Ma’lûm ecnebî komitesi tarafından sû-i isti’mâl edilen Üstâd Bedîüzzamân’ın “Hüsn-i zanla me’mûruz” cümlesinin îzâhı hakkındadır.
O zındıka komitesi şöyle der: Müslüman, herkese hüsn-i zan sâhibi olmalıdır. Zîrâ müslümanın kalbi sâfî ve temizdir. Herkesi kendi âyinesinde temiz görmelidir. Bu sebeble zâhiren Müslüman görünen ve bilhassa ba’zı zamânlarda müttakì görünen kişilere i’timâd etmeli ve İslâmiyyet’e ters düşen bütün hâl ve hareketlerini hoş görmelidir ve bu İslâmiyyetin bir şiârıdır.
Cevâben deriz ki: İslâm Dîninde mü’minler hakkında hüsn-i zanda bulunmak, sû-i zandan sakınmak esâstır. Ancak ulemâ-i İslâm, ba’zı durumlarda sû-i zanda bulunmanın harâm olmayıp câiz olduğunu gelecek âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîflere dayanarak beyân etmişlerdir. Cenâb-ı Hak Hucûrât sûresinin 12. âyet-i kerîmesinde şöyle buyurmaktadır:
يَا اَيُّهَا الَّذينَ امَنُوا اجْتَنِبُوا كَثيرًا مِنَ الظَّنِّ اِنَّ بَعْضَ الظَّنِّ اِثْمٌ
“Ey îmân edenler! Zannın çoğundan sakınınız. (Mü’minler hakkında zâhir delîle mukàrin olmaksızın kötü zanlarda bulunmayınız. Zîrâ bu, harâmdır, câiz değildir.) Çünkü şübhe yok ki zannın ba’zısı günâhı mûcibtir. (Bir dîn kardeşi hakkında hılâf-ı hakìkat bir zanda, bir fenâlık isnâdında bulunmak büyük bir ma’siyyettir, uhuvvet-i dîniyye esâsına muhâliftir. Fakat ba’zı zanlar câizdir. Onlar günâh değildir. Kendisinde salâh-ı hâl, emânete riâyet, adâb-ı şer’ıyye ile ittisâl görülmeyip, gayr-ı meşrû’ şeyleri alenen yaptığı görülen bir şahıs hakkındaki sû-i zan gibi.”
“el-Bahru’l-Muhît” adlı tefsîrde bu âyet şöyle îzâh edilir:
“Siz, zannınıza göre amel etmeyiniz. Allah (cc.) size zandan sakınmayı emreder. Ta ki birileri, düşünmeden ve mes’eleye tam vâkıf olmadan, hangi zan hak, hangi zan bâtıl olduğunu tam temyîz etmeden zanna cür’et etmesin.
“Âyet-i kerîmede yasaklanan zan, ba’zı zanlardır ki onun günâh olduğuna kesin hükmedilmiştir. Evet bir çok zan vardır ki ba’zı emâreler ona kuvvet verdiğinden günâh sayılmaz. Meselâ; bir adam şüpheli işlerle meşgùl oluyor, açık bir şekilde habîs şeyleri irtikàb ediyorsa onun hakkında sû-i zan edilebilir. İçki satılan dükkanlara girip çıkmak, şarkı söyleyen kadınlarla sohbet etmek, tüysüz gençlere bakmak vb. Bu emâreler, o adam hakkındaki zannın iyi olmadığını kuvvetlendirir. İşte bu kişiler hakkında sû-i zanda bulunmak günâh değildir. Biz bu adamı, içki içerken, zinâ ederken, parlak gençlerle oynarken görmesek dahi, yine hakkında sû-i zan câizdir. Fakat zâhiren sâlih olan bir insân hakkında (delîlsiz) sû-i zanda bulunmak câiz değildir.”
Kurtubî bu âyetin tefsîrinde şöyle der:
“Bu âyette nehyedilen zan, mü’minler hakkında töhmette bulunmaktır. Dînde sakıncalı ve nehyedilen zan, onu gerektiren bir sebeb bulunmayandır. Meselâ, bir adamın zinâ ettiğini veyâ şarap içtiğini gerektiren bir hâl ve emâre bulunmadığı halde, onun hakkında zinâ yaptığını ve şarap içtiğini düşünmek gibi. Dînde sakınılması gereken zanlar, hakkında onu doğrulayan bir emâre ve şüphe bulunmayan zanlardır. Fakat hakkında onu doğrulayan emâre ve şüpheler bulunan zanlar harâm değildir.”
Hasan-i Basri der ki:
“Biz öyle bir asırda yaşadık ki; insânlar hakkında sû-i zan harâm idi. Şimdi sen öyle bir zamânda yaşıyorsun ki; amelini işle ve sükût et. İnsânlar hakkında istediğini düşün.”
“Rûhu’l-Meânî” adlı tefsîrde bu âyet-i kerîme hakkında şöyle denilmektedir:
“Günâhları açıktan işlemeyen ve zâhiren ehl-i salâh görünüp, dîn ve diyânette emînlik vasfı kendisinde görülen kimse hakkında sû-i zan beslemek harâmdır. Ammâ bir kimse, onun hakkında insânların şüphelerini uyandıracak işlerle meşgùl olursa ve kötülükleri açıktan işlerse meselâ şarabın satıldığı dükkanlara girip çıkarsa, şarkı söyleyen fâcire kadınlarla sohbette bulunursa, tüysüz ve parlak gençlere devâmlı nazar ederse, işte bu kimsenin şarap içtiği, zinâ ettiği ve gençlerle oynadığı görülmese bile bu kimse hakkında sû-i zan edilebilir ve bu nev’ì zanlar günâh değildir.
“Kişinin, insânların şüphelerini uyandıracak işlerle meşgùl olmayan ve kötülükleri açıktan işlemeyen mü’minler hakkında irâde ve ihtiyârıyla sû-i zanda bulunması ve mûcibince amel etmesi harâmdır. Eğer bu zan, kişinin ihtiyâr ve irâdesiyle olmazsa, fiiliyâta geçirmediği ya’nî ihtiyârı olmadan hakkında sû-i zan beslediği kimseyi hakìr görmediği ve onun hakkında zannettiği şeyleri halka söylemediği sürece bir vebâli yoktur.
“Bir kimsenin, insânların şüphelerini uyandıracak işlerle meşgùl olmayan ve kötülükleri açıktan işlemeyen kişi hakkında kendi nefsini korumak için ihtiyârıyla sû-i zanda bulunması; onu başkalarına anlatmamak şartıyla câizdir. Meselâ; bir mü’minin, bir kimse hakkında ‘Her an bundan bana zarâr gelebilir, bu adam bana kötülük yapabilir’ endişesini taşıması ve bundan dolayı ona karşı tedbîrli davranması câizdir. Nitekim haberde vârid olmuş ki:
“‘Emniyyet ve tedbîrin bir bölümü de sû-i zandır.’
“Ya’nî kişi, kendisini güvenceye almak için başkalarına anlatmamak şartıyla ‘İnsânlardan her an bana kötülük gelebilir’ düşüncesiyle onlardan gelebilecek zarârlara karşı tedbîrli davranabilir.”
Taberaninin rivâyet ettiği haberde ise Peygamberimiz şöyle buyurmuştur:
“Sû-i zan ile insânlardan gelebilecek zarârlardan korununuz.”
Müfessir ve müctehidlerin Kur’ân ve hadîslerden istifâde ettiği bu beyândan anlaşılıyor ki; sû-i zan, her zamân ve her yerde harâm değildir. Kişinin dünyâ ve âhiretini muhâfaza etmesi için ba’zan sû-i zanda bulunması câizdir ve hattâ bu dînimizin emridir.
Evet, İslâm Dînî, her şeye bir mîzân ve bir kıstâs getirdiği gibi, bu mes’eleye de bir ölçü getirmiştir. Çünkü şerîat-ı İslâmiyye sırat-ı müstakimdir. İnsânın bütün ef’âl, akvâl ve ahvâlini ifrât ve tefrîtten muhâfaza edip hadd-i vasat üzere istikàmete sevk etmiştir. Her şeyin ifrât ve tefrîti muzırdır.
Meselâ kişi dâimâ havf ve recâ, ya’nî korku ve ümîd ortasında bulunmalı. İkisinden herhangi birisi ifrât veyâ tefrît mertebesinde olsa sırât-ı müstakîmden çıkar ve âkıbeti zarârdır. Eğer bir kişide korku ifrât mertebesinde, ümîd ise tefrît mertebesinde olsa o kişi ye’se düşüp rahmet-i İlâhiyye’den ümîd keserek rahmetten mahrûm kalır. Eğer korku tefrît mertebesinde, ümîd ise ifrât mertebesinde olsa o kişi, rahmet-i İlâhiyye ile mağrûr olup azâb-ı İlâhî’ye ma’rûz kalır.
Aynen bunun gibi; zâhiren Müslüman görünen insânlar, gizli kötü ahlâk sâhibi olabilir. Hattâ nîfâk ve hıyânet gibi en kötü ahlâkları da taşıyabilir. Bundan dolayı mü’min, Müslümanlara karşı hüsn-i zan ve sû-i zan ortasında bulunmalıdır ki gizli kötü ahlâk sâhibi olan kimselerden gelebilecek zarârlardan kendisini koruyabilsin. Eğer bu dengeyi sağlamayıp bunlardan ifrât veyâ tefrît mertebesinde bulunsa sırat-ı müstakîmden çıkar ve âkıbeti zarârdır. Şöyle ki;
Eğer bir kişide insânlara karşı hüsn-i zan ifrât mertebede ve sû-i zan tefrît mertebede olursa, herkese inanıp i’timâd eder, onun malı, canı, ırzı, nâmusu ve hattâ en tehlikelisi dîni ve âhireti zâyi’ olur.
İşte bu düstûra binâen, eğer bir kişi, husûsan ulemâ-i sû’, meşâyih-i sû’ ve umera-i sû’un kesretle bulunduğu bu âhirzamânda, i’timâd ve intisâb ettiği kişilere karşı ifrât mertebede hüsn-i zan beslese, onlardan zarâr görebilir. O halde bu husûsa çok dikkat edip tâbi’ olduğu eşhâsın ef’âl, akvâl ve ahvâlini mutlak doğru olarak kabûl etmemeli, edille-i şer’ıyye ile ölçmelidir. Eğer onların ef’âl, akvâl ve ahvâli, edille-i şer’ıyyeye muvâfık ise kabûl etmeli, muhâlif ise reddetmeli ve onları rehber edinmemelidir.
Evet hiçbir asır, içinde bulunduğumuz asır kadar fitnekâr olmamıştır. Zîrâ bu asırda bâtıl, hak sûretinde kendini gösteriyor. Kişi, îmân ile küfrü, hak ile bâtılı birbirinden tefrîk edemiyor, küfre ve dalâlete taraftâr oluyor. Düşmanını dost bilerek onunla berâber bulunuyor. İşte Bedîüzzamân Hazretleri bu asır insânlarının bu yarasını fark etmiş ve en büyük ızdırâbı bundan dolayı çektiğini gelecek ifâdeleriyle bildirmiştir:
“Bana ızdırâb veren, yalnız İslâm’ın ma’rûz kaldığı tehlikelerdir. Eskiden tehlikeler hâricten gelirdi; onun için mukàvemet kolaydı. Şimdi tehlike içeriden geliyor. Kurt, gövdenin içine girdi. Şimdi, mukàvemet güçleşti. Korkarım ki cem’ıyyetin bünyesi buna dayanamaz. Çünkü düşmanı sezmez. Can damarını koparan, kanını içen en büyük hasmını dost zanneder. Cem’ıyyetin basiret gözü böyle körleşirse, îmân kalesi tehlikededir. İşte benim ızdırâbım, yegâne ızdırâbım budur. Yoksa şahsımın ma’rûz kaldığı zahmet ve meşakkatleri düşünmeğe bile vaktim yoktur. Keşke bunun bin misli meşakkate ma’rûz kalsam da, îmân kalesinin istikbâli selâmette olsa!”
Eğer insânlara karşı hüsn-i zannı tefrît mertebede ve sû-i zannı ifrât mertebede olursa, herkese tenkîdle bakar, bed nazarlı, ayıb araştırıcı ve i’timâdsız olur, bu sebeble insânlar vâsıtasıyla ona gelecek hayır ve menfaatten mahrûm kalır.
Husûsan bu sû-i zannın ifrât mertebesinin en tehlikeli netîcesi, selef-i sâlihîn ve ulemâ-i İslâm hakkında sû-i zan ederek onlara karşı i’timâdını kaybedip onların cadde-i kübrâsından ayrılarak evhâm ve dalâlete düşmektir. Selef-i sâlihîne karşı i’timâdını kaybeden bu kimseler, bu asırda edille-i şer’ıyyeyi mihenk edinen ve hizmetlerini buna binâ eden hakìkì âlimleri de dinlemezler ve onlara karş da sû-i zanda bulunurlar, bu sebeble hak ve hakìkati de öğrenemezler.
Üstâd Bedüzzamân da bu mes’eleyi Münâzarât isimli eserinde şarktaki aşîretlerle yaptığı bir muhâverede şöyle îzâh etmektedir.
(S - Neden bunların umûmuna fenâ diyorsun; halbuki bizim hayırhâhımız) hayrımızı ister (gibi görünüyorlar?)
Kullanılan “bunların” kelimesi sâdece o günküleri değil, son asrın bütün zâlim idârecilerini kasdediyor.
(C - Hiçbir müfsid) bozguncu (“Ben müfsidim” demez, dâimâ sûret-i haktan görünür) haktan yana imiş gibi davranır. (Yâhut) samîmîdir, ama câhil olduğu için (bâtılı hak görür. Evet, kimse demez “Ayranım turşdur”) ekşidir. (Fakat, siz mehakke) galât tâbirle mehenge, ya’nî Kitâb ve Sünnete (vurmadan almayınız!)
“Mehakk” kelimesi Arapça “sürtüşme” meâlindeki “hakk”den alınmadır. Deve uyuz olunca bedevîler bir ağaç koyarlar, uyuz hayvân da ona sürtünür. İşte devenin sürtündüğü o ağaç parçasına “mehakk” denir. Sonradan bu kelime yerine galât-ı meşhûr olarak “mehenk” kullanılır olmuştur. Örf-i nâsta ise “mehakk”, maddenin altın olup olmadığını anlama âletine denmektedir.
(Zîrâ, çok silik söz) geçersiz paranın (ticârette) gezmesi gibi gûyâ hak nâmına ortalıkta (geziyor. Hattâ benim sözümü de, ben söylediğim için hüsn-i zan edip tamâmını) körü körüne (kabûl etmeyiniz. Belki ben de müfsidim, veyâ bilmediğim halde ifsâd ediyorum?) Niye her gördüğünüze veyâ duyduğunuza delîlsiz inanıyorsunuz? (Öyle ise, her söylenen sözün kalbe girmesine yol vermeyiniz!
İşte size söylediğim sözler hayâlin elinde kalsın;) biraz üzerinde düşünün; (mehakke) ya’nî mehenge (vurunuz;) sözlerimi Kitâb ve Sünnet ölçüleri ile değerlendiriniz; (eğer altın çıktıysa) şerîata muvâfık ise (kalbde saklayınız), o sözlere sâhip çıkınız. (Bakır çıktıysa,) Kitâb ve Sünnete uygun değilse, (çok gıybeti üstüne ve bedduâyı arkasına takınız, bana reddediniz, gönderiniz!..) Sâdece benim sözlerim için değil, duyduğunuz her söz için bu yolu ta’kîb ediniz ki, müfsidler veyâ müfsidlere aldanmış zavallılar sizi de kandırmasınlar…
(S - Nasıl anlayacağız, biz câhiliz, sizin gibi ehl-i ilmi taklîd ederiz?) Kabahat sizde sayılır!..
(C – Çendan) gerçi (câhilsiniz,) ilim tahsîl etmemişsiniz, (fakat âkılsınız) zekânız gàyet yerinde. (Hanginizle “zebîb”, ya’nî üzümü paylaşsam, (zekâvetiyle) (2) bana hîle edebilir.) Paylaştığımız üzümün çoğunu ve güzellerini kendinize alabilirsiniz. (Demek cehliniz) câhilliğiniz (özür değil)dir! (İşte, müştebeh) biribirine benzeyen (ağaçları)n aralarındaki farkı (gösteren, semereleridir) meyveleridir. Görünüşte biribirine benzeyen insânları ayıran unsûr ise amelleridir. Kimin dediği ve yaptığı şerîata uygunsa ona bakınız. (Öyle ise,) bu ölçülere göre (benim ve onların fikirlerimizin netîcelerine bakınız. İşte, birisinde) benim söylediklerimin tatbîk edilmesi hâlinde ortaya çıkacak olan (istirâhat ve itâattir,) ben Müslümanların Kur’ân etrâfında toplanarak mü’minlerin istirâhatinin te’mîn edilmesini ve insânların şûrâ-yı şer’ìye itâat etmelerini istiyorum; Kitâb ve Sünnete dayanmayan (ötekisinde) ise, ağzı ne kadar güzel lâf yaparsa yapsın, söylediklerinin netîcesinde bu Müslüman millet için (ihtilâf ve zarâr saklanmıştır.) Şûrâ-yı şer’ì sistemi Kitâb ve Sünnete dayanarak istibdâdı kırdığı için zâlimler durur, mazlûmlar râhat eder. Üstâd, küçük dâirede ve diyânet âleminde Risâle-i Nûr’un geleceğini, siyâset âlemindeki büyük dâirede de yüz sene sonraki şerîatın tatbîk edileceği zamânı hissederek söylemiş. Ferdî istibdâtlar ve sonra gelen cem’ıyyet istibdâtları ise ihtilâf ve zarârdan başka bir güzel netîceye sebeb olmamışlardır.
Hulâsâ: İslâm Dîninde mü’minlere karşı hüsn-i zanda bulunmak esâstır. Bununla berâber kişinin canını, malını, ırz ve nâmusunu, dîn, dünyâ ve âhiretini muhâfaza için insânlara karşı sû-i zanda bulunması da câizdir ve bu Peygamberimizin emridir. Resûl-i Ekrem (asm) bu konuda şöyle buyurur:
“Sû-i zan ile insânlardan gelebilecek zarârlardan korununuz.”
O halde hüsn-i zanla me’mûr olduğumuz gibi; ba’zan sû-i zan ile de me’mûruz. İslâm Dînî bütün ef’âl, akvâl ve ahvâlimizde vasat mertebede bulunup ifrât ve tefrîtten sakınmayı emrettiği gibi; hüsn-i zan ve sû-i zan mes’elesinde dahi vasat mertebede bulunmayı, ifrât ve tefrîtten sakınmayı bizlere emretmektedir. Şerîat bir ölçüdür. Dünyâ ve âhiret saàdetimiz için bütün ef’âl, akvâl ve ahvâlimizin şerîat ölçüsüne muvâfık olması şart olduğu gibi, mü’minlere karşı hüsn-i zan veyâ sû-i zanda bulunmamız da o şerîat ölçüsüne muvâfık olması, hüsn-i zan ile sû-i zannın dengede bulunması şarttır. Evvel emirde mü’min, bir Müslümanla karşılaştığı zamân hemen tam ma’nâsıyla ona i’timâd etmez. % 50 “Beni aldatabilir, bana zarârı dokunabilir.” % 50 ise “Güvenilir biridir, bana menfaati dokunabilir” nazarıyla bakmalı. Şerîat ölçüsüyle o adamı tartmalı. Tecrübeler netîcesinde o kimsenin ehl-i salâh ve güvenilir biri olduğu husûsunda tam kanâat getirirse, o zamân ona i’timâd etmeli. Husûsan dîn nâmına herkese i’timâd etmemelidir. Çünkü ba’zan sâlih zannettiği kimse, tâlih çıkàbilir.
Kaynak:Rahle Yayınları; Reddu’l-evham-5