Üstâd Bedîüzzamân Said Nursî Hazretlerinin “22. Mektûb, Uhuvvet Risâlesi” nâmındaki eserinde geçen gelecek ifâdelerinin îzâhı hakkındadır:
“Ey mümine kin ve adâvet besleyen insâfsız adam! Nasıl ki sen bir gemide veyâ bir hânede bulunsan, seninle berâber dokuz ma’sûm ile bir cânî var. O gemiyi gark ve o hâneyi ihrâk etmeye çalışan bir adamın, ne derece zulmettiğini bilirsin. Ve zâlimliğini, semâvâta işittirecek derecede bağıracaksın. Hattâ, bir tek ma’sûm, dokuz cânî olsa; yine o gemi hiç bir kánûn-i adâletle batırılmaz.
“Aynen öyle de: Sen, bir hâne-i Rabbâniyye ve bir sefine-i İlâhiyye olan bir müminin vücûdunda îman ve İslâmiyyet ve komşuluk gibi dokuz değil, belki yirmi sıfât-ı ma’sûme varken; sana muzır olan ve hoşuna gitmeyen bir cânî sıfatı yüzünden ona kin ve adâvet bağlamakla, o hâne-i ma’neviyye-i vücûdun ma’nen gark ve ihrâkına, tahrîb ve batmasına teşebbüs veyâ arzu etmen, onun gibi şeni ve gaddâr bir zulümdür.”
Bilindiği üzere Uhuvvet Risâlesi, “çok partili sistem”e geçildiği devirde, mü’minler arasındaki ittifâkı kuvvetlendirmek; dâhil-i İslâm’da ihtilâfa sebebiyyet veren ırkçılık, siyâset ve particilik gibi fikirlerden Müslümanları muhâfaza etmek gáyesiyle Müellif tarafından kaleme alınmıştır. Dolayısıyla Uhuvvet Risâlesi’nde muhatâb, ehl-i îmândır. Müellif (ra)’ın beyân ettiği yukarıdaki zikredilen kánûn-i adâlet ve o kánûnun daha iyi anlaşılması için zikrettiği gemi ve hâne misâli; mü’minler için geçerli olan bir kánûn ve bir misâldir. Hakíkat böyle iken, mü’minlerin ittifâk ve uhuvveti için kaleme alınan bu kánûnu ve misâli, hâşâ, kâfirlere teşmîl etmek, dalâlet-i azîmedir. Dikkat edildiğinde, Müellif (ra)’ın bu cümlelerinin bir kaç kayıdla mukayyed olduğu bedâheten görülecektir:
a) Müellif (ra), “Ey mümine kin ve adâvet besleyen insâfsız adam!” diye hitâb ediyor. “Ey kâfire kin ve adâvet besleyen insâfsız adam!” demiyor. Demek, muhatâb mü’mindir; kâfir değildir.
b) Temsîlde geçen hâne ve gemiden murâd; bir hâne-i Rabbâniyye ve bir sefine-i İlâhiyye olan müminin vücûdudur. Kâfirin vücûdu değildir.
c) Temsîlde geçen ma’sûmlardan murâd; mü’minin vücûdunda bulunan Ka’be hürmetinde olan îmân, cebel-i Uhud azametinde olan İslâmiyyet ve komşuluk gibi pek çok evsâf-ı İslâmiyyedir. Câniden murâd ise; mü’minde bulunan ve âdî taşlar mesâbesinde olan ba’zı cüz’î kusûrâttır. Bundan dolayı mü’minlerin ufak-tefek şahsi kusûrâtıyla meşgúl olmamak, bir mü’minin âdî taşlar mesâbesinde olan şahsî hatâlarını gördüğünde îmân ve İslâmiyyetine nazarı çevirmek, bu konuda afvedici olmak, İslâmın mü’minlere emridir. Kâfire gelince, zâten onun için ma’sûm sıfatı kullanılamaz. Zîrâ, kâfirin küfrü ve cinâyeti, zulm-i azîm olduğundan, ona ma’sûm nazarıyla bakılmaz ve afvı kábil değildir. Kâfirin bu zulüm ve cinâyetini, ancak dünyâda maddî cihâd; âhirette ise ebedî Cehennem temizler.
İşte Üstâd Bedîüzzamân Said Nursî Hazretlerinin mü’minler arasındaki ittifâk ve uhuvvetin tahakkukunu te’mîn için kaleme aldığı bu düstûru, kâfirlere teşmîl edip, “Müslüman terörist olmaz. Terörist de Müslüman olamaz” ve “Bir yerde dokuz cânî bir ma’sûm bulunsa bile o yere silâhla müdâhale edilmez” diye hükmetmek; Irak’ta, Afganistan’da, Çeçenistan’da, Filistin’de, Bosna-Hersek’te vb. Müslümanların yaşadığı ülkelerde o kadar ma’sûmlar şehid edildiği halde ses çıkarmayıp, kâfirlerin bir çocuğu ölmesin diye Müslümanları maddî cihâddan men’etmek; bugün vücûda gelen harblerde ma’sûm kâfirlerin de bulunduğunu, hâşâ Müslümanların onlara zulmettiğini, dolayısıyla mücâhede eden Müslümanların terörist olduğunu iddiâ etmek; ancak o ecnebî gizli komitenin düşüncesi olabilir. Mü’min, böyle bir inanca sâhib olamaz.
Hem, “Terörist de Müslüman olmaz” cümlesi, her teröristi küfür ile ittihâm etmek demektir. Farz-ı muhâl olarak harblerde harbin zarûreti olarak hatâen kâfirlerin çoluk çocuğunu, ba’zan de Müslümanları öldüren ba’zı Müslümanlar, onların iddiâ ettikleri gibi terörist olsa da, hâşâ kâfir olamaz. Zîrâ, Ehl-i Sünnet ulemâsınca, günâh-ı kebâiri işleyen kâfir olmaz. Binâenaleyh, Müslümanlar, bu nev’i sözleri söylemekten hazer etmelidirler.
Hukúk-ı İslâmiyye’ye göre “baği” (terörist) kelimesinin ta’rîfi: “Hukúk-ı İslâmiyyece meşrû’ olan bir devlet idârecisinin itâatından çıkan kimseye baği (terörist) denilir. Bu insânlar, Müslümandırlar; kâfir değildirler.” Evet, hukúk-ı İslâmiyyeye göre, meşrû’ olan devlete karşı çıkan kimseye, terörist denilir. Bununla berâber bu kimseye kâfir denilmez. Hukúk-ı İslâmiyyece gayr-i meşrû’ devlete karşı çıkan kimseye ise terörist denilmez. Evet, Birleşmiş Milletler ve Amerika’nın ta’rîfine göre bugün her türlü işgále karsi mücâhede eden Müslümanlara terörist denilse bile; hukúk-ı İslâmiyyeye göre bunlara terörist denilmez. (Bu konuda fıkıh kitâblarına mürâcaât denilsin.)
O gizli komite, “Müslüman terörist olmaz. Terörist de Müslüman olamaz” gibi bir cümleyi Müslümanlar arasında neşrediyor. Müslümanlardan bir kısmı, bu kelimeleri hukúk-ı İslâmiyyeyi bilmediklerinden dolayı söylüyorlar; bir kısmına da cebren ve tehdîd edilerek söylettiriliyor.
Bedîüzzamân (ra)’ın bu cümlelerini te’vîlât-ı fâside ile te’vîl edip böyle bir fikre revâc vermek, O zât-ı mücâhide büyük bir iftirâdır ve biz, mü’minler olarak Kur’ân’ın şu âyetiyle Bedîüzzamân (ra)’ı böyle bir iftirâdan tebrie ediyoruz:
مَا يَكُونُ لَنَا اَنْ نَتَكَلَّمَ بِهذَا سُبْحَانَكَ هذَا بُهْتَانٌ عَظيمٌ
Meâli:“Bizim için, söylenen şu sözü ve bunun emsâlini söylemek sahîh olmaz. Ne acâib ve garâibe tesâdüf ediyoruz. Yâ Rabbî! Seni nekáisten tenzîh ederiz ki, şu söylenen söz vâkıın hılâfı büyük bir bühtân ve iftirâdır.”
İHTÂR: Şu noktayı da unutmamak lâzımdır. Dünyâ târihinde ma’sûmların hatâen öldürülmediği ve zarâr görmediği harb olmamıştır. Harbin zarûreti olarak harblerde ba’zı ferdlerin ba’zı hatâları olmuştur. Hattâ, zamân-ı sahabede dahi harblerde zarûrete mebnî ba’zı hatâların ba’zı sahabelerden vâkı’olduğu; hem Rasûl-i Ekrem (asm) ve Sahabe devrinde harblerde ba’zı Müslümanların hatâen öldürüldüğü ve Rasûl-i Ekrem (asm) ve Sahabenin hatâen öldürülen o Müslümanların diyetlerini ödediği siyer ve târih kitâblarında nakledilmiştir.
Bu husûs bahâne edilerek, yâni harbin zarûreti olarak Müslümanlardan ba’zı ferdlerin hatâları gösterilerek onların haklı mücâdelelerini umûmen tenkíd etmek veyâ onlara kalben tarafdarlığı terk etmek îmâna muhâliftir. Yâni, küfür ve küfürden gelen zulümlerle, haklı ve mazlûm olan ehl-i îmânın harbin zarûreti olarak hatâ ile veyâ kendini müdâfaa sırasında düştüğü durumları bir tutmamak lâzımdır. Bu konuda fıkıh ve siyer kitâblarına mürâcaât edilsin.
Kaynak:Rahle Yayınları; Reddu’l Evham-1