بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ
اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَم۪ينَ وَ الصَّلاَةُ وَ السَّلاَمُ عَلٰى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَ عَلٰى اٰ لِهِ وَ صَحْبِهِ اَجْمَع۪ينَ
Cenâb-ı Mevlâ, kelâmı olan Kur’ân-ı Kerîm’de, álem-i insâniyet ve Âlem-i İslâmiyet’teki yaraları, husûsan şu an Âlem-i İslâm içinde mevcûd olan ihtilaf yaralarını, وَاعْتَصِمُوا بِحَبْلِ اللّٰهِ جَم۪يعًا “Hep birlikte Ellâh’ın ipine sımsıkı sarılın!”[1] fermânıyla tedâvî etmiştir. Bu ihtilafların bir kısmı, dâhilden çıkmıştır. Selefîcilik, Şiîcilik, Sünnîcilik, Mezhebçilik, Tarîkatçılık, Emevîcilik, Abbâsicilik, Osmanlıcılık gibi. Bir kısmı da hâricten içimize girmiştir. Sosyalistçilik, Laikçilik gibi. Bu nev‘í ci’lik, cu’luk ma’nâsını ifâde eden davalar, ihtilâf ve tefrîkâya sebebiyyet verdiği için bu âyet-i kerîmenin sarâhatiyle merduddur.
Âl-i İmrân Sûresi, 103. âyet-i kerîmesinde geçen وَاعْتَصِمُوا بِحَبْلِ اللّٰهِ cümlesinin, iki sarîhî, iki işârî olmak üzere dört ma‘nâsı vardır. Sarîhî ma’nâlardan;
Birincisi: “Hablullahi’l-Metîn olan Kur’ân-ı Kerîm’e sımsıkı sarılın.”
İkincisi: “Kur’ân-ı Hakîm’in en birinci müfessiri olan Ehâdîs-i Nebeviyye’ye, Sünnet-i Seniyye-i Ahmediyye’ye (asm) sım sıkı sarılın.”
“Hablullâh” ifâdesinde Kur’ân dâhil olduğu gibi; vahy-i zımnî olan hadîs de dâhildir. Mutlak hablullâh veya kitâbullâh ifadeleri kullanıldığı zaman, vahy-i sarîh olan Kur’ân ve vahy-i zımnî olan hadîs beraber murâddır.
İşârî ma‘nâlardan;
Birincisi: “İcmâ‘-ı Sahâbe’ye sımsıkı sarılın.”
وَاعْتَصِمُوا kelimesinin emir ve cem’ sigâsıyla gelmesi, İcmâ-ı Sahebe’ye işâret eder.
İkincisi: “Kıyâs-ı Sahâbe’ye sımsıkı sarılın.”
Cenâb-ı Hák, “Hablulláh’a i’tisam edin!” buyurmakla, işârî ma‘nâ ile “Kur’ân’da kıyâs yapın.” emrediyor. Zira Kıyâs; Kur’ân, Sünnet ve İcma’da hükmü bulunmayan bir mes’eleyi, aralarındaki illet birliği sebebiyle Kitab ve Sünnet’ten bir asla dayandırmaktır ki; وَاعْتَصِمُوا emrindeki “i’tisam” kelimesi buna işâret etmektedir.
جَم۪يعًا kelimesi ise, gelecek iki ma’nâyı sarâhaten ifâde eder:
Birinci Ma‘nâ: “Hep birlikte, ittifâk halinde Kur’ân ve Sünnet’e temessük edin.”
İkinci Ma‘nâ: “Kur’ân’da geçen ahkâm-ı İlâhiye’nin hepsini birden kabûl edin. Bir kısmını kabûl edip, diğer kısmını kabûl etmekten i’râz etmeyin.”[2]
Bu âyet-i kerîmenin ifâdesiyle; ittifâkımız, Kitâb ve Sünnet’te olmalıdır.
Hulâsa: وَاعْتَصِمُوا بِحَبْلِ اللّٰهِ cümlesi, sarîhî ma‘nâ ile umûm nev‘-i beşere, bâ-husus ehl-i îmâna “Kur’ân ve Hadîs’e sımsıkı sarılın.” emrettiği gibi; işârî ma‘nâ ile de “İcmâ‘ ve Kıyâs’a sımsıkı sarılın!” emrediyor. جَم۪يعًا kelimesi ise, “Hep berâber, ahkâm-ı İlâhiyenin cümlesini birden tasdîk edin; o ahkâmın icrâ ve tatbîkine tarafdâr olun ve o ahkâmı, icrâ ve tatbîk edin.” fermân buyuruyor.
Demek bu âyet-i kerîmede, edille-i şer’iyye olan Kur’ân, Hadîs, İcmâ‘ ve Kıyâs’a temessük etmek hususunda emr-i İlâhî mevcûddur. Kezâ bu âyet-i kerîmede ahkâm-ı İlâhiyenin tümünü birden kabûl etmek ve hep birlikte o ahkâma temessük etmek emredilmektedir.
İcmâ ve Kıyâs tabirlerinden asıl murâd, İcmâ-ı Sahabe ve Kıyâs-ı Sahabe olmakla beraber, müctehidîn-i izâmın icmaı, fukahanın kıyâsı ve müfessirîn-i izamın tefsirleri de dâhildir. Risâle-i Nûr da bu tefsirlerden biridir. Hanefi, Şâfii, Mâliki ve Hanbeli mezhebleri, usûl-u fıkıh kitabları Kur’ân’ın bir bölümünün, bir vechinin, ya‘nî amelle alâkalı cebhesinin tefsîridir. Kelâm ve akîde kitabları, Kur’ân’ın, i‘tikádla alâkalı vechinin tefsîridir. Müfessirin-i izâm, âyât-ı Kur’aniyeyi tefsîr etmişler. Ancak Kur’ân’ın ma’nâsı, bir tefsîre, bir ma’nâya münhasır olamaz. Kur’ân’ın ma’nâsı, bitmez, tükenmez.[3]
Madem âyet-i kerîme, bizi, Kitâbullâh’a, Sünnet-i Resulullâh’a, İcmâ-ı Sahâbe’ye ve Kıyâs-ı Sahâbe’ye ittibaa ve ahkâm-ı İlahiyenin hepsini kabûl etmeye, icrâ ve tatbîkine tarafdâr olmaya ve o ahkâmla amel etmeye da‘vet ediyor. Öyleyse bizler, Seleficilik, Haleficilik, İ‘tizâlcilik, Cebrîcilik, İbahecilik, Batıniyecilik, Şiicilik, Sünnîcilik, Maturidicilik, Eş’aricilik, Mezhebcilik, Tarikatçılık, Kâdirîcilik, Nakşîcilik, Mevlevîcilik, Melâmîcilik, Nurculuk, Haneficilik, Şâficilik, Emevîcilik, Abbâsicilik, Osmanlıcılık, Sosyalistçilik, Laikçilik gibi ci’lik, cu’luk ma’nâsını ihtivâ eden, ihtilâf ve tefrîkâyı netîce veren her türlü da’vâdan berî olmalıyız. Zîrâ Kur’ân ve Sünnet nazarında bu nev‘í ihtilâf ve tefrîkaya sebeb olan da’vâlar, merdûddur. Kur’an, Hadîs, İcmâ‘-ı Sahabe ve Kıyâs-ı Sahabe dışında herhangi bir da’vâda bulunmak, ümmeti tefrîkaya sevketmektir.
Hicrî üçüncü asrın sonuna kadar, ya‘nî sahâbe, tâbiîn ve tebe-i tâbiîn dönemine kadar, kütüb-ü sitte sâhiblerinin vefâtına kadar bir tane “ci ve cû” yoktu. (İdârecilerin zulmü müstesnâ.) O zamana kadar İslâmiyet; Kur’ân, Hadîs, İcmâ‘ ve Kıyâs ile nasıl gelmişse, bunu esâs tutmak; ci ve cu’lardan kurtulmak gerekir.
Yanlış anlaşılmasın! Biz, tasavvufu, tarîkatı, i’tikâdî ve fıkhî mezhebleri inkâr etmiyoruz. Bunlar, da‘vâ değiller; da’vânın bürhânları olabilirler. Biz, bunları da‘vâ haline getirmenin; Kur’ân ve Sünnet da’vâsının önünde tutmanın; bunların yerlerine ikâme etmenin yanlış olduğunu; bunun ecnebîler tarafından başımıza oynanan sinsî ve planlı bir oyun olduğunu; ümmeti, ihtilâf ve tefrîkaya sevkettiği için, bu nev‘i da’vaların Kitâb ve Sünnet nazarında merdûd olduğunu beyân ediyoruz. İhtilâf ve tefrîkaya sebeb olan bu da’vâlar, hiçbir zaman Kur’ân ve Sünnet da’vâsının yerine geçemezler.
Dîn-i Mübîn-i İslâm’ın ana menba’ı, Kur’ân ve Hadîs’dir. Öyle ise Müslümanın da‘vâsı, Kur’ân ve Hadîs olmalıdır. Bir Müslümân, Kur’ân ve Hadîs’in dışında başka bir da‘vâ ile ortaya atılmamalı; halkı, şahsına veya ma‘nevî makamına da‘vet etmemelidir. Müslümanlar da bu nev‘í da’vâlarla ortaya atılanlara tâbi‘ olmamalıdır. Zira ci’lik, cu’luk içeren bir da’vâda bulunmak veya böyle bir da’vânın peşinden gitmek; İslâm’a, Kur’ân ve Sünnet’e zarar vermektir. Tarîkat, haktır; fakat tarîkatçılık da’vâsında bulunmak, Kitâb ve Sünnetçe, bâ-husus bu âyet-i kerîmenin sarâhatiyle yasaklanmıştır. İslâmiyet’te tarîkatçılık diye bir da’vâ olamaz. Nurculuk diye bir da‘vâ olamaz. Selefîcilik diye bir da’vâ olamaz. Halefîcilik diye bir da’vâ olamaz. Mezhebcilik diye bir da’vâ olamaz.
Kur’ân ve Hadîs dışında herhangi bir da’vâda bulunmak, bâtıl ve yasaktır. Bu tür da’vâlar, dış mihraklar tarafından Müslümanlar içerisine atılan ve onları tefrîka ve ihtilâfa sürükleyen fitneli oyunlardır.
O halde ey Âlem-i İslâm! Ey Müslümanlar! Uyanın! Dış mihraklar tarafından içimize atılan bu oyunlara gelmeyin! Ellah rızâsı için tefrîkayı bırakın; Kur’ân, Hadîs, İcmâ‘-ı Sahâbe ve Kıyâs-ı Sahâbe etrafında ittifâk edin. Ci’lik, cu’luk ma’nâsını ihtivâ eden, ihtilâf ve tefrîkayı netîce veren da’vâlarda bulunmayın; bu nev‘i da’vâlara tâbi‘ olmayın; bu da’vâları, asıl da’vâymış gibi müdâfaa etmeyin. Çünkü asıl da‘vâ, Kur’ân ve Hadîs’dir; dolayısıyla İcmâ‘-ı Sahâbe ve Kıyâs-ı Sahâbe’dir; müfessirîn-i izâmın tefsîrleridir ki; âhirzamânda Risâle-i Nûr, bunlardan biridir. Risâle-i Nûr ve sâir tefsîrler, da’vâ değil; da’vâ içinde bürhândır. Bunları müdâfaa edin. Başka da’vâlara kapılmayın. Bu da’vâların isbâtına gitmeyin; bunlarla meşgûl olmayın. Kitâb ve Sünnet’i, dolayısıyla İcmâ‘-i Sahâbe ve Kıyâs-ı Sahâbe’yi müdâfaa edin. Maal-esef bu asırda her bir meslek, her bir meşreb, her bir mezheb asıl da‘vâ olmuş; bu da’vâlar, Kur’ân ve Sünnet’e vekîl ve gölge olmuşlardır. Asıl da‘vâ olan Kitâb ve Sünnet ise, terke ve ta’tîle uğramış, geride kalmıştır.
Risâle-i Nûr, Kur’ân’ın tefsîridir. Risâle-i Nûr’un müellifi olan Üstâd Bedîüzzaman Saîd Nursî Hazretleri, şahsına ve ma‘nevî makamına kimseyi da’vet etmemiş; Kur’ân ve Sünnet’e da‘vet etmiştir.
Sadece Kitab ve Sünnet ma‘sûmdur. Risâle-i Nûr, Fıkıh Usûlü Kitabları ve tüm tefsîrler haktır; fakat ma’sûm değillerdir. Kezâ hiçbir tasavvuf, hiçbir tarîkat, hiçbir tasavvuf kitabı ma‘sûm olamaz. Bunlar, da’vâ haline getirilip müdâfaa edilemez. Zîrâ içlerine hatâ girmiş olabilir; müellif kaymış olabilir. O halde Kitab ve Sünnet’in sarâhatine muvâfık olan haktır; muhâlif olan ise, bâtıldır.
Kitab ve Sünnet, müstakîm bir yoldur. Bu yol, sâliklerini rızâ-i İlâhî’ye, iki cihân saâdetine îsâl eder. Bu yolda gidenlerin yoldan çıkmamaları, inhirâf etmemeleri, sapmamaları için, yolun sağında İcmâ‘-ı Sahâbe; solunda ise, Kıyâs-ı Sahâbe bulunur ve bütün hak tefsîrler, o yolda gidenlere ölçü olur; onlara ışık verir.
Netîce-i Kelâm: Kur’ân-ı Kerîm, وَاعْتَصِمُوا بِحَبْلِ اللّٰهِ جَم۪يعًا âyetiyle; bütün insanları, bâ-husus ehl-i îmânı hep birlikte;
1. Kur’an’ın hepsine birden inanmaya ve O’na temessük etmeye,
2. Ehâdîs-i Nebevîye’ye inanmaya ve O’na ittibâ‘ etmeye,
3. İcmâ‘-ı Sahâbe’ye inanmaya ve O’nâ tâbi‘ olmaya,
4. Kıyâs-ı Sahâbe’ye inanmaya ve onunla amel etmeye da’vet ediyor.
Hem “Birbirinizi tekfîr etmeyin. Ya‘nî birbirinize kâfir demeyin; birbirinizin küfrüne hükmetmeyin. اِنَّمَا الْمُؤْمِنُونَ اِخْوَةٌ “Ancak mü’minler, kardeştir.”[4] Ve كُونُوا عِبَادَ اللّٰهِ إِخْوَانًا “Ey Elláh’ın kulları! Kardeş olun!”[5] hitâbına mazhar olun!” diye emrediyor.
Evet, bu âyet-i kerîme, insanları, evvel emirde Hablullahi’l-Metîn olan Kur’ân’ın bütün ahkâmını kabûl etmeye ve O’nâ temessük etmeye da‘vet eder. “Ellâh’ın habline, kopmaz ipine yapışın.” Ya‘nî, Hablullahi’l-Metîn olan Kur’ân ve Sünnet’e, dolayısıyla İcmâ‘ ve Kıyâs’a sarılın. Selefîcilik, Halefîcilik, İ‘tizâlcilik, Cebrîcilik, İbâhecilik, Bâtıniyecilik, Şiîcilik, Sünnîcilik, Maturidicilik, Eş’aricilik, Mezhebçilik, Tarîkatçılık, Kâdirîcilik, Nakşîcilik, Mevlevîcilik, Melâmîcilik, Nurculuk, Hanefîcilik, Şâfîcilik, Emevîcilik, Abbâsîcilik, Osmanlıcılık, Sosyalistçilik, Laikçilik gibi habllara, iplere i’tisâm etmeyin, yapışmayın. Zîrâ ci’lik, cu’luk ma’nâsını ihtivâ eden, ihtilâf ve tefrîkâyı netîce veren Arzî ve beşerî da’vâlar, hablullahi’l-metîn değildir. Zayıf, çürük ipler olduğundan kopar. Bu iplere yapışanlar ise, hem dünyâ saâdetinden, hem de âhiret saâdetinden mahrûm kalır ve perîşân olurlar.
فَقَدِ اسْتَمْسَكَ بِالْعُرْوَةِ الْوُثْقٰى لَا انْفِصَامَ لَهَا “Kopması mümkün olmayan bir kulpa yapışmış olur.”[6] âyet-i kerîmesinin ifâdesiyle; Kitâb ve Sünnet ise, kopmayan bir habl, bir kulp, bir zincirdir. Bu habl, kulp ve zincir, insanı, hem dünyâ, hem de âhiret saâdetine îsâl eder, kavuşturur.
Evet, Kur’ân’ın ipi kopmaz, kırılmaz. Çünkü Arş’tan uzanıp gelmiştir. Yerdeki ipler ise, hepsi kopmaya, kırılmaya mahkûmdur.
Öyle ise da‘vet, fânî olan şahıslara değil; sadece ve sadece Bâkî bir Zât’ın kelâmı, ezelî ve ebedî bir Zât’ın fermânı olan Kur’ân’a olmalıdır. Kur’ân, nev‘-i beşeri, dünyâ ve âhiret saâdetine kavuşturan ve Arş’tan inen gâyet muhkem bir iptir, urve-i vuskâdır, kopmaz bir kulptur. Ona sarılan, sımsıkı tutunan yükselir, maddeten ve ma‘nen teâlî ve terakkî eder. Ondan elini çeken, O’na sırtını çeviren ise, dünyâ ve âhiret saâdetinden mahrûm kalmakla berâber gazab ve azâb-ı İlâhîye müstahak olur.
Şâyet âlem-i insâniyet ve Âlem-i İslâmiyet, Kur’ân-ı Mu’cizu’l-Beyân’ın, وَاعْتَصِمُوا بِحَبْلِ اللّٰهِ جَم۪يعًا “Hep birlikte Ellâh’ın ipine sımsıkı sarılın!”[7] emrine ve da‘vetine icâbet etmezse, Kur’ân’ın tokadına müstahak olur.
Bu mes’ele, kaleme alınırken; Küre-i Arz’da cereyân eden müsbet ve menfî bütün cereyânlardan ârî ve berî olarak sadece bu âyet-i kerîmenin tefsîri ve îzâhı sadedinde kaleme alınmış; bu niyetle yazılmıştır.
Hâdimü’l-Kur’ân Bir Abd-i Âciz
Molla Muhammed el-Mûşî el-Kersî
[1] Âl-i İmrân, 3:103.
[2] Tefsîru’l-Mazharî, Âl-i İmrân, 3:103. âyet-i kerîmesinin tefsîri.
[3] Kehf, 18:109; Lokmân, 31:27.
[4] Hucurat, 49:10.
[5] Müslim, Birr 18, 23, 30; Buhari, Edeb, 57.
[6] Bakara, 2:256.
[7] Âl-i İmrân, 3:103.
İsim | |
Eposta ( Sitede görünmeyecek ) | |
Yorum | |
Doğrulama Kodu | |
Gönder |