zâlimler ise ve beşerin perîşâniyyetini ihzâr eden gaddârlar ve kendi menfaati için insân âlemine ateş veren hodgâm, alçak insî şeytanlar ise, tam müstehak ve tam adâlet-i Rabbâniyyedir.)
İslâmiyyeti duyduğu hâlde kabûl etmeyen ve musîbet-i âmmeye, yâni o harb-i umûmîye sebebiyyet veren, kendi menfaati için beşeri perîşân eden ve insâniyyet âlemini ateşe veren kimseler, kâfir olup ebedî Cehennem’de kalırlar ve bu cezâ onlar için ayn-ı adâlet olduğu gibi, dünyâda gördükleri felâket de ayn-ı adâlettir.
(Eğer o felâketi çekenler, mazlûmların imdâdına koşanlar ve istirâhat-ı beşeriyye için ve esâsât-ı dîniyyeyi ve mukaddesât-ı semâviyyeyi ve hukúk-ı insâniyyeyi muhâfaza için mücâdele edenler ise, elbette o fedâkârlığın ma’nevî ve uhrevî netîcesi o kadar büyüktür ki; o musîbeti onlar hakkında medâr-ı şeref yapar, sevdirir.)
İkinci Cihân Harbi hengâmında biri menfî, diğeri müsbet olmak üzere iki tâife mevcûd idi:
Bir tâife: O gizli ecnebî komitesidir ki, ahkâm-ı İlâhiyye ve mukaddesât-ı semâviyye ile muâraza edip dînsizliği revâca veriyor ve beşerin istirâhatını kaçırıp felâkete sürüklüyordu.
Diğer tâife ise: O gizli ecnebî komitesine karşı istirâhat-ı beşeriyyeyi te’mîn ediyor, esâsât-ı dîniyyeyi, mukaddesât-ı semâviyyeyi ve hukúk-ı insâniyyeyi muhâfaza etmek için mücâdele veriyordu.
Bu ikinci tâife ise üç kısma ayrılır:
a) O felâketi çekenler eğer kâfir iseler, ebedî Cehennem’de kalırlar. Ancak, istirâhat-ı beşeriyyeyi te’mîn ve dîn-i mübîn-i İslâma inanmadıkları hâlde esâsât-ı dîniyyeyi, mukaddesât-ı semâviyyeyi ve hukúk-ı insâniyyeyi muhâfaza ettikleri için, diğer kâfirler gibi Cehennem’de azâbları şiddedli olmaz; belki o musîbet, onlar hakkında bir nev’i rahmet olur. O da, Cehennem’de çekecekleri azâbın daha hafif olmasıdır. Dolayısıyla bu musîbet, onlar için bir medâr-ı şereftir ve Cehennem’de çekecekleri azâbın hafif olmasına sebeb olduğu için Cenâb-ı Hak o musîbeti onlara sevdirir.
b) Eğer bu tâife, ehl-i fetret ise, yâni İslâmiyyeti duymayan ve bilmeyen kimseler iseler; İmâm Mâtürîdî’ye göre bu kimseler akıllarıyla Ellah’ı bulmuşlarsa ehl-i necâttırlar. Dolayısıyla bu musîbet, onlar için bir medâr-ı şeref olur ve ebedî bir Cennet’i kazanmalarına sebeb olduğu için Cenâb-ı Hak o musîbeti onlara sevdirir. Eğer akıllarıyla Ellah’ı bulmamışlarsa ehl-i necât değildirler. Bunlar Cehennem’de ebedî kalırlar. Ancak, istirâhat-ı beşeriyyeyi te’mîn ve esâsât-ı dîniyyeyi, mukaddesât-ı semâviyyeyi ve hukúk-ı insâniyyeyi muhâfaza ettikleri için, eser-i rahmet olarak Cehennem’de azâbları hafifletilir.
Dolayısıyla bu musîbet, onlar için bir medâr-ı şeref olur ve Cehennem’de çekecekleri azâbın hafif olmasına sebeb olduğu için Cenâb-ı Hak o musîbeti onlara sevdirir.
İmâm Eş’arî’ye göre ise bu kimseler küfre girse ve usûl-i îmânîde bulunmasa bile ehl-i necâttırlar. Ayrıca, istirâhat-ı beşeriyyeyi te’mîn ve esâsât-ı dîniyyeyi, mukaddesât-ı semâviyyeyi ve hukúk-ı insâniyyeyi muhâfaza ettikleri için, âhiret şehîdi sayılırlar. Dolayısıyla bu musîbet, onlar için bir medâr-ı şeref olur ve ebedî bir Cennet’i ve ma’nevî bir şehâdeti kazanmalarına sebeb olduğu için Cenâb-ı Hak o musîbeti onlara sevdirir.
c) Eğer bunlar dîn-i mübîn-i İslâmı duyan ve istirâhat-ı beşeriyyeyi te’mîn ve esâsât-ı dîniyyeyi, mukaddesât-ı semâviyyeyi ve hukúk-ı insâniyyeyi muhâfaza eden ehl-i îmân kimseler ise, bunlar Cennet ehlidirler ve âhiret şehîdi sayılırlar. Dolayısıyla bu musîbet, onlar için bir medâr-ı şeref olur ve ebedî bir Cennet’i ve ma’nevî bir şehâdeti kazanmalarına sebeb olduğu için Cenâb-ı Hak o musîbeti onlara sevdirir.
Şimdi metinde geçen ba’zı ta’bîrleri tahlîl etmeye çalışalım:
Metinde geçen “istirâhat-ı beşeriyye” ta’bîrinden murâd, ahkâm-ı İlâhiyyenin tatbîk ve icrâsı netîcesinde beşerin elde ettiği huzûr ve saâdettir. Evet, istirâhat-ı beşeriyye, ancak beşere dünyâ ve âhiret saâdetini va’d eden Kur’ân’ın ahkâmının tatbîkı ile, ve evâmir ve nevâhî-i İlâhiyyenin icrâsı ile elde edilebilir. O hâlde, beşeriyyetin istirâhatı için çalışanlar, ancak Kur’ân’ı müdâfaa edenler ve ahkâm-ı İlâhiyyenin tatbîkıne taraftâr olanlardır.
Kur’ân’ın dışındaki ahkâm ile beşerin huzûr ve saâdeti te’mîn edilemez. İstirâhat-ı beşeriyye, hudûd ve ukubât-ı şer’ıyyenin devlet tarafından tatbîk edilmesiyle ve zâlimleri adâlet-i Kur’âniyyeye boyun eğdirmekle mümkün olur. Toplumda fitne ve fesâdın önü, ancak devlet tarafından i’lân edilen cihâd-ı dînî ile kesilir. Nitekim, Cenâb-ı Hak, Kur’ân-ı Azîmüşşân’da şöyle buyurmaktadır:
وَقَاتِلُوهُمْ حَتَّى لاَ تَكُونَ فِتْنَةٌ وَيَكُونَ الدِّينُ كُلُّهُ لِلّه
“Yeryüzünde fitne (şirk ve küfür) kalmayıp, dîn tamâmıyla Ellah’ın oluncaya kadar (O’ndan başkasına ibâdet edilmeyinceye kadar) müşrikler ve kâfirlerle savaşın.”
Demek, şirk ve küfür, fitneden ibârettir. İstirâhat-i beşeriyyeyi te’mîn etmek için fitne duruncaya kadar ehl-i şirk ve küfür ile savaşılması, Kur’ân’ın emridir.
Bütün ahkâm-ı Kur’âniyye, mahz-ı adâlet olduğu gibi; ayn-ı rahmettir. Her bir hükm-i İlâhî, gelecek âyet-i kerîmelerin ifâdesiyle rahmet ve adâlet-i İlâhiyyeyi tasdîk ediyorlar:
وَمَا اَرْسَلْنَاكَ اِلَّا رَحْمَةً لِلْعَالَمينَ “Biz, seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik.” وَتَمَّتْ كَلِمَتُ رَبِّكَ صِدْقًا وَعَدْلًا لَا مُبَدِّلَ لِكَلِمَاتِه وَهُوَ السَّميعُ الْعَليمُ “Ey Ekreme’r-Rusül! Rabbin Teâlânın kelimesinden ibâret olan Kur’ân, va’dinde sâdık ve hükmünde âdil olması bakımından tamâm oldu. Aslâ noksan kalmadı. Çünkü, ihbârında yalan ve ahkâmında aslâ zulüm yoktur. Gerek geçmiş ümmetler hakkında, gerek kıyâmete kadar zuhûr edecek hâdisât husûsunda vermiş olduğu haberleri vâkıa mutâbıktır, aslâ hulf yoktur. Emir ve nehiy, helâl ve harâm gibi bütün ahkâmı adâlete muvâfıktır. Rabbin Teâlânın kelimâtını tebdîl ve tahrîf ve kıyâmet gününe kadar ahkâmını tağyîr edici yoktur. Zîrâ, senin bi’setinle emr-i nübuvvet ve risâlet tamâm ve bâb-ı vahiy münsed oldu. Binaenaleyh sen, enbiyânın hâtemi ve rusül-i kirâmın seyyidi oldun. Ellahu Teâlâ kullarının sözlerini duyar ve işlerini bilir.”
Metinde geçen “esâsât-ı dîniyye” ta’bîrinden murâd; Kur’ân’ın tesbît ettiği altı erkân-ı îmâniyye, husûsan “Lâ ilâhe illellah Muhammedün Rasûlullah” kelime-i kudsiyyesini tasdîk etmek; kelime-i şehâdet, namaz, zekât, oruç ve hac denilen beş esâsât-ı İslâmiyyeye inanmak ve amel etmek; kebâiri terk etmek; devletçe hudûd ve ukubât-ı şer’ıyyeyi tatbîk etmek; husûsan bütün peygamberlerin şerîatlerinde müttefekun aleyh olan evâmir ve nevâhî-i İlâhiyyeye teslîm olmaktır. İsrâ ve En’am sûrelerinde geçen ve bütün peygamberlerin şerîatlerinde mevcûd olan evâmir ve nevâhîlerden ba’zılarını naklediyoruz:
“1) Yalnız Ellah’a ibâdet edin, O’na hiçbir şeyi şerîk koşmayın.
“2) Anne ve babaya ihsânda bulunun.
“3) Akrabâya hakkını verin.
“4) Fakirlere yardım edin.
“5) Yolda kalmışların ihtiyâclarını giderin.
“6) Tebzîr etmeyin. (Malınızı gayr-ı meşrû’ yollarda harcamayın.)
“7) Elinizi boynunuza bağlamayın. (Cimri olmayın.)
“8) Elinizi bütün bütün de açmayın. (Helâl dâirede isrâf etmeyin.)
“9) Fakirlik korkusu ile çocuklarınızı öldürmeyin.
“10) Zinâya yaklaşmayın.
“11) Haksız yere adam öldürmeyin.
“12) Kısasta şer’î hükümlerin dışına çıkmayın.
“13) Yetim malına yaklaşmayın.
“14) Ellah’a ve insânlara vermiş olduğunuz sözde durun.
“15) Ölçtüğünüz zamân tam ölçün.
“16) Doğru terâzi ile tartın.
“17) Hakkında bilgi sâhibi olmadığınız şeylerin ardından gitmeyin.
“18) Yeryüzünde kibirle yürümeyin.”
En’am Sûresi 151 ve 152. âyet-i kerîmelerde ise şu esâslar yer almaktadır:
1) Ellah’a hiç bir şeyi şerîk koşmayın.
2) Ana babaya iyilikte bulunun.
3) Fakirlik yüzünden çocuklarınızı öldürmeyin.
4) Kötülüklerin, husûsan zinânın açığına da gizlisine de yaklaşmayın.
5) Haksız yere adam öldürmeyin.
6) Yetimin malına büluğ çağına varıncaya kadar, malını en güzel bir şekilde koruyup çoğaltmak hizmetinden başka bir sûrette yaklaşmayın.
7) Tam ölçün.
8) Tam tartın.
9) Söz sâhibi olduğunuz zamân da’vâcı veyâ da’vâlı akrabânız bile olsa adâleti gözetin.
10) Ellah’a ve insânlara verdiğiniz sözü tutun.”
Evâmir ve nevâhî-i İlâhiyyeden ibâret olan bu yirmi sekiz esâsa riâyet etmeyenleri, Kitâb ve Sünnetin tesbît ettiği cezâlarla cezâlandırmak vazîfesi devlete âittir.
Metinde geçen “mukaddesât-ı semâviyye” ta’bîrini îzâh etmeden önce bir hakíkati beyân etmekte fâide vardır. Şöyle ki:
Tevrât, İncil ve Zebûr’un asılları semâvî ise de, bugün mevcûd olan Tevrât, İncil ve Zebûr’a gerçek ma’nâda semâvî kitâb denilmez. Bu kitâblar, Kur’ân nazarında üç kısımdan müteşekkildir:
a) O kitâbların bir kısım âyetleri dîn adamları tarafından tahrîf edilmiştir.
b) Bir kısım âyetleri Kur’ân tarafından tasdîk olunmuştur.
c) Bir kısım âyetleri de Kur’ân tarafından nesh olunmuştur.
Şimdi bu üç kısmı az da olsa îzâh etmeye çalışacağız:
a) Kur’ân’dan evvel nâzil olan kitâbların bir kısım âyetleri daha Peygamber (asm) gönderilmeden önce onların dîn adamları tarafından tahrîf edilmişlerdi. Beşerin yanlışları bu kitâblar içine girmiş ve üzerinde kalem oynatılmıştı. Bu kitâbların tahrîf edildiği husûsunda Kur’ân-ı Azîmüşşân’da bir çok âyet-i kerîme bulunmaktadır. Nümûne olarak iki âyet-i kerîmeyi naklediyoruz:يُحَرِّفُونَ الْكَلِمَ عَنْ مَوَاضِعِه
“Onlar, Kur’ân’ın evsâfını beyân hakkında Tevrât’ta nâzil olan âyetleri, Rasûlullah (asm)’ın evsâfından ve bi’setinden haber veren kelimeleri ve ahkâm-ı İlâhiyyeyi yerlerinden tağyîr ederler ve Kur’ân’ın semâvî kitâblara muhâlif bir kitâb olduğunu iddiâ ederler ve Tevrâtı lâfzen ve ma’nen tebdîl ederler.”
Müfessir Fahri Râzî’nin beyânına göre; “tahrîf”, bir kelimenin makámına diğer bir kelime yazılmakla olduğu gibi; te’vîlât-ı fâside ile ma’nâsını tağyîr etmekle dahi olur.
فَوَيْلٌ لِلَّذينَ يَكْتُبُونَ الْكِتَابَ بِاَيْديهِمْ ثُمَّ يَقُولُونَ هذَا مِنْ عِنْدِ اللّهِ لِيَشْتَرُوا بِه ثَمَنًا قَليلًا فَوَيْلٌ لَهُمْ مِمَّا كَتَبَتْ اَيْديهِمْ وَوَيْلٌ لَهُمْ مِمَّا يَكْسِبُونَ
“Ukúbet-i azîme veyâ Cehennem’deki Veyl deresi şunlar içindir ki, onlar elleriyle tahrîf olunmuş kitâbı yazıp, sonra, ‘Bu Ellahu Teâlâ tarafındandır’ diye rüşvet almak için az baha ile satarlar. Veyl onlar içindir ki, Ellah’ın gönderdiği kitâbı tağyîr edip elleriyle yazdılar ve yine veyl o kimseler içindir ki, onunla rüşvet ve harâmı kesbettiler.”
“Mervîdir ki, hicret-i saâdette ulemâ-i Yehûd riyâsetlerinin zevâli havfiyle Tevrât’ta Peygamber (asm)’ın vasfı, ‘Orta boylu, kara gözlü ve buğday renkli’ diye musarrah iken, ‘uzun boylu, mâvi gözlü ve beyaz renkli’ diye tahrîf eylemelerine binâen avâm, ‘Va’d edilen peygamber bu değildir’ diye inkâr ettiler.”
b) O kitâbların bir kısım âyetleri de Kur’ân tarafından tasdîk edilmiştir. Kur’ân-ı Azîmüşşân bu konuda şöyle buyurur:
يَا اَيُّهَا الَّذينَ اُوتُوا الْكِتَابَ امِنُوا بِمَا نَزَّلْنَا مُصَدِّقًا لِمَا مَعَكُمْ
“Ey kendilerine kitâb verilenler! Berâberinizdeki kitâbı tasdîk edici olarak indirdiğim Kur’ân’a îmân edin.”
وَامِنُوا بِمَا اَنْزَلْتُ مُصَدِّقًا لِمَا مَعَكُمْ وَلَاتَكُونُوا اَوَّلَ كَافِرٍ بِه
“Ve berâberinizdeki kitâbı tasdîk edici olarak indirdiğim Kur’ân’a îmân edin, onu inkâr edenlerin ilki olmayın.”
c) O kitâbların bir kısmı ise Kur’ân tarafından nesh edilmiştir. Bu husûsta Kur’ân-ı Kerîm şöyle buyurmaktadır:
الَّذِينَ يَتَّبِعُونَ الرَّسُولَ النَّبِيَّ الأُمِّيَّ الَّذِي يَجِدُونَهُ مَكْتُوبًا عِندَهُمْ فِي التَّوْرَاةِ وَالإِنْجِيلِ يَأْمُرُهُم بِالْمَعْرُوفِ وَيَنْهَاهُمْ عَنِ الْمُنكَرِ وَيُحِلُّ لَهُمُ الطَّيِّبَاتِ وَيُحَرِّمُ عَلَيْهِمُ الْخَبَآئِثَ وَيَضَعُ عَنْهُمْ إِصْرَهُمْ وَالأَغْلاَلَ الَّتِي كَانَتْ عَلَيْهِمْ فَالَّذِينَ آمَنُواْ بِهِ وَعَزَّرُوهُ وَنَصَرُوهُ وَاتَّبَعُواْ النُّورَ الَّذِيَ أُنزِلَ مَعَهُ أُوْلَـئِكَ هُمُ الْمُفْلِحُونَ
“O rahmetim ehl-i kitâbdan şu kimselere hasdır ve vâcibdir ki; onlar Nebîy-yi Ümmî olan o Rasûle (Hz. Muhammed’e (asv)) ittibâ eden kimselerdir ki, o Rasûl-i Ümmî’nin evsâfını o ehl-i kitâb yanlarındaki Tevrât ve İncil’de yazılı olarak buluyorlar. O Rasûl-i Ümmî, onlara ma’rûfu (tevhîdi ve evâmir-i İlâhiyyeye itâati) emreder ve münkerden (küfürden ve günâhlardan) nehyeder. Ve temiz şeyleri (sığır ve koyunların içyağları, develerin etleri ve sütleri gibi) onlara helâl eder ve habîsâtı (kan, domuz eti, fâiz ve rüşvet gibi) onlara harâm eder. Ve onların üzerindeki ağır hükümleri ve bendleri kaldırır ve hafifletir. Öyle ise ehl-i kitâbdan o kimseler ki (Abdullah ibn-i Selâm ve Necâşî ve ashâbları gibi), bunlar o Nebîy-yi Ümmî’ye îmân ettiler ve onu ta’zîm edip kılıçlarıyla ona yardım ettiler ve o Rasûlle berâber indirilen nûra, yâni Kur’ân’a ittibâ ettiler (yâni, Kur’ân’ın helâlini helâl ve harâmını harâm kabûl ettiler.) İşte felâha, yâni kurtuluşa erenler, yalnız onlardır. Böyle bir îmâna sâhib olmayan Yahûdî ve Hıristiyanlar değil. Yâni, Yahudî ve Hıristiyanlar ehl-i necât değildir.”
O hâlde Kur’ân-ı Kerîm ve Rasûl-i Ekrem (asm), geçmiş kitâblarda yapılan tahrîfleri tashîh, doğrularını tasdîk ve bir kısım ahkâmını nesh ve ağır hükümlerini de tahfîf etmiştir. Bu sebeble, geçmiş kitâbların mensûpları, Kur’ân’ı ve Hâtemü’l-Enbiyâ olan Muhammed-i Arabî (asm)’ı kabûl etmekle mükelleftirler.
Demek, Kur’ân nazarıyla bakmadan, Kur’ân’dan önce nâzil olan o kitâbların tahrîf ve tasdîk edilen kısımları bilinemez ve nesh olunan kısımları da tam belli olamaz. O hâlde:
a) Kur’ân’ın tasdîk ettiği kısımlar doğrudur ve bunları tasdîk etmekle mükellefiz.
b) Tahrîf edilen kısımlar ise yanlıştır ve bu kısma semâvî denilmez. Ancak Kur’ân’ın tashîh ettiği noktalar semâvîdir ve doğrudur.
c) Kur’ân’ın nesh ettiği geçmiş kitâblardaki ahkâm ise zâten onlarla amel edilmez. Bu da tam belli değildir. Ancak Kur’ân’ın tesbît ettiği noktalar doğru olarak bilinmelidir.
Mâdem bu üç noktayı diğer kitâblarda tesbît etmek mümkün değildir. Öyle ise, semâvî tek kitâb, yalnız Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyân’dır ve onun tasdîk ve tashîh ettiği kısımlar ancak semâvîdir. Diğer kitâblara semâvî denilmez; zîrâ onlar semâvîlikten çıkmıştır, beşerî kitâblar hâline gelmişlerdir. Müellif (r.a)’ın ba’zan o kitâblar hakkında kütüb-i semâviyye ta’bîrini kullanmasından murâdı:
Ya, “O kitâbların asılları semâvîdir” demek istemiştir.
Ya da, “O kitâbların Kur’ân tarafından tasdîk edilen âyetleri semâvîdir” demek istemiştir.
Yoksa hâşâ, “Bugünkü Tevrât, İncil ve Zebûr semâvî birer kitâbtır” demek istememiştir.
O hâlde metinde geçen “mukaddesât-ı semâviyyeden” murâd, Kur’ân’ın mukaddes kabûl ettiği değerlerdir. Zîrâ, aslını muhâfaza eden semâvî kitâb yalnız Kur’ân’dır. Bu değerler ise, başta altı erkân-ı îmâniyye, beş esâsât-ı İslâmiyye, ahkâm-ı İlâhiye, bâhusûs Ellah, peygamberler, semâvî kitâblar, melekler, Haremeyn-i şerifeyn, Ka’be, Beyt-i Makdîs, câmi’ler, mescidler, ezân-ı Muhammedî, Cuma günü gibi mukaddesâttır.
Metinde geçen “hukúk-ı insâniyye” ta’bîrinden murâd; Ellah’ın ta’yîn ettiği insân haklarıdır. Beşerin hevâ-i nefsine göre ta’yîn ettiği veyâ Avrupa’nın tesbît ettiği insân hakları murâd değildir. Hem yine metinde geçen “hukúk-ı insâniyye” ta’bîrinden murâd; Kur’ân’ın tesbît ettiği hukúk-ı insâniyyedir. Muharref kitâbların tesbît ettiği hukúk-ı insâniyye değildir. Hukúk-ı insâniyye husûsunda Rasûl-i Ekrem (S.A.V) Efendimiz’in vedâ hutbesini nümûne olarak naklediyoruz:
“Ey insânlar! Sözümü iyi dinleyiniz. Bilmiyorum, belki bu seneden sonra sizinle burada ebedî olarak bir daha buluşamayacağım. Ey insânlar! Bu günleriniz nasıl mukaddes bir gün ise, bu ayınız nasıl mukaddes bir ay ise, bu şehriniz nasıl mübârek bir şehir ise; canlarınız, mallarınız, ırzlarınız da öyle mukaddestir, her türlü saldırıdan emîndir.
“Ashâbım! Yârın Rabbinize kavuşacaksınız ve bugünkü her hâl ve hareketinizden sorulacaksınız. Sakın benden sonra eski dalâletlere dönüp birbirinizin boynunu vurmayın. Bu vasiyetimi, burada bulunanlar bulunmayanlara bildirsin. Olabilir ki, bildirilen kimse, burada bulunup da işitenden daha iyi anlayarak muhâfaza etmiş olur.
“Ey ashâbım! Kimin yanında bir emânet varsa onu sâhibine versin. Fâizin her çeşidi kaldırılmıştır, ayağımın altındadır. Lâkin, borcunuzun aslını vermek gerekir. Ne zulmediniz, ne de zulme uğrayınız. Ellah’ın emriyle fâizcilik artık yasaktır. Câhiliyyetten kalma bu çirkin âdetin her türlüsü ayağımın altındadır. İlk kaldırdığım fâiz de Abdulmuttalibin oğlu (amcam) Abbâs’ın fâizidir.
“Ashâbım! Câhiliyyet devrinde güdülen kan da’vâları da tamâmen ortadan kaldırılmıştır; ilk kaldırdığım kan da’vâsı da Abdulmuttalibin torunu (yeğenim) Rebîanin kan da’vâsıdır.
“Ey insânlar! Bugün şeytan sizin şu topraklarınızda yeniden nüfûz ve saltanat gücünü ebedî sûrette kaybetmiştir. Fakat, bu kaldırdığım şeyler hâricinde küçük gördüğünüz işlerde de ona uyarsanız, bu da onu memnun edecektir. Dîninizi korumak için bunlardan sakınınız.
“Ey insânlar! Kadınların haklarına riâyet etmenizi ve bu husûsta Ellah’tan korkmanızı tavsiye ederim. Siz, kadınları Ellah’ın emâneti olarak aldınız. Ve onların nâmuslarını ve ismetlerini Ellah adına söz vererek helâl edindiniz. Sizin kadınlar üzerindeki hakkınız; onların, âile şerefini korumaları ve evlerinizi sizin hoşlanmadığınız hiç kimseye açmamaları, çiğnetmemeleridir. Eğer onlar, râzı olmadığınız herhangi bir kimseyi evinize alırlarsa, onları dövebilirsiniz. Kadınların da sizin üzerinizdeki hakları; örfe göre her türlü giyim ve yiyeceklerini te’mîn etmenizdir.
“Ey müminler! Size iki şey emânet bırakıyorum, onlara temessük ettikçe aslâ dalâlete düşmezsiniz. O emânetler, Ellahın kitâbı Kur’ân-ı Kerîm ve Peygamber (asm)’ın sünnetidir.
“Ey müminler! Sözümü iyi dinleyiniz ve iyi muhâfaza ediniz. Müslüman Müslümanın kardeşidir ve bütün Müslümanlar kardeştir. Dîn kardeşinize âit olan herhangi bir hakka tecâvüz, başkasına helâl değildir. Ancak gönül hoşluğuyla verilen müstesnâ.
“Ashâbım! Nefsinize de zulmetmeyiniz. Nefsinizin de üzerinizde hakkı vardır.
“Ey insânlar! Cenâb-ı Hak, her hak sâhibine hakkını vermiştir. Vâris için vasiyete gerek yoktur. Çocuk kimin döşeğinde doğmuşsa ona âittir. Zinâkâr için mahrûmiyyet cezâsı vardır. Babasından başkasına neseb iddiâ eden soysuz, yâhut efendisinden başkasına uymaya kalkan nankör, Ellah’ın gazâbına, meleklerin la’netine ve bütün Müslümanların düşmanlığına uğrasın! Cenâb-ı Hak, bu insânların ne tevbelerini, ne de şehâdetlerini kabûl eder.
“Ey insânlar! Rabbiniz birdir. Babanız da birdir. Hepiniz Âdemin çocuklarısınız, Âdem ise topraktandır. Arabın Arab olmayana, Arab olmayanın da Arab üzerine üstünlüğü olmadığı gibi; kırmızı tenlinin siyah üzerinde, siyahın da kırmızı tenli üzerinde bir üstünlüğü yoktur. Üstünlük ancak takvâda, Ellah’tan korkmaktadır. Ellah katında en kıymetli olanınız, O’ndan en çok korkanınızdır.
“A’zâsı kesik siyahî bir köle başınıza âmir olarak ta’yîn edilse, sizi Ellah’ın kitâbı ile idâre ederse, onu dinleyiniz ve itâat ediniz.
“Suçlu, kendi suçundan başkası ile suçlanamaz. Baba, oğlunun suçu ile, oğlu da babasının suçu ile suçlanamaz.
“Dikkat ediniz! Şu dört şeyi kesinlikle yapmayacaksınız:
“Ellah’a hiçbir şeyi ortak koşmayacaksınız.
“Ellahın harâm ve dokunulmaz kıldığı canı, haksız yere öldürmeyeceksiniz.
“Zinâ etmeyeceksiniz.
“Hırsızlık yapmayacaksınız.
“İnsânlar ‘Lâ ilâhe illellah’ deyinceye kadar onlarla cihâd etmek üzere emrolundum. Onlar bunu söyledikleri zamân kanlarını ve mallarını korumuş olurlar. Hesâbları ise Ellaha âittir.”
İşte Rasûl-i Ekrem (sav), meâlini verdiğimiz “Vedâ Hutbesi”nde insân haklarını çok vecîz bir sûrette ifâde etmiştir.
Hulâsâ: Metinde geçen “istirâhat-ı beşeriyye” ta’bîrinden murâd, ahkâm-ı İlâhiyyenin tatbîk ve icrâsı netîcesinde beşerin elde ettiği huzûr ve saâdettir.
“Esâsât-ı dîniyye” ta’bîrinden murâd; Kur’ân’ın tesbît ettiği altı erkân-ı îmâniyye; beş esâsât-ı İslâmiyye; devlet tarafından tatbîk edilen hudûd ve ukubât-ı şer’ıyye; husûsan bütün peygamberlerin şerîatlerinde müttefekun aleyh olan evâmir ve nevâhî-i İlâhiyyedir.
Mukaddesât-ı semâviyye”den murâd, Kur’ân’ın mukaddes kabûl ettiği Ellah, peygamber, câmi’ler, ezân gibi değerlerdir.
“Hukúk-ı insâniyye” ta’bîrinden murâd ise; Ellah’ın ve O’nun fermânı olan Kur’ân’ın ta’yîn ettiği insân haklarıdır.
O hâlde, İkinci Cihân Harbinde felâketi çekenler; mazlûmların imdâdına k