بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ
اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَم۪ينَ وَ الصَّلَاةُ وَ السَّلَامُ عَلٰى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَ عَلٰى اٰ لِهِ وَ صَحْبِهِ اَجْمَع۪ينَ
Suâl: Resûl-i Ekrem (sav), Mi’râc’ta maddî gözüyle Cenab-ı Hakk’ı müşâhede etmiş; sâir enbiyâ ve evliyâ ise kalb gözüyle cemalullah ile müşerref olmuşlar. Ehl-i îmân da âhirette rü’yet-i cemalullah ile müşerref olacaklardır. Bütün bu müşâhedelerde görünen vücûddan murâd nedir?
Elcevab: Eğer görünen vücûddan murâd, künh-i mâhiyyet-i İlâhiye ise, onun görülmesi ve idrâk edilmesi, ittifâken mümkün değildir.
Eğer murad, o vücûdun tecellîsi ise; bu tecellînin görülmesi mümkündür. İmam Eş’arî’ye göre o tecellî, tecelli-i Zâtdır. İmam Maturidi’ye göre ise, tecelli-i sıfattır. Çünkü Cenab-ı Hakk’ın vücûd sıfatı, İmam Eş’ariye göre ayn-ı zattır. İmam Maturidi’ye göre ise, sıfat-ı zâidedir.
Hazret-i Aişe (ra) ve İmâm-ı Gazâlî gibi bazı âlimler, “Resul-i Ekrem (sav), Mi’râc Gecesi’nde dünyevî gözüyle Ellah’ı görmemiştir.” diyorlar.
Ekser ulemâ ise; Resul-i Ekrem (sav)’in maddî gözüyle Ellah’ı gördüğünü söylemişler.
Bu ihtilaf lafzîdir. “Resul-i Ekrem (sav), Mi’râc gecesi’nde dünyevî gözüyle Ellah’ı görmemiştir.” diyenler, “Ellah’ın künh-i mâhiyyetini, yani mahiyet-i Zat’ını görmemiştir, idrâk etmemiştir.” manasında bu sözü söylemişlerdir.
“Resul-i Ekrem (sav), Mi’râc gecesi’nde maddî gözüyle Ellah’ı görmüştür.” diyenler ise, İmâm Eşarî’ye göre; Ellah’ın tecelliyât-ı Zatını görmüştür. İmam Maturidi’ye göre ise, vücud sıfatının tecelliyâtını görmüştür.” manasında bu sözü söylemişlerdir. Yoksa künh-i mahiyet-i İlahiyenin görülememesi ve idrak edilememesi hususunda ittifak vardır.
Cenab-ı Hakk’ın Cennet’te görülmesi mes’elesinde de durum aynıdır.
Cennet’te Cenab-ı Hakk’ın görülmeyeceğini söyleyenlerin murâdı şudur; “Künh-i mâhiyyet-i İlahiyye görülmez ve idrâk edilmez.”
Cenab-ı Hakk’ın görüleceğini söyleyenlerin muradı ise şudur: “Cennet’te Cenab-ı Hakk’ın tecellîsi görünür.” O tecellîden murad ise; İmam Eş’arî’ye göre, tecelli-i Zâtdır. İmâm Maturidi’ye göre ise, tecelli-i sıfâttır.
Şimdi bu konuyu mufassalan îzâh etmeye çalışacağız:
Resûl-i Ekrem (sav)’in Mi’râc Gecesi’nde maddî gözüyle gördüğü; sair peygamberlerin ve evliyâullahın kalb gözleriyle gördükleri ve kıyamet gününde ve Cennet’te görülen vücûd-u İlâhî hakkında ulemâ-i İslâm’ın tesbîtini şöyle ifade edebiliriz:
1. Künh-i mâhiyet-i İlâhîyeyi görmek, idrâk etmek ve bilmek muhâldir. Bu hususta ulemânın ittifâkı vardır.
2. Tecelliyât-ı İlâhiyyeyi dünyâ ve ahirette görmek mes’elesine gelince; bu mümkündür.
Suâl: Peki bu mes’elede ulemâ mâbeyninde neden bu kadar ihtilâf meydana gelmiştir?
Elcevâb: Ulema, dünya ve âhirette tecelliyât-ı İlahiyyenin müşâhede edilebileceği hususunda ittifak ettikleri halde o tecelliyâtın nev’i hususunda dört ayrı görüş beyân etmişlerdir:
Birinci Görüş: Tecelliyât-ı Zâtiyeyi görmek mümkündür. İmam Eş’arî gibi bir kısım zatlar, “Ehl-i Cennet, Cennet’te tecelliyât-ı zatiyeyi görürler.” demiştir.
İkinci Görüş: Tecelliyât-ı sıfât-ı İlâhiyyeyi görmek mümkündür. İmam Mâturidî gibi bir kısım zatlar, “Ehl-i Cennet, Cennet’te tecelliyât-ı sıfâtı görürler.” demiştir.
Üçüncü Görüş: Tecelliyât-ı esmâ-i İlâhiyyeyi görmek mümkündür.
Dördüncü Görüş: Tecelliyât-ı ef’âl-i İlâhiyyeyi görmek mümkündür. Mu’tezile Mezhebi imâmları bu görüştedirler. Onlar, şöyle diyorlar: “Kıyâmet gününde ehl-i Cennet, Cennet’te Cemalullah’ı değil, ni’met fiilini görürler.” Bundan anlaşılıyor ki; onlar, tecelliyât-ı ef’âli kabûl ediyorlar.
Demek künh-i mahiyet-i İlahiyenin görülmesi ve bilinmesinin muhal olduğu hususunda ittifak vardır. Tecelliyatın görülmesinin mümkün olduğu hususunda ittifak olmakla beraber lafzî ihtilâf vardır. Bu hususta ulema dört kısma ayrılmışlar: Kimisi, tecelliyât-ı zâtı; kimisi, tecelliyât-ı sıfâtı; kimisi, tecelliyât-ı esmâyı, kimisi de tecelliyât-ı ef’âli kabûl etmişler. İhtilâf bundan kaynaklanmıştır. Dolayısıyla ihtilâf, lafzîdir.
Şimdi bu davanın birkaç delilini serdedeceğiz:
Bir kısım ulema şöyle demişler; “Resûl-i Ekrem (asm), ilk Nebî olduğu zamân, tecelliyat-ı ef’âl-i İlâhiyeyi müşahede etmiş. Daha sonra terakkî etmiş. Mi’râc Gecesi’nde ise tecelliyât-ı Zatiyeyi müşâhede etmiştir.”
Demek O Resûl-i Ekrem (asm)’a görünen tecellîdir. Künh-i mahiyet-i İlâhiyye değildir.
Hazret-i Musa (as)’ın tecelliyat-ı İlahiyeyi gördüğüne dâir A’raf Sûresinde şöyle buyrulmaktadır:
وَلَمَّا جَاءَ مُوسى لِميقَاتِنَا وَكَلَّمَهُ رَبُّهُ قَالَ رَبِّ اَرِنى اَنْظُرْ اِلَيْكَ قَالَ لَنْ تَرينى وَلكِنِ انْظُرْ اِلَى الْجَبَلِ فَاِنِ اسْتَقَرَّ مَكَانَهُ فَسَوْفَ تَرينى فَلَمَّا تَجَلّى رَبُّهُ لِلْجَبَلِ جَعَلَهُ دَكًّا وَخَرَّ مُوسى صَعِقًا فَلَمَّا اَفَاقَ قَالَ سُبْحَانَكَ تُبْتُ اِلَيْكَ وَاَنَا اَوَّلُ الْمُؤْمِنينَ
“(Ne zaman ki Mûsâ) Ellahu Teâlâ ile tekellümde bulunmak şerefine nail olmak için (bizim tayin ettiğimiz vakitte geldi ve Rabbi onunla konuştu.) Hazret-i Musa, Cenab-ı Hakk’ın kelâmını O’nun şanına mahsûs bir şekilde, lâ zamânî, lâ mekânî ve lâ keyfî bir sûrette işitmek şerefine kavuştu. Böyle büyük bir lütfa nâil olan Hazret-i Musa (as)’a cesaret gelerek (dedi ki: Ey Rabbim! Bana kendini göster, sana bakayım.) Seni görmek saadetine ereyim. Cenâb-ı Hak, O’nun bu duasına cevaben (buyurdu ki:) Ya Musa! (Sen beni kat’iyyen göremezsin.) Sen, beni görme gücüne sahip değilsin, buna güç yetiremezsin. (Fakat dağa bir bak!) O kadar kuvvetli ve sağlam bir yapıya sahip olduğu halde, (eğer yerinde durabilirse,) Ellah’ın tecellisine karşı güç yetirebilirse, (sen de beni görebilirsin.) Yoksa göremezsin. (Hemen Rabb’i dağa tecellî edince; onu parça parça etti. Musa (as) da) bu gördüğü müdhiş hâdiseden dolayı (baygın bir halde düşüp kaldı. Vakta ki,) Hazret-i Musa (as), tekrar kendisine geldi, bu baygınlıktan (ayıldı ve dedi ki:) Ey Ellah’ım! Ben, (Seni) bütün noksanlardan (tenzih ederim) ve bu görme isteğine cür’etimden dolayı (sana tevbe ettim.) Böyle bir davadan vazgeçtim ve pişman oldum. Senin emir ve müsaaden olmaksızın senden böyle bir şey istemekle hata ettim. (Ve ben imân edenlerin ilkiyim.) Yani Senin dünyada göz ile görülemeyeceğine, ancak senin muradın olan Zat’a (Hazret-i Muhammed (asm)’a) tecelliyât-ı zâtiye suretinde görüneceğine ilk iman eden benim.”[1]
Bu âyet-i kerîme, Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyân’ın müşkil ayetlerinden biridir. Bu âyet-i kerîmede geçen قَالَ رَبِّ اَرِنى اَنْظُرْ اِلَيْكَ قَالَ لَنْ تَرينى cümleleri iki manaya muhtemeldir:
Birinci Ma’nâ: Hazret-i Musa (as), رَبِّ اَرِن۪ٓي اَنْظُرْ اِلَيْكَ “Ya Rabbi! Bana kendini göster, sana bakayım.” cümlesinin ifâdesiyle; Tûr Dağı’nda Cenab-ı Hak’tan künh-i mahiyeti İlahiyesini görmeyi taleb etti. “Bana künh-i mahiyet-i İlâhiyeni göster.” dedi. Cenâb-ı Hak da O’na: لَنْ تَرٰين۪ي “Sen beni göremezsin.” Yani, “Sen, künh-i mahiyet-i İlahiyemi göremezsin.” diye cevab verdi. Bu durumda لَنْ تَرٰين۪ي cümlesi, umûmiyyeti ifâde eder; Hazret-i Mûsâ (as)’a has değildir. Yani “Ne sen ne de bir başkası, benim künh-i mahiyetimi göremez. Bu muhâldir.” cevabını verdi. Daha sonra Cenab-ı Hak, lâ zamânî, lâ mekânî ve lâ keyfî bir sûrette Hazret-i Musa (as)’a dağ üzerinde kahrla tecelliyâtını gösterdi. “Tecelliyatımı görebilirsin. Ancak künh-i mahiyet-i İlâhiyemi göremezsin. Zira bu, mümkün değildir.” buyurdu.
İkinci Ma’nâ: Hazret-i Musa (as), رَبِّ اَرِن۪ٓي اَنْظُرْ اِلَيْكَ “Ya Rabbi! Bana kendini göster, sana bakayım.” cümlesinin ifâdesiyle; Tûr Dağı’nda Cenab-ı Hak’tan kendisine tecelliyat-ı Zâtiyesini göstermesini taleb etti. Cenâb-ı Hak da O’na: لَنْ تَرٰين۪ي “Sen beni göremezsin.” Yani, “Sen, tecelliyât-ı zâtiyemi göremezsin. O’nu görecek, başka bir Zat’tır. Muhammedî Arabî (asm)’dır.” diye cevâb verdi. Bu durumda لَنْ تَرٰين۪ي cümlesi, umûmiyyeti ifâde etmez; Hazret-i Mûsâ (as)’a hastır. Daha sonra Cenab-ı Hak, lâ zamânî, lâ mekânî ve lâ keyfî bir sûrette kahrla, yani ef’âliyle dağa tecellî etti. Dağ, O’nun tecellîsine dayanamadı, paramparça oldu. Böylece Cenab-ı Hak, Mûsa (as)’a dağ üzerinde tecelliyât-ı ef’alini gösterdi.
Kütüb-ü semâviyenin nüzulüyle alakalı tecelliyât da mütefâvittir. Zebûr, tecelliyât-ı ef’al ile Tevrat, tecelliyât-ı esma ile İncil, tecellliyât-ı sıfat ile Kur’an ise tecelliyât-ı Zâtiye ile inzâl buyrulmuştur. Her birinde tecelli eden ayrıdır. İşte kütüb-ü semâviyye içinde Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyân’ın en câmi’ Kitab olması, Hazret-i Muhammed (asm)’ın da peygamberler arasında Hâtemü’l-Enbiyâ ünvânını alması bu sırdan kaynaklanıyor. Üstad Bedîüzzaman (ra) Hazretleri şöyle buyuruyor:
“Nasıl ki Nur-u Muhammedî ve hakikat-ı Ahmediye Aleyhissalâtü Vesselâm, divan-ı nübüvvetin hem fâtihası hem hâtimesidir. Bütün Enbiya, onun asıl nurundan istifaza ve hakikat-ı dininin neşrinde onun muînleri ve vekilleri hükmünde oldukları ve nur-u Ahmedî (asm) cebhe-i Âdem'den tâ Zât-ı Mübarekine müteselsilen tezahür edip neşr-i nur ederek intikal ede ede tâ zuhur-u etemle kendinde cilveger olmuştur.
Hem mahiyet-i kudsiye-i Ahmediye, Risale-i Mi'rac'da kat'î bir surette isbat edildiği gibi, şu şecere-i kâinatın hem çekirdek-i aslîsi, hem en âhir ve en mükemmel meyvesi olmuş. Öyle de hakikat-ı Kur'aniye, zaman-ı Âdem'den şimdiye kadar hakikat-ı Muhammediye (asm) ile beraber müteselsilen Enbiyaların suhuf ve kütüblerinde nurlarını neşrederek gele gele tâ nüsha-i kübrası ve mazhar-ı etemmi olan Kur'an-ı Azîmüşşan suretinde cilveger olmuştur.
Bütün Enbiyanın usûl-ü dinleri ve esas-ı şeriatları, hülâsa-i kitabları Kur'an’da bulunduğuna, ehl-i tahkik ve ehl-i hakikat ittifak etmişler.”[2]
Dünyada Ellah’ın tecelliyâtını görmekle müşerref olanlar, terakkîlerine ve kabiliyetlerine göre bir kısmı, tecelliyât-ı ef’ale; bir kısmı, tecelliyât-ı esmaya; bir kısmı, tecelliyât-ı sıfata, bir kısmı da tecelliyât-ı zâtiyeye mazhar olmak şerefine nâil olmuşlardır. Ahirette de durum böyledir. Ancak kişi, hangi tecelliyâta mazhar olursa, bunu, en yüksek mertebe bilir, bir üsteki mertebeyi anlayamaz. Hangi makam ve mertebede olursa olsun, dünyâ ve âhiretteki bu tecellîler, lâ zamanî, la mekânî ve lâ keyfîdir.
Mi’rac Gecesi’nde Resûl-i Ekrem (asm), dünya gözüyle rü’yet-i cemâlullah ile müşerref olmuştur. Ancak O Zat-ı Ekrem (asm)’ın gördüğü, tecelliyât-ı Zâtiyedir; künh-i mahiyet-i İlahiye değildir. Zira künh-i mahiyet-i İlahiyenin görülmesi ve idrak edilmesi mümkün değildir. Ancak tecelliyâtın görülmesi mümkündür. Resul-i Ekrem (asm)’ın gördüğü de tecelliyât-ı zâtiyedir.
Resûl-i Ekrem (sav) bazı hadîslerinde Mirac Gecesi’nde Cenab-ı Hakk’ı gördüğünü bildirmiş. Mesela;
Müsned-i İbn-i Hanbel’de İbn-i Abbâs’tan rivâyet edilen bir hadîste Resûlullah (sav) şöyle buyurmuştur:
رأيت ربى تبارك و تعالى
“Rabbim Tebareke ve Teâlâ Hazretleri’ni gördüm.”[3]
İbn-i Huzeyme, Kitâb-ı Tevhîd adlı eserinde naklettiği uzun bir hadîsde Resûl-i Ekrem (sav)’in şöyle buyurduğunu söylemiştir:
رأيت ربى فى أحسن صورة
“Rabbimi en güzel bir sûrette gördüm.”[4]
Resûlullah (sav)’in bu gibi hadislerinde “gördüm” dediği tecelliyât-ı zatiyedir. O Zât-ı Ekrem (asm), tecelliyat-ı zatiye ile müşerref olduğunu bildirmiştir.
Resûlullah (sav), bir kısım hadîslerinde ise Cenab-ı Hakk’ı görmediğini beyân buyurmuştur. Mesela;
Ebû Zer (ra)’dan rivâyet edilen bir hadîste şöyle denilmiştir: “Ben, Resûlullâh (asm)’a suâl edip dedim ki:
- Yâ Resûlellah! Sen, Rabbini gördün mü? Cevâben buyurdular ki:
نور أنّى أراه
- Bir nûr idi. O’nu nasıl görebilirim?”[5]
Resûlullah (sav)’in bu hadislerinde “Nasıl görebilirim?” şeklinde ifâde buyurduğu, görülmesi, hiçbir beşere müyesser olmayan künh-i mahiyet-i İlahiyedir. Resul-i Ekrem (asm) Mi’rac Gecesi’nde künh-i mâhiyet-i İlâhiyeyi görmemiş, idrak edememiş, anlamamıştır. Bu sebeble kendisine, “Ya Resûlellah! Sen Rabbini gördün mü?” diye yapılan suâle cevaben, Zat-ı Ekrem (asm) نور أنّى أراه “O, bir nurdur. O’nu nasıl görebilirim?” Yani “Mahiyetini ve hakikatini nasıl anlayabilirim?” meâlinde cevab vermiş, künh-i mâhiyet-i İlahiyeyi tarif edememiş, bundan âciz kalmıştır. Gelecek âyet-i kerîme bu manayı ifade eder:
لَا تُدْرِكُهُ الْاَبْصَارُۘ وَهُوَ يُدْرِكُ الْاَبْصَارَۚ وَهُوَ اللَّط۪يفُ الْخَب۪يرُ
“(Gözler) yani göz sahibleri, (O’nu) Cenab-ı Hakk’ı (görüp idrâk edemez.) O’nun mahiyetini ve hakikatini kavrayamaz. Bu, insanlığın güç ve kabiliyetinin dışındadır. (O) nihayetsiz ilim ve hikmet sahibi Zat-ı Akdes (ise, bütün gözleri idrâk eder.) Bütün mahlûkâtını tamamiyle görür, ilmen kuşatır. O’na hiçbir şey gizli kalmaz. (Ve O) Zat-ı Akdes, (Lâtif’tir.) Cisim olmaktan münezzehtir. Artık gözler, O’nu nasıl idrâk edebilir? O (Habir’dir.) Bütün mahlûkâtının varlıklarından, gizli ve açık hal ve tavırlarından haberdârdır. Bunların hepsini, tam ma’nâsiyle görür ve bilir.”[6]
Dikkat edilirse, âyet-i kerîme, “Gözler, Onu göremez.” demiyor. “Hiçbir göz, O’nun zâtının mâhiyetini ihâtâ ve idrâk edemez.” diyor. Demek dünya ve âhirette künh-i mahiyet-i İlâhiyeyi görmek, idrak edip anlamak mümkün değildir. Tecelliyâtı görmek ise, lâ zamanî, la mekânî ve lâ keyfî bir sûrette mümkündür ve vâki’dir.
Hülâsa: Bizim tesbîtimize göre rü’yet-i İlâhiye husûsunda her iki gürûh arasındaki mezkûr ihtilâf, lafzîdir; hakîkî ma’nada bir ihtilâf yoktur. O dönemde bazı siyasîlerin müdâhalesiyle her iki gürûh mâbeyninde münakaşalar çoğalmış. Bu sebeble mes’ele, tam manasıyla vuzûha kavuşmamış, anlaşılmamıştır. Ellahu a’lemu bi’s-savab.
[1] A’râf, 7:143.
[2] Barla Lahikası, s. 324.
[3] Ahmed, 1/285,368; İbn-i Ebî Âsım, 433.
[4] Kitâb-ı Tevhîd, 210.
[5] Mecmuu’l-Fetâvâ, 6/509-510.
[6] En’am, 6:103.
İsim | |
Eposta ( Sitede görünmeyecek ) | |
Yorum | |
Doğrulama Kodu | |
Gönder |