On Birinci Esâs: Makámât-ı ma‘neviyye hakkındadır.
Kutbiyyet, ğavsiyyet, mehdiyyet gibi ma‘nevî makámlar, Kur’ân ve Sünnet’in teblîği için, bir dellallık makámıdır. Yoksa şahsiyyet ve enâniyyeti ön plana çıkarıp, halkı, o makámâta da‘vet etmek ve o makám sáhibine bağlamak için verilen bir makám değildir.
Evet, bir kul, çalışır, amel ve ibâdet eder; lütuf ve inâyet-i İlâhiye de ona refîk olur; netîcede o kul, ihsân-ı Rabbânî ile makámât-ı ma‘nevîyeye nâil olur. O da bu ihsâna mazhâriyyeti, şükür sadedinde, sadece Dîn-i İslâm’ın teblîği için kullanır. Böylece o kul, Hazret-i Peygamber (asm)’a, belki bütün peygamberlere vâris olur; o makáma hizmet eder ve dâire-i istikámette kalır.
Kutub, Ğavs, Mehdî gibi makám sáhibleri, Kur’ân ve Sünnet’in dellâl ve hâdimleridirler. Kur’ân ve Sünnet’e âyînedirler; gölge ve vekîl değildirler. O makám, bir tanedir; Kur’ân ve Sünnet’e dellâllık makámıdır. Da‘vet de bir tanedir; Kitâb ve Sünnet’edir. Bir insân, eşhásı, ma‘nâ-yı ismiyle, ya‘nî müstakillen kendi mezhebine, mesleğine, cemâatine, cem'iyetine da‘vet ederse; bu da‘vet, dalâlettir, şahsiyetçiliktir. İster maddî şahsiyetine da‘vet etsin; ister kutbiyet, ğavsiyet ve mehdiyetine da‘vet etsin müsâvîdir. Farazá kutb-u a’zam da olsa böyle bir da‘vet bâtıldır. Farazâ Seyyid Ahmed-i Bedevî, Seyyid Ahmed-i Rufâí, Şâzelî, Ğavs-i Geylânî, Şâh-ı Nakşibendî, İmâm-ı Rabbânî, Bedîüzzaman Saîd Nursî gibi zevât-ı âliye dahî halkı, şahsına ve ma‘nevî makamına da‘vet etse, bu da‘vet bâtıldır. Hâşâ bu zevât-ı álîyeden, böyle bir da‘vet de vuku‘ bulmamıştır.
On iki mezheb imâmı, on iki tarîkat pîrî, fırka-i nâciye, insanları, ezânda geçen bu üç esâsa, ya‘nî Kur’ân’a, Sünnet’e, Namâz’a da‘vet etmişlerdir. Kutbiyyet, ğavsiyyet, mehdiyyet gibi ma‘nevî makamlarına, kendi meslek, meşreb ve mezheblerine da‘vet etmemişlerdir. Bundan böyle her kim halkı, kutbiyyet, ğavsiyyet ve mehdiyyet gibi ma‘nevî makamlara ve kendi meslek, meşreb ve mezhebine da‘vet ederse, bilmiş olun ki; bunlar, bu işin ehli ve bu nev‘í makám sáhibi değildirler.
İnsan-ı mü’min, Elláh’ın lütfuna, kurbiyetine, muhabbetine ve rızasına, ancak Kur’ân ve Hadîs’i okumak ve onlara ittibâ‘ etmekle ulaşabilir.[15] Meselâ: İhlâs Sûresi, Elláh’ın kelâmıdır. Bu sûreyi okuduğun zaman, o anda Elláh, bin bir isim ve sıfatıyla seninle beraber olmuyor mu? Hem meselâ: اَللّٰهُمَّ صَلِّ عَلٰى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ dediğin zaman, Resûl-i Ekrem (asm), o anda seninle beraber olduğuna inanmıyor musun? Elbette inanıyorsun. Madem bir sûre-i celîle veya bir âyet-i kerîme veyahut salavât-ı şerîfe vâsıtasıyla Elláh ve Resûlü, ma‘nen senin yanında olduğuna inanıyorsun; artık falan kutbu, filân ğavsı çağırmaya hâcet var mı? Feteemmel!
Elláh (cc), bin bir isim ve sıfatıyla senden sana yakındır. Resûl-i Ekrem (sav) de rûhaniyetiyle senin yanındadır.
Mürşid, şahsını değil; âyîne-i rûhunda Kur’ân ve Sünnet’i göstermelidir. Zîrâ Kur’ân ve Sünnet, âyîne ister; vekîl ve gölge istemez. Rivâyete göre; Cüneyd-i Bağdâdî, âyîne-i rûhunda Resûlullah’ı mürîdine göstermeden, mürîdini yanına almamıştır. “Şâyet böyle olmazsa, mürîd, dalâlete gider; bana tapar.” demiştir. Kezâ Şâh-ı Nakşibendî, âyîne-i rûhunda Muhammed Resûlullah’ı göstermeden, kimseyi tarîkatına, yanına almamıştır. Bu zevât-ı âliye, Kur’ân ve Sünnet’e güzel bir âyîne olmuşlar; kimseyi kendi şahıslarına ve makámlarına da‘vet etmemişlerdir. Siz ise, başka bir da‘vânın peşine düştünüz. Âlem-i İslâm olarak “velîlik” da‘vâsıyla yola çıkmışsınız ve bu yol ile dîne hizmet edeceğinize inanıyorsunuz. “Velî, beni kurtarır.” diyorsunuz. Bu da‘vâ ve bu da‘vâya da‘vet, bâtıldır. Bu, resmen “sûfizm hareketi”dir. Bu da‘vânın, İslâm’la yakından uzaktan alâkası yoktur. Çünkü bu, “Peygamberlik Müessesesi”ne karşı ayaklanma demektir. Velî, peygambere engel olmuştur. Böyle bir velî, seni aslâ kurtaramaz. Sizi kandırmışlar. Dikkat edin; bu yanlıştan vazgeçin. Aksi takdirde âzâb-ı İlâhî, dünyâ ve ahirette sizi yakalar.
Hazret-i Ebû Bekir (ra)’dan Bedîüzzaman Hazretleri’ne kadar gelmiş geçmiş ulemâ ve evliyâ-i kirâmdan bize ulaşan şöyle bir söz mevcûddur: “Ben, kendi şahsıma ve ma‘nevî makamıma, hiç kimseyi da‘vet etmiyorum.” İşte bu inanç ve düşünce, kıyâmete kadar devâm edecektir. Kur’ân ve Sünnet, Güneş gibidir. Sâir meslek ve meşrebler, mûm mesâbesindedir. Bedîüzzaman Hazretleri, şöyle buyurmuştur:
“Güneş varken, mumların ışığı altına girmeye ihtiyaç yok. Madem Güneşi gösteriyorum, benden mum ışığı -bahusus bende bulunmazsa- istemek manasızdır, lüzumsuzdur.”[16]
Şahsa ve makáma da‘vet, merdûddur. Bu sebeble i‘lân ediyorum ki; “Ben ne ğavsım, ne kutbum, ne ferdim. Sıfırın altında sıfırım. Sizlere, şahsımızı değil; Kur’ân ve Sünnet’i gösteriyoruz. Eğer farazá ğavsiyete, kutbiyete, mehdiyete bir da‘vet vuku‘ bulsa, böyle bir da‘vet bâtıldır. Peygamber’e karşı muáraza olduğu gibi; tevhîd-i İlâhiye de muháliftir. Çünkü Elláh, böyle bir da‘veti kabûl etmemiştir; günde beş def‘a ezân vâsıtasıyla mezkûr üç esâsa da‘vet yapmaktadır. Bunun dışındaki da‘vetlerin hepsi merdûddur ve âhirette mes’ûliyeti ve azâbı mûcibtir. Da‘vet, ölmeyen bir hakíkata olur. Ölmeyen hakíkat ise, Kur’ân ve Sünnet’tir.
Eğer bizi severseniz, bizim davetimiz, Kur’ân ve Sünnet’edir. Onlara tâbi‘ olun! Saadet-i dâreynin medârı, bu iki menba‘dır. Beş vakit namaza devâm edin. Elden geldiği kadar cemaatle namâz kılmaya ve namazın âhirindeki tesbîhâtı yapmaya gayret gösterin. Beş vakit namazın akabinde bütün mü’minlere ve bize duá edin. Çünkü insanların en mükemmeli olan Hazret-i Muhammed (asm), bizden duá istemiş; salât u selâm getirmemizi emretmiştir. Biz, hadsiz derece birbirimizin duásına muhtacız. Buna binâen birbirimize duá etmeliyiz. Biz râcîyiz, dilenciyiz. Birbirimizden duá talebinde bulunuruz. Da‘vet sahibi değiliz. Da‘vet sahibinin dellâlı ve mübelliğiyiz. Hâdimiz, mahdûm değiliz. Hacı Hulûsí Bey‘’in şu sözü, ibret-feşândır. O Zat, sık sık bana şöyle emrederdi: ‘Molla! Molla! Merciiyyetten el-hazer, el-hazer, el-hazer!’”
Netîce-i kelâm: Hak da‘vet, yalnız ezândadır ve bu da‘vet de “Kur’an, Hadîs ve namâz” şeklinde üç esâs ile nihâyet bulmuş ve kıyâmete kadar da devâm edecektir. Kur’ân ve Hadîs’i yanlış anlamamak için, İcmâ‘ ve Kıyâs’a mürâcaat ediyoruz. Bu asırda da Risâle-i Nûr’u, bu edille-i şer’iyye için, bürhân olarak kabûl ediyoruz.
Risâle-i Nûr, hâdimdir; mahdûm değildir. Dellâldır, mübelliğdir; da‘vâ sáhibi değildir. Da‘vâ değil; da‘vâ içinde bürhândır. Bediuzzaman Hazretleri, eserinde yazdığı bürhânları Kur’ân’dan almış; bu bürhanlar, kendi fikrinin mahsûlü değildir. Risâle-i Nûr, bir meslek, bir meşreb, bir tarîkat değildir; belki doğrudan doğruya hakíkat-i Kur’aniye, hakíkat-i Risâlet-i Muhammediyye ve hakíkat-i salâtı canlandırıp isbât eden bir câdde-i kübrâdır.
Kur’an, aşîretçilik, milliyetçilik gibi da‘vâların hepsini yasak etti; ortadan kaldırdı. Tek bir da‘vetimiz var. O da ezân ile yapılan da‘vettir. Kurtuluşumuz, cemâat olarak namazdadır. Hakíkat-i hál böyle iken, ezân-ı şerîfteki da‘vete icâbet etmiyorsunuz. “Şeyhimiz, hocamız, mezhebimiz, mesleğimiz, meşrebimiz, tarîkatımız, aşîretimiz, ırkımız, partimiz, kánûnlarımız, beşerî sistemlerimiz, paramız, makámımız, mevki’imiz” diyorsunuz. Bu ezân, Arş’a kadar çıkar ve sizin bu da‘vetlerinizi yüzünüze çarpar.
Bu da‘vet, لَٓا اِلٰهَ kelimesi ile bütün bâtıl ve muharref dinleri, devletleri ve sistemleri reddeder. اِلَّا اللّٰهُ kelimesi ile Kur’ân’ın ahkâmını tesbît eder. مُحَمَّدٌ رَسُولُ اللّٰهِ cümlesi ile de Kitâb ve Sünnet’e muhálif olan bütün usûl ve âdâb-ı beşeriyeyi kaldırır; yerine Sünnet-i Nebeviyye’yi ikáme eder. Kısaca bütün semâvî kitabların hülâsası olan Kur’ân ile bütün peygamberlerin sünnetinin hülâsası olan Sünnet-i Nebeviyye’yi, ilmî, amelî ve edebî sahalarda yeryüzünde hâkim kılar. İşte böyle bir maksad için günde beş def‘a âleme i‘lân edilir.
Buna binâen, bütün semâvî dînlerin esâsı, لَٓا اِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ مُحَمَّدٌ رَسُولُ اللّٰهِ cümle-i kudsiyesidir. Hem bu cümle, bütün kâinatın ve álem-i insâniyetin nizamnâmesidir ve bunların bekásına, ayakta kalmasına sebebtir. Hicrî ilk üç asra kadar herkesin derdi, Kur’ân ve Hadîs’i anlamak ve ezberlemekti. Da‘vet de yalnız bu iki esâsa yapılırdı. Bu da‘vet, hicrî üç asra kadar sâfî olarak gelmiş iken; ondan sonra bozulmaya başladı. Kur’ân, o saâdet asırlarında ilmen, amelen ve edeben hâkim olmuştu; Müslümanlar’ın asıl vazífesi de namazdı ve namazlarını, hakkıyla kılarlardı.
Evet, hicrî ilk üç asra kadar ümmet, hem ezânda geçen اَشْهَدُ اَنْ لَٓا اِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ وَ اَشْهَدُ اَنَّ مُحَمَّدًا رَسُولُ اللّٰهِ kelime-i şehâdeti söylemek suretiyle, Kur’ân ve Sünnet’in ahkâmını tasdîk ve kabûl ettiler. Hem de ilmî, amelî ve edebî sahalarda bu ahkâmı icrâ ve tatbîk etmek suretiyle bi’l-fiil bu da‘vete icâbet ettiler. Kezâ namazın tahiyyâtında, hem اَشْهَدُ اَنْ لَٓا اِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ وَ اَشْهَدُ اَنَّ مُحَمَّدًا رَسُولُ اللّٰهِ diyerek, Kur’ân ve Sünnet’in ahkâmını tasdîk ve kabûl ettiler. Hem de ilmî, amelî ve edebî sahalarda bu ahkâmı icrâ ve tatbîk etmek suretiyle bi’l-fiil bu da‘vete icâbet ettiler.
Hicrî üçüncü asırdan sonra ise; ümmet, ezanın bu da‘vetini, tasdîk ve kabûl ettikleri ve dil ile ikrâr ettikleri halde; ilmî, amelî ve edebî sahalarda bi’l-fiil bu ahkâmın icrâ ve tatbîkini terkettiler. Kezâ namazın tahiyyâtında, bu da‘veti, tasdîk ve kabûl ettikleri halde; ilmî, amelî ve edebî sahalarda bi’l-fiil bu ahkâmın icrâ ve tatbîkini terkettiler. Böylece hem ezânda, hem de tahiyyatta geçen bu da‘vet, muallâkta kaldı; sadece lafız ve isimden ibâret oldu.
Kasem ederim ki; bu da‘vet, bi-iznillâh, bi-havlillâh yakın bir zamanda bütün cihâna hâkim olacaktır. Onun dışındaki bütün da‘vetler, ortadan kalkacaktır. Nasıl ki; Resûl-i Ekrem (asm) vâsıtasıyla bu da‘vet i‘lân edilince; bu da‘vetin karşısında, o zamanki Rûm, Sâsânî ve Habeşistân gibi üç büyük devlet ve bunlara bağlı olan küçük devletçikler ve bâtıl ve muharref dinler mağlûb oldular. Kur’ân ve Sünnet, bütün cihâna hâkim oldu; galebe çaldı. Sünnetullâh ve ádetulláh budur. Bu da‘vet, karşısında başka bir da‘vet kabûl etmez. Bu asır insanları, bu da‘vete icâbet etmedikleri için huzûr ve sükûna, saádet ve selâmete hasrettir.
Tekrâr Asr-ı Saádet gibi bir asra kavuşmak ve o saádeti yaşamak istiyorsak; Kur’ân ve Hadîs’i; ilmî, amelî ve edebî sahalarda hâkim kılmalıyız; ezân-ı Muhammedîde ifâde edilen da‘vete icâbet etmeliyiz; diğer da‘vetlerden i‘râz etmeliyiz; namazı yukarıda ta‘rîf edilen şekliyle, cemâatle berâber kılmalıyız.
Bizim mesleğimiz; ezândaki da‘vete icâbet ve nâsı, bu da‘vete da‘vet etmek; bu da‘vetin yeryüzünde ikâmesi için sa‘y u gayret göstermek; bu maksada ulaşmak için yol alırken, kimseyi tenkíd, tenkîs ve tekfîr etmemektir. İşte da‘vâmız budur. Bunun dışında bir da‘vâmız yoktur. Asr-ı Saádet’ten bugüne kadar başta Resûl-i Ekrem (asm) olmak üzere Sahâbe’nin, tâbi‘inin, tebe-i tâbi‘inin, müctehidîn-i izâmın, hák tarîkat pirlerinin, aktabların, imâmların da‘vâsı da bu idi. Ancak hicrî üçüncü asırdan sonra bu da‘vâ unutuldu. Nazarlar, Kur’ân ve Hâdis’e değil; eşhása ve o eşhásın meslek, meşreb ve mezhebine çevrildi. Eğer bu ezânda, bu da‘vette ittifâk edersek, kurtuluruz. Aksî takdîrde tehlike azímdir.
İşte Üstâd Bedîüzzaman (ra) Hazretleri’nin ifâde ettiği “müsbet hareket etmek” düstûrunun ma‘nâsı da budur.
Hâdimu’l-Kur’ân
Molla Muhammed el-Mûşî el-Kersî
[15] Âl-i İmrân, 3:31.
[16] Mektûbât, 28. Mektûb, 3. Mes’ele Olan 3. Risâle, s. 358.
İsim | |
Eposta ( Sitede görünmeyecek ) | |
Yorum | |
Doğrulama Kodu | |
Gönder |