Yahûdî milleti, Cehennem’in ebediyyetini inkâr ediyor. Yahûdîlerin bu i’tikádlarını Cenâb-ı Hak şöyle beyân buyurmaktadır:
وَقَالُواْ لَن تَمَسَّنَا النَّارُ إِلاَّ أَيَّاماً مَّعْدُودَةً
“Yahûdîler, ‘Cehennem ateşi bize ancak sayılı günler (40 gün veyâhut 7 gün) dokunacaktır’ dediler.” Böyle bir inanca sâhib olan Yahûdî milletinden müteşekkil gizli bir zındıka komitesi, yaklaşık 250 seneden beri, Üstad Bedîüzzamân (ra) Hazretlerinin Arabî İşârâtü’l-İ’câz tefsîrinde geçen “Cehennem’in ebediyyeti ve bu azâba müstehak olan ehl-i Cehennem’in durumu” ile alâkalı ba’zı cümlelerini te’vîlât-ı fâside ile te’vîl ederek bu cümlelere, hâşâ, “Cehennem azâbı ebedî değildir” gibi bir ma’nâ verip bu ma’nâyı Müslümanlar arasında neşretmektedir. Hâşâ, yüz bin defa hâşâ, Üstad Bedîüzzamân Hazretlerinin böyle bir şey söylemesi mümkün değildir.Zîrâ, o zâtın bütün sözleri, “Kitab, Sünnet, İcmâ-ı Ümmet ve Kıyâs-ı Fukahâ”ya tam muvâfıktır. Öyle ise bu bâtıl inanç, o gizli komitenin Bedîüzzamân Hazretlerine isnâd ettiği bir iftirâdır.
Şimdi o gizli zındıka komitesinin te’vîlât-ı fâside ile te’vîl ettiği Üstad Bedîüzzamân Said Nursî Hazretlerinin İşârâtü’l-İ’câz tefsîrinde geçen ifâdelerinin şerh ve îzâhına geçiyoruz:
“Suâl: Bir kâfirin masiyet-i küfriyyesi mahdûddur; kısa bir zamânı işgál ediyor. Ebedî ve gayr-i mütenâhî bir cezâ ile tecziyesi, adâlet-i İlâhiyye, hikmet-i ezeliyye ve merhamet-i Rabbâniyye ile nasıl mutâbakat eder?
“Cevâb: O kâfirin cezâsı gayr-ı mütenâhî olduğu teslîm edilmekle berâber, mahdûd bir zamânda irtikâb edilen o masiyet-i küfriyyenin, gayr-ı mütenâhî bir cinâyet olduğu altı cihetle sâbittir:
“Birincisi: Küfür üzerine ölen bir kâfir ebedî bir ömür ile yaşayacak olursa, o gayr-ı mütenâhî ömrünü behemahâl küfür ile geçireceği şüphesizdir. Çünkü, kâfirin cevher-i rûhu bozulmuştur. Bu i’tibârla, o bozulmuş olan kalbin gayr-ı mütenâhî bir cinâyete isti’dâdı vardır. Binâenaleyh, kâfirin ebedî cezâsı, bu cihette adâlet-i İlâhiyyeye muhâlif değildir.
“İkincisi: O kâfirin ma’sıyyeti mütenâhî bir zamânda ise de, umûm kâinâtın vahdâniyyete olan gayr-ı mütenâhî şehâdetlerini tekzîb olduğundan, gayr-ı mütenâhî bir cinâyettir. Binâenaleyh, kâfirin ebedî cezâsı, bu cihette adâlet-i İlâhiyyeye muhâlif değildir.
“Üçüncüsü: Küfür, gayr-i mütenâhî ni’metlere küfrân olduğundan, gayr-i mütenâhî bir cinâyettir. Gayr-ı mütenâhî bir cinâyet ise, ebedî bir cezâyı iktizâ eder.
“Dördüncüsü: Küfür, gayr-i mütenâhî olan zât, sıfât ve esmâ-i İlâhiyyeye cinâyettir. Binâenaleyh, kâfirin ebedî cezâsı, bu cihette adâlet-i İlâhiyyeye muhâlif değildir.
“Beşincisi: İnsânın vicdânı, zâhiren mütenâhî ise de, bâtınen gayr-ı mütenâhî olduğundan ebede bakıyor ve ebedi istiyor. Bu i’tibârla, gayr-i mütenâhî hükmünde olan o vicdân, küfür ile mülevves olarak mahvolur gider. Bunu ise ancak ebedî bir Cehennem temizler.
“Altıncısı: Zıd zıddına muânid ise de, çok husûslarda mümâsil olur. Binâenaleyh, îmân lezâiz-i ebediyyeyi ismâr ettiği gibi, küfür de âlâm-ı ebediyyeyi intâc etmesi şenindendir.Bunun için, îmânın semeresi olan lezâiz-i Cennet ebedî olduğu gibi, küfrün semeresi olan âlâm-ı Cehennem dahi ebedîdir.
“Bu altı cihetten çıkan netîce ve gayr-i mütenâhî bir cinâyete tekábül eden gayr-i mütenâhî bir cezâ, ayn-ı adâlettir.
“S- Kâfirin o cezâsının adâlete uygun olduğunu teslîm ettik. Fakat, azâbları intâc eden şerlerin vücûdundan hikmet-i ezeliyyenin ganî olduğuna ne diyorsun?
“C- Kavâid-i esâsiyyedendir ki, ara sıra vukúa gelen şerr-i kalîl için hayr-ı kesîr terk edilmez. Zîrâ, şerr-i kalîl terk edildiği takdîrde, şerr-i kesîr olur. Binâenaleyh, hakáik-ı nisbiyyenin sübûtunu izhâr etmek, hikmet-i ezeliyyenin iktizâsındandır. Bu gibi hakáikın tezâhürü, ancak şerrin vücûduyla olur. Haddi tecâvüz etmemek için, şerden terhîb ve tahvîf lâzımdır. Terhîbin vicdân üzerine te’sîri, terhîbi tasdîk etmekle olur. Terhîbin tasdîki ise, hâricî bir azâbın vücûduna mütevakkıftır. Zîrâ, vicdân, akıl ve vehim gibi, hâricî ve ebedî hakíkat hükmüne geçmiş bir azâbdan yapılan terhîble müteessir olur. Öyle ise, dünyâda olduğu gibi âhirette de, ateşin vücûdundan yapılan terhîb, tahvîf; ayn-ı hikmettir.
“S: O ebedî cezâ hikmet-i ezeliyyeye muvâfıktır, kabûl ettik. Ammâ, bunun merhamet ve şefkat-i Rabbâniyyeye bakan vechi nedir?
“C: Kâfir hakkında iki ihtimâlden başka bir yol tasavvur edilemez. O kâfir,
“a) Ya ademe gidecektir;
“b) Veyâ dâimî bir azâb içinde mevcûd kalacaktır.
“Vücûd ise, Cehennemde dahi olsa merhamettir ve ademe nisbetle daha hayırlıdır. Vicdânen teemmül etiğinde, adem, şerr-i mahz olduğu; hattâ, bütün musîbet ve ma’sıyyetlerin de merciı olduğunu anlarsın. Vücûd ise, velev Cehennem de olsa, hayr-ı mahzdır.
“Ve kezâ cinâyetin lekesini izâle veyâ hacâletini tahfîf veyâhut icrâ-yı adâlete iştiyâk için cezâyı hüsn-i rızâ ile kabûl etmek, rûhun fıtrî olan şe’nidir. Evet, dünyâda çok nâmus sâhibleri, cinâyetlerinin hicâbından kurtulmak için, kendilerine cezânın tatbîkını, ‘Bu cezâ haktır ve ben bu cezâya müstehakım’ diyerek istemişlerdir.
“Ve kezâ, kâfirin meskeni Cehennem’dir ve orada ebedî kalacaktır. Bununla berâber kâfir, küfrünün cezâsı olarak kesb-i istihkák ettiği ebedî Cehennem’de kalmakla berâber, amelinin cezâsını çektikten sonra ateşe karşı bir nev’i ülfet peydâ eder. Bununla berâber ehâdis-i Nebeviyye işâret ettiği gibi; kâfirlerin dünyâda yaptıkları amâl-i hayriyyelerine mükâfaten azâblarının hafifletilmesi de vardır. İşte bu, lâyık olmadıkları halde onlara bir merhamettir.”
Evvelâ: Kâfirin işlemiş olduğu iyilikler husûsunda iki görüş vardır:
Birincisi: Cumhûr-i ulemâya göre; kâfir, dünyâda işlemiş olduğu hayırların mükâfâtını sâdece dünyâda görür. Âhirette ise küfründen dolayı hayırlarının mükâfâtını görmez ve azâbı da hafiflemez. Ancak, kâfirler, dünyâda işlemiş oldukları hayırların yerine cürm işleyebilirlerdi. O cürmün yerine hayr işlemeleri sebebiyle cürümleri az olacağından, Cehennem’deki derekeleri de ayrı ayrı olur.
İkincisi: Kâfir, işlemiş olduğu iyiliklerinin karşılığını ekseriyetle dünyâda görür. Eğer dünyâda iyiliklerinin karşılığını tam almamışsa; o zamân âhirette mahkeme-i kübrâda hayırlı amellerine mükâfât olarak Cehennem’deki azâbı hafifletilir ve Cehennem’de kalacağı yeri tesbît edilir. Cehennem’e gittiğinde ise kendisi için tesbît edilen o yerinde ebedî olarak kalır ve azâbı asla hafiflemez. Meselâ; Edison, beşeriyyetin menfaatine medâr olan elektrik gibi küllî bir hayra sebeb olmuştur. Eğer îmân etmeden ölmüşse, dünyâda pek çok niam-ı İlâhiyyeye mazhar olmakla mükâfâtını aldığı gibi; âhirette ise, eğer dünyâda iyiliklerinin karşılığını tam almamışsa, ebedî Cehennem’de kalması kesin olmakla berâber, Cehennem’de diğer ehl-i küfre nisbeten azâbı hafif olur.
Müellif (ra) bu konuda şöyle buyuruyor:
“Dünyâda şu mümin, kısmen kusûrâtından cezâsını gördüğü için, dünyâ onun hakkında bir dâr-ı cezâdır. Dünyâ, onların saâdetli âhiretlerine nisbeten bir zindan ve Cehennem’dir. Ve kâfirler mâdem Cehennemden çıkmayacaklar. Hasenâtlarının mükâfâtlarını kısmen dünyâda gördükleri ve büyük seyyiâtları te’hîr edildiği cihetle, onların âhiretine nisbeten dünyâ, Cennet’leridir.”
O halde, bu iki görüş sâhibleri arasındaki ihtilâf lâfızdan ibarettir; hakíkatte ise ihtilâf yoktur denilebilir.
Sâniyen: Kur’ân’ın ifâdesiyle, Cehennem yedi tabakadır ve her tabaka, ona lâyık suçlularla doludur.
مِنْهُمْ جُزْءٌ مَقْسُومٌ وَاِنَّ جَهَنَّمَ لَمَوْعِدُهُمْ اَجْمَعينَ لَهَا سَبْعَةُ اَبْوَابٍ لِكُلِّ بَابٍ
“Muhakkak Cehennem, İblis ve ona tâbi’ olanların va’d olundukları mahaldir. Cehennem için yedi kapı vardır. Her kapı için Cehennem ehlinden ayrılmış bir tâife vardır.”
Ba’zı müfessirlere göre, Cehennem’in yedi kapısından maksad, yedi tabakasıdır. Bu tabakalardan;
Birincisi: “Hâviye”, günâhkâr mü’minler için;
İkincisi: “Sakar”, Hıristiyanlar için;
Üçüncüsü: “Saîr”, Yahûdîler için;
Dördüncüsü: “Cahîm”, Sâbiînler için;
Beşincisi: “Leza”, Mecûsîler için;
Altıncısı: “Hutame”, Putperestler için;
Yedincisi: “Derk-i esfel”, münâfıklar içindir. Bu tabakalar içinde de binlerce azâb mertebeleri mevcûddur.
Sâlisen: Kâfir, küfrü sebebiyle kendisi için tesbît edilen Cehennem’in tabakasında iki cezâ görür:
Biri: Hukúkullaha tecâvüz etmesi sebebiyle müstehak olduğu cezâdır. Evet, küfür, gayr-i mütenâhî olan Zât, sıfât ve esmâ-i İlâhiyyeyi inkâr ve tezyîf olduğundan, hukúkullaha hadsiz bir tecâvüzdür. Bunun cezâsı ise ebedî Cehennem’dir. Zîrâ, Allah ebedî olduğu gibi, her bir isim ve sıfatı dahi ebedîdir. Dolayısıyla, Zât-ı İlâhî’yi veyâ esmâ ve sıfât-ı İlâhiyyeden birisini inkâr etmek, ebedî bir azâbı netîce verir.
Meselâ; Allah’ın kelâm-ı ezelî ve ebedîsi olan Kur’ân’ın bir tek âyetini inkâr eden veyâ bir tek hükm-i Kur’âniyyeyi reddeden kimse, o gayr-ı mütenâhî olan kelâm sıfatını inkâr ettiğinden, gayr-ı mütenâhî bir cinâyet işlemiş olur. Gayr-ı mütenâhî bir cinâyet ise, gayr-ı mütenâhî bir azâbı iktizâ eder. Bu ise, ebedî Cehennem’dir ve kâfirin Cehennem’de çekeceği azâbında hafifleme olmaz; belki azâbı devâmlı ziyâde edilir.
Demek, metinde geçen “kâfirin kesb-i istihkák ettiği cezâ”dan murâd, kâfirin hukúkullaha tecâvüzünden dolayı ebedî Cehennem’de kalmasıdır.
Diğeri: Kâfirin, hukúku’l-ibâda tecâvüz etmesi sebebiyle Cehennem’de çekeceği amelinin cezâsıdır. Evet, küfür, bütün mevcûdâtı tahkír ve zerreden Arş’a kadar umûm mevcûdâtın vücûb-i vücûd ve vahdâniyyet-i İlâhiyyeye şehâdetlerini red ve tekzîb olduğundan, hukúku’l-ibâda tecâvüzdür. Kâfir, mevcûdâtın hukúkuna tecâvüz ettiğinden dolayı, müstehak olduğu cezâsını çektikten sonra vücûdu ateşe karşı bir nevi ülfet peydâ eder, alışır. Cenâb-ı Hak, hukúk-ı ibâda taallûk eden cezâ bitmedikçe, ehl-i Cehennem’e ülfeti nasîb etmez.
İşte metinde geçen “kâfirin amelinin cezâsı”ndan murâd, hukúku’l-ibâda tecâvüzünden dolayı çektiği azâbtır. Her bir zerrenin tahkíri bir katl, her bir zerrenin vücûb-i vücûd ve vahdâniyyet-i İlâhiyyeye şehâdetinin tekzîbi ise başka bir katl hükmünde olduğu hakíkati düşünülse; kâfirin amelinin cezâsının ne kadar azîm ve dâimî olduğu anlaşılır. Müellif (ra), bu mevzû’da şöyle buyurmaktadır:
“Evet, küfür, mevcûdâtın kıymetini iskát ve ma’nâsızlıkla ittihâm ettiğinden bütün kâinâta karşı bir tahkír; ve mevcûdât âyinelerinde cilve-i Esmâyı inkâr olduğundan bütün Esmâ-yı İlâhiyyeye karşı bir tezyîf; ve mevcûdâtın vahdâniyyete olan şehâdetlerini reddettiğinden bütün mahlûkáta karşı bir tekzîb olduğundan; isti’dâd-ı insânîyi öyle ifsâd eder ki: Salâh ve hayrı kabûle liyâkatı kalmaz. Hem, bir zulm-i azîmdir ki: Umûm mahlûkátın ve bütün esmâ-i İlâhîyyenin hukúkuna bir tecâvüzdür. İşte şu hukúkun muhâfazası; ve nefs-i kâfir hayra kábiliyyetsizliği; küfrün adem-i afvını iktizâ eder. اِنَّ الشِّرْكَ لَظُلْمٌ عَظِيمٌ şu ma’nâyı ifâde eder.”
“SUÂL: Kısa bir zamândaki küfre mukábil, hadsiz bir zamân Cehennemde hapis nasıl adâlet olur?
“ELCEVÂB: Sene, üç yüz altmış beş gün hesâbıyla, bir dakíkada katl, yedi milyon sekiz yüz seksen dört bin dakíka hapis iktizâsı kánûn-i adâlet iken; bir dakíka küfür, bin katl hükmünde olduğundan, yirmi sene ömrünü küfürle geçiren ve küfür ile ölen bir adam, kánûn-i adâletle elli yedi trilyon iki yüz bir milyar iki yüz milyon sene beşerin kánûn-i adâletiyle hapse müstehak olur. Elbette خَالِدِينَ فِيهَا اَبَدًا adâlet-i İlâhî ile vech-i muvâfakatı bundan anlaşılıyor.
“Birbirinden gáyet uzak iki adedin sırr-ı münâsebeti şudur ki: Katl ve küfür, tahrîb ve tecâvüz olduğu için, gayre te’sîrât yapar. Bir dakíkada katl, leakal zâhirî âdete göre on beş sene maktûlün hayâtını selb eder, onun yerine hapse girer. Bir dakíka küfür, bin bir esmâ-i İlâhî’yi inkâr ve nukúşlarını tezyîf ve kâinâtın hukúkuna tecâvüz ve kemâlâtını inkâr ve hadsiz delâil-i vahdâniyyeti tekzîb ve şehâdetlerini reddetmek olduğundan; kâfiri, binler seneden ziyâde esfel-i sâfilîne atar, خَالِدِينَ de hapseder.”
Râbian: Kâfirin Cehennem’de çekeceği azâb ile alâkalı iki mes’ele-i mühimme vardır:
Birinci Mes’ele: Azâb çeken kâfirin cesedinin durumudur. Kâfir, yukarıda îzâh edilen amelinin cezâsını çektikten sonra, Cehennem ateşine karşı bir nev’i ülfet peydâ eder. Bu ülfet, hâşâ azâbın hafifleyeceği ma’nâsına gelmez. Belki, Cehennem’e girdiği ilk andan i’tibâren kâfirin azâbı devâmlı artarak gider.
Evet, Cehennem’de azâb-ı İlâhî devâmlı olarak arttığı gibi; buna bağlı olarak vücûdun o azâbdan aldığı elem de devâmlı artar. Demek, hem azâb, hem de o azâbdan hâsıl olan elem dâimî olarak artar. Azâbda ve elemde azalma ve hafifleme olmaz. Ancak, vücûd, bu azâba karşı tahammüle alışır ve ülfet peydâ eder ve bu ona bir nev’i rahmettir.
Müellif (ra)’ın, “Kâfir, küfrünün cezâsı olarak kesb-i istihkák ettiği ebedî Cehennem’de kalmakla berâber, amelinin cezâsını çektikten sonra ateşe karşı bir nevi ülfet peydâ eder” cümlesinde geçen ülfet ta’bîri, azâbın hafiflemesi ve elemin azalması demek değildir. Belki, zamânla o azâba alışmaktır. Cenâb-ı Hak, hukúk-ı ibâda taallûk eden cezâ bitmedikçe ehl-i Cehennem’e ülfeti nasîb etmez; onlar Cehennem’de devâmlı feryâd edip dururlar. Ehl-i Cehennem’in azâb-ı İlâhiyye karşı ülfet peydâ etmesini akla takrîb etmek için birkaç misâl zikredeceğiz:
Birinci misâl: Nasıl ki, hasta bir adam, hastalığının ilk günlerinde vücûdu alışmadığından çok elem çeker; hastalığı devâm ettikçe zamânla vücûd o hastalığa alışır ve hasta olan adam da bu hastalığı kabûllenir. Hastalık ve elem hafiflemediği halde zamânla vücûd o hastalığa alışır.
İkinci Misâl: Kış mevsimi geldiği zamân, insânlar birden soğuğa yakalandığı için, sıkıntı çekerler. Kışın soğuğu ve çekilen sıkıntı hafiflemediği halde zamânla o soğuğa alışırlar.
Üçüncü Misâl: Hapse giren bir adam, ilk zamânlar çok rahatsız olur. Hapis cezâsı düşmediği ve çektiği sıkıntı azalmadığı halde zamânla haline râzı olur ve bu cezâ ve sıkıntıya alışır.
Dördüncü Misâl: İlk olarak elli kiloyu kaldırmak bir adama zor gelebilir. Zamânla egzersiz yaparak bu yükü, belki daha fazlasını kaldırmaya alışır.
Beşinci Misâl: Yeni ilme başlayan bir talebe, ilk zamânlarda ilim tahsîlinde zorlanır. Ama, bu zorluklara zamânla alışır.
İşte bu beş misâle kıyâsen, ehl-i Cehennem’in azâbı ve o azâbdan hasıl olan elemi arttığı halde zamânla vücûd o azâba ve o eleme alışır. Yâni, hâline rızâ gösterir ve cezâsını kabûllenir. Gelecek âyet-i kerîmeler, bu hakíkati ifâde etmektedir:
اِنَّ الْمُجْرِمينَ فى عَذَابِ جَهَنَّمَ خَالِدُونَ لَا يُفَتَّرُ عَنْهُمْ وَهُمْ فيهِ مُبْلِسُونَ وَمَا ظَلَمْنَاهُمْ وَلكِنْ كَانُوا هُمُ الظَّالِمينَ وَنَادَوْا يَا مَالِكُ لِيَقْضِ عَلَيْنَا رَبُّكَ قَالَ اِنَّكُمْ مَاكِثُونَ
“Küfrü irtikâb eden kâfirler, azâb-ı Cehennem’de ebedî kalıcılardır. Cehennem’de kaldıkları müddet, asla azâbları tahfîf olunmaz. Onlar, azâbdan kurtulmaktan ümitlerini keserler. Binâenaleyh dâimâ muazzeb olurlar. Biz onlara zulmetmedik; velâkin onlar kendileri zâlim oldular. ( Cehennem azâbını ebedî kılmakla ve azâbı hafifletmemekle Biz, onlara zulmetmedik; velâkin onlar, küfür gibi azîm bir cinâyeti irtikâb etmekle ve hukúk-ı ibâda tecâvüz etmekle kendi nefislerine zulmettiler. Çünkü, cezânın büyüklüğü, cinâyetin büyüklüğü nisbetindedir.) Ehl-i Cehennem, üzerlerine vâkı’ olan azâba tahammülleri kalmayınca, Cehennem’in bekçisi olan Mâlik’i çağırırlar ve derler ki: ‘Ey Mâlik! Rabbin Teâlâ bizi öldürsün ki, azâb-ı Cehennem’den halâs olalım. Zîrâ, tahammülümüz kalmadı.’ (Rivâyette vardır ki, bin sene Mâlik’i böyle çağırırlar. Bin sene sonra Mâlik onlara şöyle cevâb verir:) ‘ Siz Cehennem’de kalacaksınız.’ ”
Bu âyetlerde kâfirlerin azâblarının üç cihetle şiddeti beyân olunmuştur:
Birincisi: Azâbın ebedî olmasıdır.
İkincisi: Azâbın tahfîf olunmamasıdır.
Üçüncüsü: Azâbdan kurtulmaktan ümidlerini kesmeleridir.
Bunun her üçü de azâb üzerine azâbtır.
İşte Müellif (ra)’ın, “Kâfir, küfrünün cezâsı olarak kesb-i istihkák ettiği ebedî Cehennem’de kalmakla berâber, amelinin cezâsını çektikten sonra ateşe karşı bir nev’i ülfet peydâ eder” cümlesinden murâd, mezkûr ma’nâlardır.
İkinci Mes’ele: Azâbın şeklidir. Kâfirin küfrünün cezâsı, ebedî Cehennemdir. Bu azâbda hafifleme olmaz; belki her an azâb ziyâdeleşir. Hem kâfirin Cehennem’de değişik azâb şekilleriyle muazzeb olması da azâbın ziyâde olmasının bir başka ma’nâsıdır. Kur’ân-ı Azîmüşşân bu hakíkati, bir çok âyâtıyla beyân etmiştir. Nümûne olarak birkaçını naklediyoruz:
اِنَّ الَّذينَ كَفَرُوا وَمَاتُوا وَهُمْ كُفَّارٌ اُولئِكَ عَلَيْهِمْ لَعْنَةُ اللّهِ وَالْمَلئِكَةِ وَالنَّاسِ اَجْمَعينَ خَالِدينَ فيهَا لَايُخَفَّفُ عَنْهُمُ الْعَذَابُ وَلَاهُمْ يُنْظَرُونَ
“Şu kimseler ki, kâfir oldular ve kâfir oldukları halde öldüler. İşte Allah’ın ve meleklerin ve tüm insânların la’neti onlar üzerine nâzil olacak ve ebedî la’nete mazhariyyetle Cehennem’de kalıcı oldukları halde onlardan azâb bir lâhza bile tahfîf olunmaz ve onlara bir dakíka bile mühlet verilmez.”
وَاِذَا رَاَ الَّذينَ ظَلَمُوا الْعَذَابَ فَلَا يُخَفَّفُ عَنْهُمْ وَلَا هُمْ يُنْظَرُونَ
“Zâlimler, azâbı gördüklerinde onlardan azâb tahfîf olunmaz ve onlara mühlet verilmez.”
اَلَّذينَ كَفَرُوا وَصَدُّوا عَنْ سَبيلِ اللّهِ زِدْنَاهُمْ عَذَابًا فَوْقَ الْعَذَابِ بِمَا كَانُوا يُفْسِدُون
“Şu kimseler ki, kâfir oldular ve yalnız küfürle iktifâ etmediler; belki küfürleriyle berâber tarîk-ı İlâhî olan dîn-i İslâma dâhil olmak isteyenleri men’ ettiler. Onların ifsâdları sebebiyle biz azâblarının üzerine azâb ziyâde ettik.”
اِنَّ الَّذينَ كَفَرُوا بِايَاتِنَا سَوْفَ نُصْليهِمْ نَارًا كُلَّمَا نَضِجَتْ جُلُودُهُمْ بَدَّلْنَاهُمْ جُلُودًا غَيْرَهَا لِيَذُوقُوا الْعَذَابَ اِنَّ اللّهَ كَانَ عَزيزًا حَكيمًا
“Şu kimseler ki, onlar bizim vahdâniyyetimize ve nebîmizin nübuvvetine delâlet eden âyetleri inkâr ettiler. Onları yakında Biz, nâr-ı Cehennem’e idhâl ederiz. Her ne zamân derileri pişer, yanar ve müzmahil olursa; Biz onların derilerini evvelki derilerinin gayrı yeni bir deriye tebdîl ederiz ki, onlar azâbı dâimî sûrette tatsınlar. Zîrâ, Allahu Teâlâ cümle âleme gálib ve ef’âli, hikmete muvâfıktır.”
مَاْويهُمْ جَهَنَّمُ كُلَّمَا خَبَتْ زِدْنَاهُمْ سَعيرًا
“O kâfirlerin mahalleri Cehennemdir. Her ne zamân onların etlerini ve derilerini yakmakla Cehennem’in alevi azalırsa, biz onların derilerini ve etlerini iâde etmekle onlara Cehennem’in alevini ziyâde ederiz.”
وَالَّذينَ كَفَرُوا لَهُمْ نَارُ جَهَنَّمَ لَايُقْضى عَلَيْهِمْ فَيَمُوتُوا وَلَا يُخَفَّفُ عَنْهُمْ مِنْ عَذَابِهَا كَذلِكَ نَجْزى كُلَّ كَفُورٍ
“Şu kimseler ki, kâfir oldular. Onlar için Cehennem azâbı vardır. Ehl-i Cehennem üzerine ölümle hükmolunmaz ki, ölseler de azâbdan kurtulsalar. Ve onlardan Cehennem azâbı tahfîf olunmaz ki, bir nefes alsalar da azıcık bir zamân istifâde etseler. İşte her münkir-i niam-ı İlâhiyye olan kâfire Biz böylece cezâ veririz.”
فَذُوقُوا فَلَنْ نَزيدَكُمْ اِلَّا عَذَابًا
“Kâfirlere şöyle denir: Cehennem azâbını tadın. Bundan sonra ancak azâbınızı arttıracağız.”
Hulâsâ: Kâfir, amelinin cezâsını çektikten sonra ateşe karşı bir nev’i ülfet peydâ eder. Bununla berâber, çekeceği azâbda ve o azâbdan hâsıl olan elemde hiç bir hafifleme olmaz. Belki, dâimî olarak hem azâb, hem de elem artar. Zîrâ, mezkûr âyetlerin ifâdesiyle, onlar hakkında vaîd-i İlâhî böyle hükmolunmuştur.
Cehennem’de kâfirlerin azâbının hafiflemeyeceğini îzâh eden bunlar gibi yüzer âyât-ı Kur’âniyye mevcûd iken, bu hakíkatı inkâr etmek, yüzer âyât-ı Kur’âniyyeyi inkâr etmek hükmündedir. Dellâl-ı Kur’ân olan Üstad Bedîüzzamân Hazretleri de Kur’ân’ın bu hükmünü beyân etmiştir. O halde, Üstad Bedîüzzamân Hazretlerinin bu ifâdeleri, âyât-ı Kur’âniyyeye tam muvâfıktır; muhâlif değildir. Dolayısıyla, bu zâtın Kur’ân’ın bu hükmüne muhâlif söz söylemesi tasavvur edilemez. Ancak, o gizli zındıka komitesi, Üstad Bedîüzzamân Hazretlerinin bu cümlelerini te’vîlât-ı fâside ile te’vîl edip bâtıl bir ma’nâ vererek Bedîüzzamân Hazretlerine iftirâda bulunmuştur. O gizli zındıka komitesinin bu iftirâsına karşı bütün Müslümanların Üstad Bedîüzzamân Hazretlerini gelecek âyet-i kerîmenin nassıyla tebrie etmesi vazîfeleridir:
َا يَكُونُ لَنَا اَنْ نَتَكَلَّمَ بِهذَا سُبْحَانَكَ هذَا بُهْتَانٌ عَظيمٌ
Meali: “Bizim için, söylenen şu sözü ve bunun emsâlini söylemek sahîh olmaz. Ne acâib ve garâibe tesâdüf ediyoruz. Yâ Rabbî! Seni nekáisten tenzîh ederiz ki, şu söylenen söz, vâkıın hılâfı büyük bir bühtân ve iftirâdır.”
Kaynak:Rahle Yayınları; Reddu’l-evham-3