tel tel tel
Kur'an-ı Kerim'den
Ey Resulüm! (Biz Seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik.
(Enbiya, 21/107)
Hadîs-i Şeriflerden
Namazı benden gördüğünüz şekilde kılınız.
(Buhari, Ahâd 1)
Dualardan
Ellah sizlerden ebedî razı olsun, âmîn. Ve sizi, hizmet-i imaniye ve Kur'aniyede muvaffak eylesin, âmîn.
(Kastamonu Lahikası)
Vecîze
Bir kalb ve vicdan, fezâil-i İslâmiye ile mütezeyyin olmazsa, ondan hakikî hamiyet ve sadakat ve adalet beklenilmez.
Münâzarât

RİSÂLE-İ NÛR OKUYAN HERKES EHL-İ NECÂT VE EHL-İ CENNETMİDİR?

Ma’lûm zındıka komitesinin fâsid te’vîllerle te’vîl ettikleri bir mes’ele de Üstâd Bedîüzzamân Hazretlerinin gelecek mektûbunda îzâh ettiği dost, kardeş ve talebe mes’elesidir. O komite, Üstâd Bedîüzzamân Hazretlerinin bu mektûbunda zikrettiği şartları göz ardı ederek ve bu şartlara hâiz kimselere mahsûs olan müjdeleri umûma teşmîl ederek diyorlar ki; Risâle-i Nûr talebeleri ehl-i necât ve ehl-i cennettir. Hattâ dost bile olsa velev bu dersleri bir def’a dinlese îmân ve ameli sağlam olsun olmasın o kimse kurtulur. Şimdi cümleleri sû-i isti’mâl edilen Üstâd Bedîüzzamân Hazretlerinin mektûbunu şerh ve îzâh edeceğiz:

“ONUNCU MES’ELE
“[Ziyâretçilere âit ba’zı dostlar tarafından ihtâr ile, bir düstûr îzâh edilmek istenilmiştir. Onun için yazılmıştır.]

“Ma’lûm olsun ki: Bizi ziyâret eden, ya hayât-ı dünyeviyye cihetinde gelir; o kapı kapalıdır. Veyâ hayât-ı uhrevîyye cihetinde gelir. O cihette iki kapı var:

“Ya şahsımı mübârek ve makàm sâhibi zannedip gelir. O kapı dahi kapalıdır. Çünkü ben kendimi beğenmiyorum, beni beğenenleri de beğenmiyorum. Cenâb-ı Hakk’a çok şükür, beni kendime beğendirmemiş.

“İkinci cihet, sırf Kur’ân-ı Hakîm’in dellâlı olduğum cihetledir. Bu kapıdan girenleri, alerre’si vel’ayn kabûl ediyorum. Onlar da üç tarzda olur: Ya dost olur, ya kardeş olur, ya talebe olur.”

Üstâd Bedîüzzamân Hazretleri, bu taksîmâtı gelecek hadîs-i şerîfe göre yapmıştır:

“Ya âlim ol! Veyâ müteallim ol! Veyâ müstemi’ ol! Veyâ muhîb ol! Sakın beşinci olma! Helâk olursun.”

Bu hadîs-i şerîfte geçen “âlim” den murâd; fukahânın ta’rîf ettiği âlimdir. Ya’nî ulûm-i şer’ıyye olan tefsîr, hadîs, fıkıh ve akìdeyi bilen kimsedir.

“Müteallim”den murâd; ulûm-i şer’ıyye olan tefsîr, hadîs, fıkıh ve akìdeyi tahsîl eden kimsedir.

“Müstemi”den murâd; tefsîr, hadîs, fıkıh ve akìde denilen şer’ì ilimleri dinleyen kimsedir. Ya’nî ehl-i ilmin meclisinde bulunup onları dinleyen ve onların ilminden istifâde eden kimsedir.

“Muhîb”den murâd; şer’ì ilimleri bilen, tahsîl eden ve dinleyen kimseleri seven kimsedir.

“Beşinci”den murâd ise; ehl-i ilme adâvet ve buğzeden câhil kimsedir.

Bu îzâha göre hadîsin ma’nâsı şöyle olur:
“Ya şer’ì ilimleri bilen ol! Veyâ şer’ì ilimleri tahsîl eden ol! Veyâ şer’ì ilimleri dinleyen ol! Veyâ şer’ì ilimleri bilen, tahsîl eden ve dinleyen kimseleri seven ol! Sakın beşinci ya’nî ehl-i ilme adâvet ve buğzeden câhil kimse olma! Helâk olursun.”

İşte Üstâd Hazretleri, mezkûr mektûbunu bu hadîs-i şerîf üzerine binâ etmiştir. Şöyle ki: Hadîs-i şerîfde geçen âlimden murâd; Kur’ân dellâlı olması hasebiyle kendisidir. Bedîüzzamân Hazretleri, hadîste geçen “müteallim” ta’bîri yerinde “talebe” ta’bîrini kullanmış. “Müstemi’” ta’bîri yerinde kardeş ta’bîrini, “muhib” ta’bîri yerinde ise; “dost” ta’bîrini kullanmıştır.

Üstâd Hazretlerinin bu mektupta zikrettiği mes’ele, Risâle-i Nûr mesleğine mahsûs bir hüküm değildir. Belki Bedîüzzamân Hazretleri, Kur’ân’ın dellâlı olması hasebiyle sırr-ı verâset-i nübüvvetle mezkûr hadîsin hükmünü böylece ifâde etmiştir.

Üstâd Hazretleri, bu mektupta geçen “Biz” ta’bîriyle, sırr-ı verâset-i nübüvvetle Kur’ân dellâlığını kasdediyor, beşerî şahsiyyetini kasdetmiyor. Zâten beşerî şahsiyyeti bu mes’elede mevzû’ bahis değildir. Üstâd Hazretleri burada beşerî şahsiyyetini ortadan kaldırdığına göre bu mektûbta beyân edilen asıl mes’elenin, mezkûr hadîs-i Nebevînin hükmünü ifâde etmek olduğu zâhirdir.

(Dostun hâssası ve şartı budur ki: Kat’iyyen, Sözler’e) hakàik-ı îmâniyyeye (ve envâr-ı Kur’âniyyeye dâir olan hizmetimize ciddî tarafdâr olsun;) Ya’nî Hazret-i Peygamber (asm)’ın getirdiği bütün ahkâma ve zarûriyyât-ı dîniyyeye îmân etsin ve o ahkâmın icrâ ve tatbîkine tarafdâr olsun. (ve haksızlığa) hak, Kur’ân ve hadîstir ve bu iki kaynağı îzâh eden İcmâ’-i ümmet (sahâbe-i kirâm ve müctehidîn-i izâmın icmâ’ı) ve kıyâs-ı fukahâdır. Haksızlık ise; Kur’ân ve hadîsi ve bu iki kaynaktan çıkan İcmâ’-i ümmet (sahâbe-i kirâm ve müctehidîn-i izâmın icmâ’ı) ve kıyâs-ı fukahâyı kabûl etmemek ve onlara muhâlefet etmektir. (ve bid’alara) bu cümlede geçen “bid’a” ta’bîrinden murâd; edille-i şer’ıyye denilen Kitâb, sünnet, icmâ’-ı ümmet ve kıyâs-ı fukahâdan çıkan şeâir-i İslâmiyyenin yerine ikàme edilen bugünkü ilmî, amelî ve edebî felsefedir. (ve dalâlete) te’vîlât-ı fâside ile Kur’ân ve hadîsi te’vîl edenlerin bâtıl efkârına  (kalben tarafdâr olmasın, kendine de istifâdeye çalışsın.) Elden geldiği kadar hakàik-ı îmâniyyeden ve envâr-ı Kur’âniyyeden istifâde etmeye gayret sarfetsin.
Görüldüğü gibi; Üstâd Bedîüzzamân Hazretleri, Kur’ân-ı Hakîm’in dellâlı olan kendisine ve beyân ettiği Risâle-i Nûr nâmı altındaki hakàik-ı îmâniyye ve envâr-ı Kur’âniyyeye dost olabilmek için beş şartın mevcûd olması gerektiğini bildiriyor. Bu şartlar:

1) Hazret-i Peygamber (asm)’ın getirdiği bütün ahkâma ve zarûriyyât-ı dîniyyeye îmân etmek ve o ahkâmın icrâ ve tatbîkine tarafdâr olmak.
2) Haksızlığa kalben tarafdâr olmamak. Ya’nî kendisi bizzât Kur’ân ve hadîsi ve bu iki kaynaktan çıkan icmâ’-ı ümmet (sahâbe-i kirâm ve müctehidîn-i izâmın icmâ’ı) ve kıyâs-ı fukahâyı kabûl edecek. Edile-i şer’ıyyeyi kabûl etmeyen ve muhâlefet edenlere de tarafdâr olmayacaktır.
3) Bid’alara, ya’nî edille-i şer’ıyye denilen Kitâb, sünnet, icmâ’-ı ümmet ve kıyâs-ı fukahâdan çıkan şeâir-i İslâmiyyeyenin yerine ikàme edilen bugünkü ilmî, amelî ve edebî felsefeye kalben tarafdâr olmamak.
4) Dalâlete, ya’nî te’vîlât-ı fâside ile Kur’ân ve hadîsi te’vîl edenlerin bâtıl efkârına kalben tarafdâr olmamak.
5) Hakàik-ı îmâniyye ve envâr-ı Kur’âniyyeyi ders veren Risâle-i Nûr eserlerinden elden geldiği kadar istifâde etmeye gayret sarfetmektir.

O halde ancak mezkûr şartları hâiz olanlar, dost unvânını alabilirler.

(Kardeşin hâssası ve şartı şudur ki:) Dost olabilmek için zikredilen şartlarla berâber (Hakìkì olarak) ya’nî zâhirî ve sun’ì bir şekilde değil, nâm ve şöhret için değil, belki Risâle-i Nûr’da geçen hakàiki gerçek ma’nâda meleke hâline getirerek, anlayarak okur, tarafdâr olarak kabûl eder ve o hakàiki başkalarına da anlatır. (Sözler’in) Hakàik-ı Kur’âniyyenin (neşrine ciddî çalışmakla berâber,) Ya’nî ciddî ma’nâda Kur’ân hizmetinde bulunur. Ya’nî Kur’ân’ın hem lafzını, hem ma’nâsını, ehâdîs-i Nebeviyyenin hem lafzını hem ma’nâsını öğrenir, Risâle-i Nûr’u da hakàik-ı îmâniyye cihetinde Kur’ân ve hadîsin bir tefsîri niyyetiyle okur, okutturur, ders verir. Kısaca bu hizmet-i Kur’âniyyeye hem tarafdârdır, hem de ciddî olarak hakàik-ı îmâniyye ve envâr-ı Kur’âniyyeye çalışır. Bununla berâber (beş farz namazını edâ etmek,) namazlarını kazâya bırakmamak  (yedi kebâiri işlememektir.) Kebâir çoktur. Hattâ bir kısım ulemâ-i İslâm kebâirin yetmiş küsûr olduğunu beyân etmişlerdir. Mûbikàt-ı seb’a denilen insânı dünyâ ve âhirette helâka götüren ekberü’l-kebâir ise yedidir. Üstâd Hazretleri bu yedi kebâiri Barla Lâhikası’nda şöyle îzâh etmektedir: ““

“Hem mektûbunuzda “yedi kebâir”i soruyorsunuz. Kebâir çoktur, fakat ekberü’l-kebâir ve mûbikàt-ı seb’a tâbir edilen günâhlar yedidir: “Katl, zinâ, şarab, ukûk-ı vâlideyn (ya’nî kat’-ı sılâ-yı rahm), kumar, yalancı şehâdetlik, dîne zarâr verecek bid’alara taraftâr olmak”tır.”

İmâm Zehebî ise,  el-Kebâir adlı eserinde büyük günâhları şöyle tesbît etmiştir:

KEBÂİR (BÜYÜK GÜNÂHLAR)
1. Ellah’a (zâtında veyâ sıfatında veyâ esmâsında veyâ ef’âlinde) ortak koşmak.
2. Haksız yere mü’min bir nefsi öldürmek.
3. Sihir ve büyü yapmak.
4. Farz olan namazı tamâmen terk etmek veyâ vaktinden çıkarmak. Özürsüz cemâatı terk etmek.
5. Zekâtı vermemek.
6. Özürsüz Ramazan’da oruç tutmamak.
7. Gücü yettiği halde hacc etmemek.
8. Anaya babaya eziyet etmek, karşı gelmek.
9. Akrabâ ile (yakınlarla) ilgisini kesmek.
10. Zinâ yapmak.
11. Livata yapmak.
12. Faiz alıp vermek.
13. Yetimin malını haksız yere yemek, ona zulmetmek.
14.  Ellah ve Resûlü nâmına yalan söylemek. Ya’nî Ellah ve Resûlünün söylemediği sözleri onlara isnâd etmek.
15. Düşmanla savaşırken cepheden kaçmak.
16. Devlet başkanının ve idârecilerin halkı aldatması, onlara zulüm etmesi.
17. Kibir, gurûr, ucub, kendini beğenme, başkalarını hor görme.
18. Yalan yere şâhidlik etmek.
19. İçki içmek, içki îmâl etmek, satmak ve nakl etmek vs.
20. Kumar oynamak.
21. İffetli kadınlara iftirâ etmek.
22. Ganîmet malına hıyânet etmek.
23. Hırsızlık yapmak.
24. Yol kesicilik, başkalarının malını gasbetmek.
25. Yemîn-i ğâmusta bulunmak. Ya’nî bile bile yalan yere yemîn etmek.
26. Zulmetmek.
27. Zulmen vergi almak.
28. Harâm yemek.
29. Kendini öldürmek, intihâr.
30. Yalan söylemek.
31. Hakkàniyyet üzere hüküm vermemek, adâletsizlik etmek.
32. Hüküm vermek için rüşvet almak.
33. Kadınların erkeklere, erkeklerin kadınlara benzemeye çalışması.
34. Deyyusluk. (Nâmusunu kıskanmamak)
35. Hulle fiilinde bulunmak.(Üç talâkla boşanan bir kadını eski kocasına geri iâde etmek için geçici nikâhta bulunmak)
36. İdrârdan korunmamak, temizlenmemek.
37. Amelinde riyâda bulunmak,
38. Dînî ilimleri dünyâlık için öğrenmek ve bildiği ilmi halka anlatmayıp saklamak.
39. Hâinlik etmek. Kendisine tevdî edilen emânetlerde hıyânette bulumak.
40. Yaptığı iyiliği başa kakmak, minnet etmek.
41. Kadere inanmamak. (Kaderi inkâr etmediği halde ehli i’tizâl gibi fâsid te’vîl ile te’vîl etmek.
42. İnsânların gizli hallerini (ayıp ve günâhlarını) araştırmak.
43. Koğuculuk, nemmâmlık, söz taşımak.
44. Lâ’net etmek, belâ okumak.
45. Ahde vefasızlık ve başkalarını kandırmak.
46. Büyücüyü ve müneccimi (yıldızlar ilmiyle meşgùl olanı) tasdîk etmek.
47. Kadının kocasına  karşı tâatta bulunmayıp nâşize olması.
48. Resim, heykel ve fotoğraf yapmak, yaptırmak ve bulundurmak.
49. Ölü için feryâd etmek, yaka yırtmak, saç yolmak.
50. Bâğîlik etmek (Şer’ì devlete baş kaldırmak).
51. Zayıflara, kölelere, kadınlara ve hayvânlara eziyyet etmek.
52. Komşuya ezâ vermek ve onu üzmek.
53. Müslümanlara ezâ vermek ve onları üzmek.
54. Kendilerini Ellah’ın ibâdetine vermiş kimselere ezâ etmek ve onlara karşı dil uzatmak.
55. Elbiseleri gösteriş için yerlerde sürünecek şekilde uzatmak.
56. Erkeklerin ipek elbise giyinmeleri ve altın kullanmaları.
57. Kölenin efendisinden kaçması.
58. Ellah’tan başkası adına hayvân kesmek.
59. Bile bile babası olmayan adam için “babamdır” diye iddiâ etmek.
60. Hakkı isbât etmek için değil de hasmını ilzâm için nefsânî mücâdele ve münâkaşada bulunmak.
61. Sâhib olduğu suyun fazlasını başkasına vermekten imtinâ’ etmek.
62. Ölçü ve tartıda hîle yapmak.
63. Ellah’ın mekrinden emîn olmak. (Ellah bana azâb etmez ve bana belâ vermez, ben kurtulmuşum akìdesini taşımak.)
64. Ellah’ın rahmetinden ümîd kesmek.
65. Cemâate gitmeyip özürsüz olarak yalnız namaz kılmak.
66. Cum’a namazını ma’ziretsiz terk etmekte ısrâr etmek.
67. Vârislere zarâr verecek bir vasiyyette bulunmak.
68. Hîle ve hud’a yapmak. (Başkalarını aldatmak
69. Müslümanların aleyhinde câsusluk yapmak.
70. Ashâb-ı kirâmdan birine dil uzatmak.”

Demek kardeş olabilmek için, dost için zikredilen mezkûr beş şartla berâber ayrıca gelecek üç şartı da yerine getirmek gerekmektedir:

1) Hakìkì olarak hakàik-ı Kur’âniyyenin neşrine ciddî çalışmak. Ya’nî dînin temel kaynağı olan Kur’ân ve hadîsin lafızlarını ve ma’nâlarını öğrenip, Risâle-i Nûr’u da hakàik-ı îmâniyye cihetinde Kur’ân ve hadîsin bir tefsîri niyyetiyle okumak, anlamak, kabûl edip tarafdâr olmak ve başkalarına da ders vermektir.

2) Beş vakit namazını ta’dîl-i erkâna riâyet ederek, elden geldiğince câmi ve cemâate devâm ederek, vaktinde, devâmlı bir sûrette kılmak, namazın âhirindeki tesbîhâtı yapmaktır. Namazlarını kazâya bırakmamaktır.

3) Yedi kebâiri işlememektir.

O halde ancak mezkûr şartları hâiz olanlar, kardeş unvânını alabilirler. (Talebeliğin hâssası ve şartı şudur ki: Sözler’i kendi malı ve te’lîfi gibi hissedip sâhib çıksın) Talebe, Kur’ân-ı Hâkimin elfâzını, ma’nâsını ve hakìkatını ve envâr-ı Kur’âniyyeyi aynen Üstâd gibi feyz nev’ìnden bütün rûhuyla alıp verir. Ya’nî Üstâd Hazretleri, o dersi hangi makàmdan almış, anlamış ve ders vermişse; o da aynı dersi aynı makàmdan alıp, anlayıp sanki kendisi te’lîf etmiş gibi insânlara ders verir. Meselâ; Âyetü’l-Kübrâ Risâlesindeki seyahâti, kalb ve rûhunda hisseder. Otuzuncu Lem’anın mevzû’u olan altı ism-i İlâhînin âlemdeki tecellîsini o Risâlede ders verildiği şekilde müşâhede edip zevkeder. Ya’nî Risâle-i Nûr eserlerine, yeni te’lîf etmiş kendi eseri gibi sâhib çıkar. Yoksa Risâle-i Nûr’daki cümlelerin sâdece lafızlarını ezberlemek değil, ihtivâ ettiği ma’nâyı kalben ve rûhen anlayıp hissetmek ve derkedip zevketmek lâzımdır.

Risâle-i Nûr’un talebeleri, Dellâl-ı Kur’ân olan Bedîüzzamân Said Nursî Hazretlerine ma’nevî ve ilmî cihette vâris olan ve hakàik-ı îmâniyye ve esâsât-ı İslâmiyyeyi insânlara teblîğ etmekle vazîfedâr olan eşhâsdır. Bu eşhâs, zâhirî ilimleri elde ettikten sonra bâtınî ilimleri de elde etmek sûretiyle Risâle-i Nûr vâsıtasıyla hakìkate geçen kimselerdir. Bu Zevât-ı Âliye, Üstâd Bedîüzzamân Hazretleri ve Risâle-i Nûr’un irşâdâtıyla tekâmül edip –Âyetü’l Kübrâ Risâlesinde beyân edildiği tarzda– hakìkatü’l-hakàike geçen ve o hakàikin hakìkì zevkini tadan başta Hacı Hulûsî Bey olmak üzere Hoca Sabri, Mehmet Feyzi, Hâfız Ali, Hasan Feyzi, Husrev gibi erkân ve esâslardır. Bunlar Üstâd Bedîüzzamân (ra)’ın irşâdıyla tasfiye-i zihin eden ve ilm-i zâhir ile ilm-i bâtını mezceden kimselerdir. Bunların içinde dâimâ birinciliği muhâfaza eden Hacı Hulûsî Bey hakkında Üstâd Hazretleri şöyle buyurmaktadır:

“Cemâata Sözleri okumak zamânında, sendeki hissiyyât-ı âliye ve fazla inkişâf ve fedâkârâne hamiyyet-i dîniyye galeyânının sırrı şudur ki:

Velâyet-i kübrâ olan verâset-i nübüvvetteki makàm-ı teblîğin envârı altına girdiğin içindir. O vakit sen, dellâl-ı Kur’ân Said’in vekîli, belki ma’nen aynı hükmüne geçtiğin içindir.”
“Sizin gibi hakìkata yetişmiş ve hakìkattaki hakìkì teselli ve esâslı sevinci bulmuş zâtlara, envâr-ı îmâniyyenin ve esrâr-ı Kur’âniyyenin neşirlerine karşı ehl-i dalâletin ve şeytânların desâisle tehâcümünden neş’et eden müşkilât ve gam ve kedere karşı sabır ve metânet et ve hüzün ve merâk etme demeye ihtiyâc hissetmem.” (ve en mühim vazîfe-i hayâtiyyesini, onun neşir ve hizmeti bilsin.) Ya’nî talebenin “Ellah, beni bu nev’ì hakàik-ı îmâniyyeyi ve envâr-ı Kur’âniyyeyi anlayıp başkalarına anlatmak için yaratmış. Ben, bu dürûs-i Kur’âniyyenin hâdimiyim. Okurum, okuttururum, ders veririm, neşrederim” diye inanması lâzımdır. Fakat o hakàiki neşrederken Üstâd Hazretlerinin aynı makàmından dersini alır, hakka’l-yakìn derecede îmânı inkişâf eder.

Demek talebe olabilmek için, dost ve kardeş için zikredilen şartları hâiz olmakla berâber, ayrıca gelecek şartları da yerine getirmek gerekir:

1) Risâle-i Nûr eserlerine kendi malı ve te’lîfi gibi sâhib çıkmak. Ya’nî Üstâd Hazretleri hangi makàmdan o dersi alıp vermiş ise o da aynı makàmdan aynı dersi alıp kendi te’lîfi imiş gibi başkalarına ders vermek.

2) En mühim vazîfe-i hayâtını bu Kur’ânî hakìkatlerin neşir ve hizmeti bilmek. Bu vazîfeyi hayâtının son anına kadar en mükemmel bir tarzda îfâ eden Hacı Hulûsî Bey bu konuda şöyle buyuruyor:

“Sevgili Üstâdım! Evvelce arzettiğim vechîle ben artık bir şey için yaşadığımı zannediyorum. O da, Üstâdım olan dellâl-ı Kur’ân’ın vazîfe-i me’mûre-i ma’neviyyesini ifâda kendilerine pek cüz’î bir yardım ve Kur’ân hesâbına cüz’î bir hizmetkârlıktan ibârettir.”

“Şöyle düşünüyordum; eğer yalnız adüvv-i ekber olan nefsin hîlesinden ve cin ve ins ve şeytânların mekrinden emîn olayım diye herkes başını karanlığa çekse ve kendisi köşe-i nisyâna çekilse veyâ çekilmek istese ve âlem-i insân ve âlem-i İslâm mühmel kalacak, kimsenin kimseye fâidesi olmayacak bir zamân olsa; ben dîn kardeşlerime bu nurlu hakìkatleri iblâğ edeyim de Ellahu Zülcelâl nasıl şe’n-i Ulûhiyyetine yaraşırsa öyle muâmele eylesin. Nefsimi düşünmekten kat-ı nazar etmeyi yine o zamânlarda çok fâideli görüyordum.”

(İşte şu üç tabaka benim üç şahsiyyetimle alâkadârdır. Dost, benim şahsî ve zâtî şahsiyyetimle münâsebetdâr olur.) Bedîüzzamân Hazretleri bu cümlesinde Kur’ân’ın dellâllığına âit olan şahsiyyetini kasdediyor. Yoksa beşerî ve nesebî şahsiyyetini murâd etmiyor. Meâlen “Dost, Kur’ân şâkirdi olmam hasebiyle benimle alâkadârdır” diyor. Çünkü hayât-ı dünyeviyye için gelenleri veyâ şahsını mübârek ve makàm sâhibi zannedip ziyâretine gidenleri, mektûbun başında geçen “Ma’lûm olsun ki: Bizi ziyâret eden, ya hayât-ı dünyeviyye cihetinde gelir; o kapı kapalıdır. Veyâ hayât-ı uhrevîyye cihetinde gelir. O cihette iki kapı var:

Ya şahsımı mübârek ve makàm sâhibi zannedip gelir. O kapı dahi kapalıdır. Çünkü ben kendimi beğenmiyorum, beni beğenenleri de beğenmiyorum. Cenâb-ı Hakk’a çok şükür, beni kendime beğendirmemiş” cümleleriyle reddetti.

(Kardeş, abdiyyetim ve ubûdiyyet noktasındaki şahsiyyetimle alâkadâr olur.) Ya’nî Üstâd Hazretlerinin uhrevî kazancına ortak olur. (Talebe ise, Kur’ân-ı Hakîm’in dellâlı cihetinde ve hocalık vazîfesindeki şahsiyyetimle münâsebetdârdır.) Ya’nî ben sırr-ı verâset-i nübüvvetle hangi makàmda dersimi almışsam o da sırr-ı verâsetle aynı makàma girip aynı dersi alır.

Demek Üstâd Bedîüzzamân Hazretlerinin üç şahsiyyeti mevcûddur:
Birincisi: Kur’ân’a âit bir şahsiyyeti var ki o da Kur’ân hazînesinin dellâllığını yapmaktır. Talebe, Üstâdın bu şahsiyyetiyle alâkadârdır. Dellâl-ı Kur’ân olan Bedîüzzamân Said Nursî Hazretlerine ma’nevî ve ilmî cihette vâris olur ve Sırr-ı verâset-i nübüvvetle hakàik-ı îmâniyye ve esâsât-ı İslâmiyyeyi insânlara teblîğ etmekle vazîfedârdır.

İkincisi: Ubûdiyyet vaktindeki şahsiyyetidir. Kardeş, Üstâdın bu şahsiyyetiyle alâkadârdır. Ubûdiyyet cihetinde Üstâd Hazretlerine vâris olur. Ya’nî aynen Üstâd gibi ibâdet eder.

Üçüncüsü: Hakìkì ve zâtî şahsiyyetidir. Dost, Üstâdın bu şahsiyyetiyle alâkadârdır. Ya’nî âlimlik sıfatıyla Üstâd Hazretlerine bağlıdır, ilim sıfatıyla onu sever. Ubûdiyyet cihetiyle Üstâd hazretlerine vâris olamadığı gibi; ma’nevî ve ilmî cihette Üstâd Hazretlerine vâris olamaz, sırr-ı verâset-i nübüvvetle teblîğ makàmına giremez.

Üstâd Hazretleri bu üç şahsiyyetini, 26. Mektûb’un İkinci Mebhas’ında şöyle îzâh etmektedir:

“İKİNCİ MEBHAS
“[Şu Mebhas, bana dâimî hizmet edenlerin, ahlâkımda gördükleri acîb ihtilâftan gelen hayretlerine karşı; hem iki talebemin benim hakkımda haddimden fazla hüsn-i zanlarını ta’dîl etmek için yazılmıştır.]

“Ben görüyorum ki: Kur’ân-ı Hakîm’in hakàikine âit ba’zı kemâlât, o hakàike dellâllık eden vâsıtalara veriliyor. Şu ise yanlıştır. Çünkü me’hazın kudsiyyeti, çok bürhânlar kuvvetinde te’sîrât gösteriyor; onun ile, ahkâmı umûma kabûl ettiriyor. Ne vakit dellâl ve vekîl gölge etse, ya’nî onlara teveccüh edilse, o me’hazdaki kudsiyyetin te’sîri kaybolur. Bu sır içindir ki, bana karşı haddimden çok fazla teveccüh gösteren kardeşlerime bir hakìkatı beyân edeceğim. Şöyle ki:
“Bir insânın müteaddid şahsiyyeti olabilir. O şahsiyyetler ayrı ayrı ahlâkı gösteriyorlar. Meselâ: Büyük bir me’mûrun, me’mûriyyet makàmında bulunduğu vakit bir şahsiyyeti var ki; vakar iktizâ’ ediyor, makàmın izzetini muhâfaza edecek etvâr istiyor. Meselâ: Her ziyâretçi için tevâzû’ göstermek tezellüldür, makàmı tenzîldir. Fakat kendi hânesindeki şahsiyyeti, makàmın aksiyle ba’zı ahlâkı istiyor ki, ne kadar tevâzû’ etse iyidir. Az bir vakar gösterse, tekebbür olur. Ve hâkezâ...

“Demek bir insânın, vazîfesi i’tibâriyle bir şahsiyyeti bulunur ki, hakìkì şahsiyyeti ile çok noktalarda muhâlif düşer. Eğer o vazîfe sâhibi, o vazîfeye hakìkì lâyıksa ve tam müstaid ise, o iki şahsiyyeti birbirine yakın olur. Eğer müstaid değilse, meselâ bir nefer, bir müşîr makàmında oturtulsa, o iki şahsiyyet birbirinden uzak düşer; o neferin şahsî, âdî, küçük hasletleri; makàmın iktizâ’ ettiği âlî, yüksek ahlâk ile kàbil-i te’lîf olamıyor.

“İşte bu bîçâre kardeşinizde üç şahsiyyet var. Birbirinden çok uzak, hem de pek çok uzaktırlar.

“Birincisi: Kur’ân-ı Hakîm’in hazîne-i âlîsinin dellâlı cihetindeki muvakkat, sırf Kur’ân’a âit bir şahsiyyetim var. O dellâllığın iktizâ’ ettiği pek yüksek ahlâk var ki, o ahlâk benim değil, ben sâhib değilim. Belki o makàmın ve o vazîfenin iktizâ’ ettiği seciyyelerdir. Bende bu nev’den ne görseniz benim değil, onunla bana bakmayınız, o makàmındır.

“İkinci şahsiyyet: Ubûdiyyet vaktinde dergâh-ı İlâhiyyeye müteveccih olduğum vakit, Cenâb-ı Hakk’ın ihsânıyla bir şahsiyyet veriliyor ki, o şahsiyyet ba’zı âsârı gösteriyor. O âsâr, ma’nâ-yı ubûdiyyetin esâsı olan: ‘Kusûrunu bilmek, fakr ve aczini anlamak, tezellül ile dergâh-ı İlâhiyyeye ilticâ etmek’ noktalarından geliyor ki; o şahsiyyetle, kendimi herkesten ziyâde bedbaht, âciz, fakir ve kusûrlu görüyorum. Bütün dünyâ beni medh ü senâ etse, beni inandıramaz ki ben iyiyim ve sâhib-i kemâlim.

“Üçüncüsü: Hakìkì şahsiyyetim, ya’nî Eski Said’in bozması bir şahsiyyetim var ki; o da Eski Said’den irsiyet kalma ba’zı damarlardır. Ba’zan riyâya, hubb-i câha bir arzû bulunuyor. Hem asîl bir hânedândan olmadığımdan, hısset derecesinde bir iktisâd ile, düşkün ve pest ahlâklar görünüyor.

“Ey kardeşler! Sizi bütün bütün kaçırmamak için, bu şahsiyyetimin gizli çok fenâlıklarını ve sû’-i hallerini söylemeyeceğim.

“İşte kardeşlerim, ben müstaid ve makàm sâhibi olmadığım için, şu şahsiyyetim, dellâllık ve ubûdiyyet vazîfelerindeki ahlâktan ve âsârdan çok uzaktır.

“Hem دَادِ حَقْ رَا قَابِلِيَّتْ شَرْط نِيسْتْ kàidesince, Cenâb-ı Hak merhametkârâne kudretini benim hakkımda böyle göstermiş ki; en ednâ bir nefer gibi bu şahsiyyetimi, en a’lâ bir makàm-ı müşîriyyet hükmünde olan hizmet-i esrâr-ı Kur’âniyyede istihdâm ediyor. Yüzbinler şükür olsun. Nefis cümleden süflî, vazîfe cümleden a’lâ.”

(Şu görüşmenin de üç meyvesi var:
(Birincisi: Dellâllık i’tibâriyle mücevherât-ı Kur’âniyyeyi benden veyâ Sözler’den ders almak. Velev bir ders de olsa.)

Bütün ahkâm-ı Kur’âniyyeye îmân edip tasdîk etmekle mü’min unvânını alan ve o ahkâmın icrâ ve tatbîkine tarafdâr olup haksızlığa, bid’atlara ve dalâlete tarafdâr olmamakla Müslüman unvânına kesb-i istihkàk eden ve elden geldiği kadar Risâle-i Nûr derslerinden istifâdeye çalışan, velev bu şartları hâiz olmakla berâber bir ders-i Kur’ânîyi dinleyen bir dost, bu dostluğu sebebiyle cehennemde ebedî kalmaz. Günâhları sebebiyle cehenneme müstehak olsa da cezâsını çektikten sonra cehennemden çıkıp cennete gidecektir demektir. Yoksa kayıtsız şartsız Risâle-i Nûr’dan bir dersi dinleyen kurtulur, hemen cennete girer demek değildir. Böyle fâsid bir te’vîl, ancak o ma’lûm zındıka komitesinin işi olabilir.  Ahkâm-ı Kur’âniyyeyi tasdîk etmeyen veyâ tasdîk ettiği halde ahkâm-ı İlâhiyyenin icrâ ve tatbîkine tarafdâr olmayan, haksızlığa, bid’alara ve dalâlete tarafdâr olan ehl-i îmân değildir.

Ehl-i îmân olmayan biri, nasıl ehl-i necât ve ehl-i cennet olabilir? Üstâd Hazretleri, mezkûr şartları yerine getiren bir dostun cehennemde ebedî kalmayacağını müjde veriyor. Dikkat edilirse dost için beş farz namazını edâ etmek, yedi kebâiri işlememek şartını koşmuyor. Demek dost, ferâizi hakkıyla işlemeyen, kebâirden sakınmayan kimsedir. Böyle olunca ister istemez cezâya müstehak olur. Eğer Cenâb-ı Hak kıyâmet gününde ihsân-ı İlâhî olarak onu affetmezse, cezâsını çekmek için mutlaka cehenneme girer. Ancak îmânı sebebiyle cehennemde ebedî kalmaz. Nitekim Resûl-i Ekrem (sav) şöyle buyurmuştur:

“Her kim Ellah’tan başka ilâh olmadığına, Onun şeriki bulunmadığına ve Hazret-i Muhammed (asm) Ellah’ın Resûlü ve kulu olduğuna şâhidlik ederse, Ellah (cc) onu Cennet’e koyar.”

“İhlâsla لا اله الاّ الله محمّد رسول الله  diyen hiçbir kimse yoktur ki Ellah onu cehennem ateşine harâm kılmasın.”
Bu hadîslerin ma’nâsı şudur ki: لا اله الاّ الله محمّد رسول الله diyen bir kimse, cehennemde ebedî kalmaz. Eğer günâhlarının cezâsı varsa, cehennemde bu cezâsını çektikten sonra cennete gider. Îmânından dolayı cehennemde ebedî kalmaz demektir. Aynen öyle de; ahkâm-ı İlâhiyyeyi tasdîk eden, o ahkâmın icrâ ve tatbîkine ve sünnetin her nev’ìne tarafdâr olan, haksızlığa, bid’alara ve dalâlete tarafdâr olmayan ve Risâle-i Nûr’u, Kur’ân ve hadîsden sonra en mühim bir hüccet-i îmâniyye kabûl edip istifâde eden velev bir ders-i Kur’ânîyi Üstâddan ders alan bir dost, cehennemde ebedî kalmaz. Eğer cezâsı varsa, cehennemde o cezâsını çeker, daha sonra Cennete gider demektir.

Bu konuda ehl-i sünnetin inancı şöyledir: Cennete girebilmek için iki şey esâstır:
Birincisi: Îmândır. Üstâd Bedîüzzamân Hazretleri Arabî İşârâtü’l-İ’câz tefsîrinde îmânı şöyle ta’rîf etmiştir:
“Îmân, Resûl-i Ekrem (asm)’in getirdiği bütün zarûriyyât-ı dîniyyeyi tafsîlen ve zarûriyyâtın gayrisini ise icmâlen tasdîk etmekle hâsıl olan bir nûrdur.”
İkincisi: İslâmdır. İslâm ise; Kur’ân’da ve Sünnet’te geçen ferd ve devlet ile alâkalı ahkâm-ı İlâhiyyeye inanmak; o ahkâmın bâhusûs şeâir-i İslâmiyyenin tatbîk ve icrâsına kalben tarafdâr olmak; dîne muhâlif bid’alara ise tarafdâr olmamaktır.

Kişi, bu iki temel esâsı ya’nî îmân ve İslâm’ı elde etmeden ehl-i necât ve ehl-i cennet olamaz; ebedî cehennemde kalır.

Cennete cezâsız girebilmek için ise dört şey esâstır:
Birincisi: Îmân.
İkincisi: İslâm.
Üçüncüsü: Amel-i Sâlih.  Üstâd Bedîüzzamân Hazretlerinin ta’rîfine göre amel-i sâlih:
“Emir dâiresinde hareket ve hayrât kazanmaktır.”
“Maddî ve ma’nevî hukùk-ı ibâda tecâvüz etmemekle, hukùkullahı da bihakkın îfâ etmekten ibârettir.”
Dördüncüsü: Takvâ’dır. Takvâ ise Bedîüzzamân Hazretlerinin ta’rîfiyle;

“Menhiyyâttan ve günâhlardan içtinâb etmektir.”
O halde amel-i sâlihi ve takvâyı esâs tutanlar cennete giderler. Amel-i sâlih ve takvâya tam riâyet etmeyenler ise;

a) Eğer hayırları şerlerine galebe ederse veyâ hayırları ile şerleri birbirine denk ise cennete giderler.
b) Günâhları işleyip daha ölmeden ciddî pişmânlık duyarak tevbe ederek Ellah’dan affını isteyen bir kimseyi Ellahu Teâlâ affeder. Hukùkullah, tevbe ile silinir. Hukùku’l-ibâd ise, sâhibi affetmediği müddetçe cezâyı müstelzimdir.
c) Tevbe etmeden vefât eden bir mü’minin eğer şerleri hayırlarına galebe ederse; bu kimsenin asıl hakkı cezâ çekmektir. Cezâsını çektikten sonra cennete gider. Bununla berâber ba’zan Cenâb-ı Hak, o kimseyi rahmetiyle affeder. Ba’zan de olur ki Cenâb-ı Hak, o kimsenin rızâ-yı İlâhî’yi gözeterek işlediği hayırlı bir amelinden râzı olur. O hayırlı amel sebebiyle o kimseyi affeder. Bu iki hâl, ihsân-ı İlâhî’dir. Asıl değildir. Bu durumda asıl olan, günâhlarının cezâsını çektikten sonra cennete girmesi ve ebedî cehennemde kalmamasıdır.

(İkincisi: İbâdet i’tibâriyle uhrevî kazancıma hissedâr olur.) Ferâizi işleyen ve yedi kebâirden içtinâb etmekle kardeş unvânını alan bu kimse, Üstâd Hazretlerinin uhrevî kazancına hissedâr olur. Ubûdiyyet cihetinde Üstâd Hazretlerine vâris olur, aynen onun gibi ibâdet etmeye muvaffak olur. Bu kimse, eğer şerleri hayırlarına galebe çalıp cezâya müstehak olsa, âhirette ebedî azâba giriftâr olmaz. Eğer aff-ı İlâhî’ye mazhar olmazsa cezâsını çeker daha sonra cennete gider.

(Üçüncüsü: Berâber dergâh-ı İlâhiyyeye müteveccih olup rabt-ı kalb ederek, Kur’ân-ı Hakîm’in hizmetinde el-ele verip, tevfîk ve hidâyet istemek.) Kur’ân’a ve Kur’ân’ın tefsîri olan Risâle-i Nûr’a talebe olan bir kimsenin cezâsız kurtuluşu kaviyyen me’mûldür. Zîrâ talebenin yaptığı hayırlı bir amel, ba’zan bir anda dünyâ kadar olur.

(Eğer talebe ise; her sabah mütemâdiyen ismiyle, ba’zan hayâliyle dahi yanımda hâzır olur, hissedâr olur.) Hacı Hulûsî Bey gibi. Nitekim Üstâd Hazretleri bu zât hakkında şöyle diyor:

“Azîz, Gayretli, Ciddî, Hakìkatlı, Hâlis, Dirâyetli Kardeşim!
“Bizim gibi hakìkat ve âhiret kardeşlerin, ihtilâf-ı zamân ve mekân sohbetlerine ve ünsiyyetlerine bir mâni’ teşkîl etmez. Biri şarkta, biri garbda, biri mâzîde, biri müstakbelde, biri dünyâda, biri âhirette olsa da berâber sayılabilirler ve sohbet edebilirler. Husûsan bir tek maksad için bir tek vazîfede bulunanlar, birbirinin aynı hükmündedirler.”

“‘Günde iki def’a beni göreceksin’ şuna işârettir ki: ‘Günde iki def’a seni yanımda hayâlen ihzâr ediyorum. Sen dahi Yirmi dört saatte iki def’a, Sözler vâsıtasıyla Üstâdınızla sohbet ediniz’ demektir. Veyâhut, sabahdaki duâda, ben seni yanıma, akşamdaki dersde, sen beni yanına, ihzâr ederiz. Günde iki def’a görüşürüz.”

“Hulûsî her sabah benim yanımdadır.”
(Eğer kardeş ise, birkaç def’a husûsî ismiyle ve sûretiyle duâ ve kazancımda hâzır olup hissedâr olur. Sonra umûm ihvânlar içinde dâhil olup, rahmet-i İlâhiyyeye teslîm ediyorum ki, duâ vaktinde “ihvetî ve ihvânî” dediğim vakit onlar içinde bulunur. Ben bilmezsem, rahmet-i İlâhiyye onları biliyor ve görüyor.

Eğer dost ise ve ferâizi kılar ve kebâiri terkederse, umûmiyyet-i ihvân i’tibâriyle duâmda dâhildir.) Dost, eğer ferâizi kılar kebâiri terk ederse Üstâd Hazretlerinin umûmî duâsına dâhil olur. Eğer ferâize imtisâl ve kebâirden içtinâb etmezse, Üstâd Hazretlerinin umûmî duâsında dâhil olmaz. Demek dostun, Üstâd Hazretlerinin umûmî duâsında dâhil olabilmesi için ferâizi kılması ve kebâiri terk etmesi şarttır.

(Bu üç tabaka dahi, beni ma’nevî duâ ve kazançlarında dâhil etmek şarttır.)

Kaynak:Rahle Yayınları; Reddu’l Evham-5

 

Muhammed Doğan'ın (Molla Muhammed el-Mûşî el-Kersî) beyanatları Nurmend.com sitesinden başka bir platformda yayınlanmamaktadır. © 2014-2023 | Her hakkı saklıdır. Kaynak gösterilmeden kullanılamaz. Nurmend - Şerhmend
0.080 sn. deSen
↑ Yukarı