#HaftanınHutbesi
وَمَا خَلَقْتُ الْجِنَّ وَالْاِنْسَ اِلَّا لِيَعْبُدُونِ
Azîz Kardeşlerim!
Nasıl bir memlekete giden kimse, oranın pâdişahını tanımaz ve nizâmlarını bilip riâyet etmezse; -eğer bunları, öğrenebileceği kadar bir zaman geçmişse- cezâya müstahak olur. Bu kimsenin artık özrü kalmamıştır. Öyle de bu âlemin Pâdişah’ını tanımayan ve O’nun nizâmlarına riâyet etmeyen kimse de cezâya müstahak olur. İnsanların, bu nizâmları öğrenebilmesi için de Cenab-ı Hak, on beş yaşına kadar müsâade etmektedir. Risâlet-i Muhammediye (asm)’ı işiten ve aklı olan bir kimsenin, bu yaşa ulaştığında, artık özrü kalmamıştır. Gelecek âyet-i kerime, bu hakikate işaret etmektedir:
وَهُمْ يَصْطَرِخُونَ ف۪يهَاۚ رَبَّنَٓا اَخْرِجْنَا نَعْمَلْ صَالِحًا غَيْرَ الَّذ۪ي كُنَّا نَعْمَلُۜ اَوَلَمْ نُعَمِّرْكُمْ مَا يَتَذَكَّرُ ف۪يهِ مَنْ تَذَكَّرَ وَجَٓاءَكُمُ النَّذ۪يرُۜ فَذُوقُوا فَمَا لِلظَّالِم۪ينَ مِنْ نَص۪يرٍ۟
“Onlar cehennemde, “Ey Rabbimiz! Bizi buradan çıkar ki dünyada iken işlemekte olduğumuzdan başka ameller, salih ameller işleyelim” diye bağrışırlar. (Onlara şöyle denilir:) “Sizi, düşünüp öğüt alacak kimsenin düşünüp öğüt alabileceği kadar yaşatmadık mı? Size uyarıcı da gelmişti. Öyle ise tadın azabı. Çünkü zalimler için hiçbir yardımcı yoktur.”[1]
Bazı müfessirler, “Sizi, düşünüp öğüt alacak kimsenin düşünüp öğüt alabileceği kadar yaşatmadık mı? cümlesini, “İyice düşünesiniz diye, sizi sinn-i teklîfe kadar serbest bırakmadık mı?” diye tefsîr etmişlerdir.
Azîz Kardeşlerim!
Pek çok insan, âlemin nizâm kânûnlarıyla, Kur’an’ın kânûnlarının birbirinden ayrı şeyler olduğunu zannederler. Güya âlemin kânûnları, tabîat kânûnlarıdır. Kur’an’ın kânûnları ise, ondan ayrı bir şeydir. Hâlbuki bir adam, Ellah’a ve Resûlüne (asm) îmân etmezse veya namaz kılmaz, oruç tutmazsa; alışverişten tut, devlet ahkâmına kadar ahkâm-ı Kur’aniye’ye riâyet etmezse; kâinatın kânûnlarına ve âlemdeki nizâma muhâlefet etmiştir. Çünkü teklîf ve tekvîn, birbirinden ayrılmaz bir bütündür.
Kur’an, bu kâinatın Hâlık’ının indirdiği bir Kelâm’dır. Resûlullah (asm) da semâvât ve Arz’ı halk eden Zat’ın Resûlü’dür. Her kim, Kur’an’a muhâlefet etse ve Resûlullah (asm)’a isyân etse, bu âlemin nizâmına muhâlefet etmiştir. İslâm, kâinatın Dîni’dir; fıtrat Dîni’dir. Kur’an, kâinatın anayasasıdır. Ahkâm-ı Şerîat, hilkat-i âlemin netîcesidir. Peygamberlerini (as) tekzîb eden kavimlerin, semâvî ve Arzî belâlarla ve anâsırın hücûmuyla helâk edilmesi, bunun bir delîlidir.
Şu kâinatta hiçbir mevcûd, başıboş ve hikmetsiz değilken ve insan dahî herkesten ziyâde ahsen-i takvîmde, san’atlı bir sûrette yaratılmış ve bütün mahlûkât, ona teshîr edilmiş ve makâsıd-ı rubûbiyetin merkezine konmuş iken; sahibsiz, başıboş olması; hikmetsiz ve abes yaratılması; mühmel kalması, mümkün değildir.[2]
O halde İlâhî kânûnlara muhâlefet edemeyiz, istediğimiz gibi hareket edemeyiz. Biz, hayvanlar gibi serbest değiliz. Çünkü teklîfî kanunlarla bizim ef’âl, akvâl ve ahvâlimiz nizam ve intizam altına alınmıştır. Üstelik büluğ çağından itibaren hayır ve şer yaptığımız her amelimiz yazılıyor, kaydediliyor. Hayvan ise, teklîfî kanunlarla mükellef değildir. İstediği gibi yer, içer, gezer, dolaşır.[3]
[1] Fâtır, 35:37.
[2] Mu’minûn, 23:115; Kıyame, 75:36.
[3] Semendel Yayınlarından “22. Söz ve Şerhi” adlı eserden alınmıştır.
İsim | |
Eposta ( Sitede görünmeyecek ) | |
Yorum | |
Doğrulama Kodu | |
Gönder |