tel tel tel
Kur'an-ı Kerim'den
Rabbinizden mağfiret dileyin; sonra günahlardan tevbe edip O’na sığının! Gerçekten benim Rabbim, çok merhametlidir ve kusurunu derkedip dergahına iltica edenleri sevendir.
(Hud, 11/90)
Hadîs-i Şeriflerden
Sizden birinizin sırtında odun toplaması, dilenmesinden daha hayırlıdır. Dilenip istediği kimse ya verir veya vermez.
(Buhari, Zekat 50, Müslim, Zekat 106)
Dualardan
Yaşasın sıdk! Ölsün ye's! Muhabbet devam etsin! Şûrâ kuvvet bulsun! Bütün levm ve itab ve nefret, heva hevese tâbi olanlara olsun; selâm ve selâmet, hüdaya tâbi olanların üstüne olsun! Âmin.
(Tarihçe-i Hayat)
Vecîze
Netice-i hilkat-i âlemin en mühimmi, şükürdür. Çünki kâinata dikkat edilse görünüyor ki: Kâinatın teşkilâtı şükrü intac edecek bir surette herbir şey, bir derece şükre bakıyor ve ona müteveccih oluyor.
Mektûbat

Müsbet Hareket ve Ezândaki Da'vet

05.08.2019

وَاِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ

اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللّٰهِ وَ بَرَكَاتُهُ اَبَدًا دَائِمًا

Azîz, Sıddık Kardeşlerim!

Üstâd Bedîüzzaman (ra) Hazretleri’nin, 20. Lem’a İhlâs Risâlesi adlı eserinde geçen “Müsbet hareket etmektir ki; yani kendi mesleğinin muhabbetiyle hareket etmek. Başka mesleklerin adaveti ve başkalarının tenkîsi, onun fikrine ve ilmine müdâhale etmesin; onlarla meşgul olmasın.”[1] cümlesinin şerh ve îzáhı sadedinde, Cenâb-ı Hakk’ın tevfîk ve inâyetiyle  on bir esâsı beyân edeceğiz.

Birinci Esâs: İhlâstır.

Ellahu Teálâ, şöyle buyuruyor:

اَلَا لِلّٰهِ الدّ۪ينُ الْخَالِصُ

Ya‘nî, “İyi bilin ki; hális dîn, yalnız Elláh’ındır.”[2] Ya‘nî, küfür’den, şirkten, riyâdan, ucubdan, fahrdan, mâsivâdan, Elláh ve âhiret hesâbına olmayan dünyevî cümle arzulardan, hattâ Cennet’i dahî asıl maksad yapmaktan árî ve berî olarak yapılan ibâdet, hálistir ve ancak bu ibâdet, Elláh’a ulaşır.

Resûl-i Ekrem (sav) Efendimiz, bu âyet-i kerîmeyi gelecek hadîs-i şerîfiyle şöyle îzáh etmiştir:

هَلَكَ النَّاسُ اِلاَّ الْعَالِمُونَ وَهَلَكَ الْعَالِمُونَ اِلاَّ الْعَامِلُونَ وَهَلَكَ الْعَامِلُونَ اِلاَّ الْمُخْلِصُونَ

وَالْمُخْلِصُونَ عَلٰى خَطَرٍ عَظ۪يمٍ

Ya‘nî, “İnsanlar, helâk oldu; âlimler, müstesnâ. Âlimler de helâk oldu; ilmiyle amel edenler, müstesnâ. İlmiyle amel edenler de helâk oldu; muhlisler (ihlâs sáhibleri), müstesnâ. İhlâs sáhiblerine gelince; onlar da pek büyük bir tehlike ile karşı karşıyadırlar.”[3]

Muhlis; ibâdetini ve teblîğini, para, mal, servet, şöhret, makám, mevki' gibi maddî ve ma‘nevî hiçbir ücret ve menfaat beklemeden, yalnız Ellah rızásı için yapandır. Mâdem ihlâsı kazanmak ve muhâfaza etmek, kolay değildir. Öyle ise, dâimâ nefsimizi, kontrole tâbi‘ tutmamız lâzımdır. Muhlisler bile büyük bir tehlike üzerinde ise ve kayma ihtimalleri varsa, elbette bizim de kaymamız ve da‘vâyı kaybetmemiz, her ân için mümkündür. O halde tek çâre, nefsimizi kontrol edip yek vücûd háline gelmek ve ihlâsı tahsíl edip muhâfaza etmektir. Aksî takdîrde helâk olabiliriz.

Peki, helâktan kurtulanlar kimlerdir? Kurtulanlar, yalnız muhleslerdir.[4] Muhlesler; nebîler, mürseller ve bunlara tâbi‘ olan bazı asfiyâ-i muhakkikîndir ki; Cenab-ı Hak, onları, semâvî kitabların aslı ve esâsı olan Kur’an ve Hadîs’in tedrîsi ve tecdîdi için seçer. Bu táife, tehlikeden mahfûzdur. Çünkü Ellahu Teálâ, bu zevât-ı âliyeyi, kendi dîni için seçmiş ve onları, bi’z-zât muhâfaza altına almıştır. Muhles olan zevât-ı âliye, akrebiyyet-i İlâhiyye sırrına mazhardırlar. Muhlisler ise; kurbiyyet-i İlahiyye sırrına mazhardırlar; kendileri ihlâsı kazanmaya, şahsî amelleriyle Ellahu Teálâ’ya yaklaşmaya çalışırlar.

Dikkat et! Ne kadar ihlâslı olursan ol, yine de tehlike vardır. Fakat Elláh, bir kulunu seçip muhâfaza ederse, onun için bir tehlike yoktur.

Hülâsa: İhlâs, اِنْ اَجْرِىَ اِلاَّ عَلَى اللّٰهِ sırrıyla; nâsdan gelen maddî ve ma‘nevî ücret ve menfâattan, ya‘nî servet ve şöhretten istiğnâ etmektir. Bir amelin içine menfâat ve ücret girerse, ihlâs kırılır; o amelin sevâbı gider.

İkinci Esâs: Müsbet hareket etmektir.

Suâl: Müsbet hareket etmek, ne demektir?

Elcevâb: Şu zamanda, cem’iyette şöyle yanlış bir anlayış vardır. Diyorlar ki; “Müsbet hareket etmek demek; kimin yanına gidersen git, onun rengiyle renklen demektir.”Meselâ; Lâikçiler’in yanına gittiğinde, lâikçi görün. Sosyalistler’in yanına gittiğinde, sosyalist görün. Yahûdî’nin yanına gittiğinde, Yahûdî görün. Hıristiyan’ın yanına gittiğinde, Hıristiyan görün. Hülâsa: Kimin yanına gidersen git, onun gibi konuş; onun gibi görün; yumuşak huylu ol; herkesin yüzüne gül; herkesi Hızır bil; sağ yanağına bir tokat vururlarsa, sol yanağını da çevir, ona da vursunlar. Bir Yahûdî, gelip yahûdîliğini anlatırsa, ona ‘Doğrudur.’ diyeceksin. Bir Hıristiyan, hıristiyanlığını anlatırsa, ona da ‘Doğrudur.’ diyeceksin. Bir sosyalist, sosyalistliğini anlatırsa, ona da ‘Doğrudur.’ diyeceksin. Böylece herkesin meslek ve meşrebinin doğruluğunu tasdîk edeceksin. Müslümân biri, yanına gelip müslümânlığını anlattığında ise; onu da idâre edeceksin ve gücü nisbetinde yüzüne güleceksin. Kâdirî olan bir şeyhin yanında, kâdiriliği medhedeceksin; Nakşî birinin yanında, nakşîlikten bahsedeceksin; Nûrcu birinin yanında, nûrculuğu müdâfaa edeceksin. İşte bütün bu tarz hareketler, hâşâ müsbet hareket değildir. Bi’l-akis cem’iyetin anladığı bu şekildeki müsbet hareket, Kur’ân’a göre münâfıklıktır.

Peki, müsbet hareket nasıl olur? Müsbet hareket odur ki; senin bir dînin, bir inancın, bir da‘vân var. Da‘vân, İslâm’ın iki temel esâsı olan Kur’ân ve Sünnet’tir. Müslümân ise; Kur’ân ve Sünnet’te geçen cümle ahkâmı tasdîk edip o ahkâmın ilmî, amelî ve edebî sahalarda icrâ ve tatbîkine tarafdâr olan ve bu ahkâmı teblîğ edendir. Bu cihette Müslümân’ın kendisine hás bir şahsiyeti ve kimliği vardır.

Cenab-ı Elláh, umûm cin ve insin iki cihân saadetine medâr olmak için, kelâmı olan Kur’ân’ı ve O’nun birinci müfessiri olan Hadîs’i indirmiştir. O Kur’an ve Hadîs’in, İcmâ-ı Sahâbe ve Kıyâs-ı Fukahâ’dan müteşekkil iki tane de kanadı vardır. İcmâ‘ ve Kıyâs, Kur’an ve Hadîs’in muhkemleştirilmesi içindir. Risâle-i Nûr ise; bu asırda bu dört şer’î delîli, bürhân ve hüccetlerle ilmen isbât etmiştir. İcmâ‘ ve Kıyâs ta‘bîrinde; hem fıkhî mezhebler, hem akîde ilmi, hem de diğer bütün dînî ilimler dâhildir.

Yanlış anlaşılmasın. Ben, burada “Risâle-i Nûr” ta‘bîriyle, nurculuğu kasdetmiyorum. Ben, Risâle-i Nûr’dan, bu asırda Kur’ân’ın ma‘nevî bir tefsîri olması hasebiyle bahsediyorum. Risâle-i Nûr, müstakil bir meslek ve meşreb değildir. Hem Risâle-i Nûr, bir tarîkat da değildir. Belki Kur’ân’ın i’câzını ve O’nun beyân buyurduğu hakáiki isbât eden bürhânlı bir tefsîridir. Kezâ Risâle-i Nûr, Kur’ân, Hadîs, İcmâ‘ ve Kıyâs’ın hakkâniyetini delîllerle isbât ediyor. Risâle-i Nûr, da‘vâ değil; da‘vâ içinde bürhândır; bu dört da‘vânın delîlidir.

O halde Kur’ân, Hadîs, İcmâ’, Kıyâs ve Risâle-i Nûr’u, kendine rehber ve meslek ittiház et! Mesleğini tesbît edip Arş-ı A’lâ’ya bağlandıktan sonra, karşına bir Yahûdî veya bir Hıristiyan veya bir sosyalist veya bir siyasetçi ya da başka bir meslek ve meşreb sáhibi çıkarsa; sen, mesleğin olan Kur’ân’ı ve O’nun müfessiri olan Hadîs’i ve bunları îzáh ve isbât eden İcmâ‘, Kıyâs ve Risâle-i Nûr’u anlat! Onun mesleğinin yanlışlarını, hatırına bile getirme; kusûrlarını anlatarak onu tenkíd etme! Başkasının tenkídi, tenkîsi, senin ilmine ve fikrine müdâhale etmesin. Zîrâ sen, hakkı bulmuşsun; kendi mesleğinin muhabbetiyle hareket etmek mecbûriyetindesin; kimseyi dinlemeye, onunla meşgul olmaya vaktin yoktur. Eğer bir mezhebe muhabbetin varsa; meselâ amel cihetinde Şâfií Mezhebi’ne intisáb etmişsen, “huve’l-hák” “Yalnız hák, budur.” demeye hakkın yoktur. “Sadece Şâfií Mezhebi hakdır.” dersen, dalâlete girmiş olursun. Ancak şöyle diyebilirsin; “Menba‘ı, Kitâb ve Sünnet olan bütün mezhebler hakdır. Fakat benim mezhebim, daha güzeldir.” Hem meselâ; “Kur’ân’ın ma‘nâsını ifâde eden bütün tefsîrler hakdır. Fakat Risâle-i Nûr, bürhânî bir tefsîr olması hasebiyle daha güzeldir.” diyebilirsin. Ancak, “Tefsîr, yalnız Risâle-i Nûr’dur.” diyerek hasr yapamazsın.

İşte müsbet hareket etmek düstûrunun kısaca ma‘nâsı budur.

Üçüncü Esâs: Tasavvuf ve tarîkat hakkındadır.

Tasavvuf ve tarîkat, hakdır; aslı, esâsı Kur’ân’a dayanır; Mi’râc-ı Nebevî’den mülhem bir hakíkattır. Tasavvuf'un asıl gáyesi, enfüsî ve âfâkí dâirelerde tecellî eden ef’âl, esmâ ve sıfât-ı İlâhiyye’yi keşfetmek, anlamaktır. Mi’râc’ın sırrıdır. Bununla beraber dar, husûsî bir meslektir. Cadde-i suğrâdır, özel bir caddedir; cadde-i kübrâ-yı Kur’aniye değildir. Hem şartları da çok ağırdır. Bu sebeble bu zamanda o yolda gitmek, gâyet müşkildir. Bundan dolayı da erbâbı yoktur. Kur’ân’dan alındığı halde, başka bir şekle ifrâğ edilmiştir.

Evet, tasavvuf ve tarîkat, o günün şartlarında düşmana karşı bir müdâfaa silahı olarak kullanılmıştır. Fakat şimdi şartlar ağırlaşmış; asır başkalaşmış olduğundan; inkılâbât-ı zamâniye ile ba‘zı yanlışlar ve hurâfeler içine girmiş; bu asırda erbâbı kalmamıştır. Bu sebeble tasavvuf ve tarîkat, şu zamanda, bu asrın insanlarının ihtiyâclarına cevâb verecek kâbiliyette değildir. Bu asırda bu yolla hakíkate ulaşmak, ádetâ muhaldir, mümkün değildir.

Risâle-i Nûr, Kur’ân’ın tefsîri olarak, cadde-i suğrâ olan tasavvuf ve tarîkatı, Kur’ân’ın düstûrları ışığında ele alarak, bu mesleğin ağır şartlarını kaldırmış; bazı eşhása âid cadde-i suğrâdan kurtararak on iki tarîkatta tecdîdât yapmış ve doğrudan doğruya Sahâbe Mesleği háline getirmiş; şahsiyetçiliği ortadan kaldırmıştır. Bu işin erbâbı olmak isteyen, Risâle-i Nûr’u dikkatle okusun. Risâle-i Nûr’un tasavvufla alâkalı yerlerini mütefekkirâne ve müdakkikáne mütâlaa etsin. Risâle-i Nûr’un ilme’l-yakín sûretindeki dersi, tasavvufun hakka’l-yakíni derecesinde îmânı kurtarıyor.

Tasavvuf İlmi’nin asıl gáyesi, altı erkân-ı îmâniye ile beş esâsât-ı İslâmiye’nin hakíkatini keşf, îzáh ve isbât etmektir. Bu konuda, Ğavs-ı Geylânî de olsa, kimse Sahâbe’ye yetişemez. İşte Risâle-i Nûr, bütün mesâísini bu erkân ve esâsât üzerine teksîf etmiş; bu ilmi, tarz-ı Sahâbe gibi; Kur’ânî bir câdde haline getirmiştir. Tasavvuf ve tarîkatın, Kur’ân ve Sünnet’e muvâfık olan kısmını almış, muhálifini tasfiye etmiştir.

Dördüncü Esâs: Kelâm İlmi hakkındadır.

Kelâm İlmi de Kur’ân’dan alınmış, zamanında çok şübheleri izâle etmiştir. Fakat bu meslek de cadde-i suğrâdır; cadde-i kübrâ-yı Kur’aniye değildir; Kur’ânî bir isbât üslûbuna sáhib değildir. Üstad Bedîüzzaman (ra) Hazretleri, Kelâm İlmi’nde de tecdîd yaparak, bu ilmi, tarz-ı Sahâbe gibi doğrudan doğruya Kur’an ve Hadîs’e bağlamıştır. Kelâm İlmi’ni, cadde-i suğrâ olmaktan çıkarmış; Risâle-i Nûr’da cem’etmiştir. O halde Kelâm İlmi’nin hülâsası, Risâle-i Nûr’da mevcûddur.

Demek Risâle-i Nûr’un ta‘kíb ettiği metod ve tarz, Tasavvuf ve Kelâm İlmi’nin hakíkatidir.

Kelâm İlmi’nin gáyesi, başta tevhîd ve haşr-i cismânî olmak üzere altı erkân-ı îmâniye ve beş esâsât-ı İslamiye’yi îzáh ve isbât etmektir. Bediüzzaman Hazretleri, Kur’an âyetlerinden istihrâc edilen Kelâm İlmi’ndeki muvâfık olan delîlleri almış; muvâfık olmayan ve fikr-i beşerin müdâhil olduğu delîlleri kullanmamıştır.

Beşinci Esâs: İctihâd hakkındadır.

İctihâd hakdır; kapısı açıktır. Fakat şartları ağır olduğundan ve mâni‘ler bulunduğundan; hicrî ilk üç asırdan sonra hiçbir âlim, oraya girememiş; buna güç yetirememiştir. Her ne kadar müctehid-i fîl mezheb yetişmişse de müstakil mezheb sáhibi yetişmemiştir. Tasavvuf ve Kelâm İlmi’ne çok hatálar girdiği gibi; ictihâd mes’elesine de çok hatálar girdi. Bu sebeble Üstad Bedîüzzaman (ra) Hazretleri, mâni‘lerden dolayı bu asırda o kapıdan girmenin mümkün olmadığını ifâde etmiştir.

Hülâsa: Tasavvuf kapısı açıksa da oraya girmeye mâni‘ler var. Kelâm İlmi’nin kapısı açıksa da oraya girmeye mâni‘ler var. İctihâd kapısı açıksa da oraya girmeye mâni‘ler var.

Altıncı Esâs: Mâ’sûmiyet ve hatádan hálî olmak, sadece Kitâb ve Sünnet’in hassasıdır.

Hiçbir Sahâbe, hiçbir velî, hiçbir kutub, hiçbir ğavs, hiçbir imâm, hiçbir álim, kezâ hiçbir mezheb, hiçbir meslek, hiçbir meşreb, hiçbir tarîkat, Risâle-i Nûr dâhil olmak üzere hiçbir tefsîr, hiçbir eser, ma’sûmiyet derecesine çıkmadığı gibi; hatádan hálî de değildir. Ma’sûmiyet ve hatadan hálî olmak, sadece Kitâb ve Sünnet’in hassasıdır. Mâdem ma’sûm ve hatádan hálî olan, yalnız Kitâb ve Sünnet’tir. O halde herkes için her konuda mihenk, yalnız ve yalnız Kitâb ve Sünnet’tir. Bu iki temel esâsa muvâfık olan doğrudur; muhálif olan ise yanlıştır. Bediüzzaman (ra) Hazretleri şöyle buyuruyor:

“Aziz kardeşlerim! Üstadınız lâyuhtî değil. Onu hatasız zannetmek hatadır.”[5]

“Hiçbir müfsid, ben müfsidim demez. Daima suret-i haktan görünür. Yahut bâtılı hak görür. Evet, kimse demez ayranım ekşidir. Fakat siz mehenge vurmadan almayınız. Zira çok silik söz ticarette geziyor. Hattâ benim sözümü de ben söylediğim için hüsn-ü zan edip tamamını kabul etmeyiniz. Belki ben de müfsidim veya bilmediğim halde ifsad ediyorum. Öyle ise her söylenen sözün kalbe girmesine yol vermeyiniz. İşte size söylediğim sözler hayalin elinde kalsın, mehenge vurunuz. Eğer altun çıktı ise kalbde saklayınız. Bakır çıktı ise çok gıybeti üstüne ve bedduayı arkasına takınız, bana reddediniz, gönderiniz.”[6]

Yedinci Esâs: Fırka-i Nâciye hakkındadır.

Resûl-i Ekrem (sav) Efendimiz, fermân etmiş: “Ümmetim, benden sonra yetmiş üç fırkaya ayrılacak. Yalnızca bir fırka, ehl-i necât olacak, kurtulacak.”[7]

Hadîste geçen “yetmiş üç” ta‘bîri, çokluktan kinâyedir; ümmetin çok fırkalara ayrılacağına işârettir. Demek bu ta‘bîr, inhisár ve tahdîdi ifâde etmez. Fırka-i nâciye ise; sadece Kitâb ve Sünnet’i esâs tutan, bunlara sımsıkı temessük eden, dînden ta‘vîz vermeyen táifedir.

Sekizinci Esâs: Ehl-i kıbleyi tekfîr etmemek hakkındadır.

Ulemâ-i İslâm’ın beyânâtına göre; dâhil-i İslâm’da eşhâsın küfrüne ancak mahkeme-i şer’iyyece hükmedilir; mahkeme-i şer’iyyenin dışında halkın birbirlerini tekfîr edip bunu karâra bağlamaları câiz değildir. Bu zamanda ise, mahkeme-i şer’iyye mevcûd olmadığından, dâhil-i İslâm’da eşhásın küfrüne hükmedilemez.

Buna binâen size tavsiyemiz, ehl-i kıbleyi, cenâzesini câmi‘ye getirip, bizim gibi defneden insanları; hangi meslek, meşreb ve fırkadan olursa olsun, tekfîr etmeyin. Fırka-i nâciye ünvânında dâhil olmamız için, kimseyi tekfîr etmememiz lâzımdır.

Dokuzuncu Esâs: Üstad Bedîüzzaman (ra) Hazretleri’nin ziyâretine gelenler hakkındadır.

Bu Zat, ziyâretine gelenler için, üç ayrı şahsiyeti olduğunu ifâde ediyor. Şöyle ki:

Birinci şahsiyet: Zâtî, dünyevî şahsiyetidir. Ya‘nî, Mirzâ ve Nûriye’nin oğlu olarak Nurs Köyü’nde, dünyâya gelen Saîd’dir. Bediüzzaman Hazretleri, bu cihetle ziyâretine gelenlere, “Ben, eşrâf-ı ümmet, ağa, bey, paşa değilim. Zâtî ve dünyevî şahsiyetimden dolayı yapılan ziyaretlerin cümlesi, boştur.” demiş ve bu niyyet ile gelen ziyaretçileri kabûl etmemiştir.

İkinci şahsiyet: Ubûdiyet noktasındaki uhrevî ve ma‘nevî şahsiyetidir. Ya‘nî, “Bu Zat, velîdir, kutubdur, Mehdî’dîr, evlâd-ı Resûl’dur; gidelim bize şefâat etsin, dünyâ ve âhirette işimiz râst gelsin.” diye Üstâd Hazretleri’ni mübârek ve makám sáhibi bilip ziyâretine gelenlerdir. Bu kapı da kapalıdır. Bedîüzzaman Hazretleri, bu ikinci şahsiyeti için ziyâretine gelenlerin, bu ziyâretlerinin de boşu boşuna olduğunu ifâde etmiş ve “Yasaktır, şahsiyetçiliktir.” deyip bu niyyet ile gelenleri kabûl etmemiştir.

Üçüncü şahsiyet: Kur’ân-ı Hakîm’in dellâlı olması cihetindeki şahsiyetidir. Üstâd Hazretleri’ni, Kur’ân-ı Hakîm’in dellâlı bilip, o niyetle ziyaretine gelenleri, bu Zat, kabûl etmiştir. 

Bedîüzzaman Hazretleri, ziyaretçilerle alâkalı mektubunun sonunda meâlen diyor ki; “Ziyâretiniz, benim şahsım ve velîliğim için değil; belki Kur’ân’a ve Hadîs’e olan da‘vetim cihetinde ise ki; ben, bu da‘vetin mübelliğiyim veya o yüksek mareşallık makámı ki; o makám, Resûl-i Ekrem (sav)’in makámıdır; Cibrîl-i Emîn’in makámıdır; Cenab-ı Hakk’ın tecelliyât makámıdır; ben, o makámın dellâlıyım. İşte sadece bu niyetle gelmişseniz, kabûl ederim. Zîrâ benim başka bir da‘vâm yoktur.”

Birinci da‘vette; şahsiyetçilik esâsdır. Bu da‘vet, dalâlettir. İkinci da‘vette; kutbiyet, ğavsiyet, mehdiyet gibi makámlar esâsdır. Bu da‘vet de bir nev‘í Peygamber’e karşı bir da‘vâ ile ortaya çıkmak; O’na muárız olmak ve Peygamberimiz (asm)’dan sonra, başka bir dava ihdâs etmek gibi ma‘nâlara geldiğinden; bu da merdûddur, bâtıldır, dalâlettir. Üçüncü da‘vet ise, Kur’ân ve Hadîs’e âid olduğundan haktır, meşrû’dur.

Üstâd Bedîüzzaman (ra) Hazretleri, bu mevzu‘yu, Mektûbât, 26. Mektûb, 2. Mebhas ve 26. Mektûb, 4. Mebhas, 10. Mes’ele adlı eserlerinde, mufassal bir sûrette îzáh etmiştir. Bu eserlere mürâcaat edilebilir.

Ben de bu mes’ele münâsebetiyle derim ki; benim de üç şahsiyetim vardır:

Birincisi: Ben, Varto’nun Kers köyünde Molla Resûl’ün oğlu olarak dünyâya geldim. Şâyet siz, “Bu Molla, hánedân sahibidir; âbâ ve ecdâdı müşerreftir.” diye yanıma veya ziyâretime gelmişseniz, bu ziyâretiniz, boştur; âhirette size hiçbir faydası yoktur. Hem bu cihetteki muhabbetiniz, lillah için değildir.

İkincisi: “Molla Muhammed, kutubdur, velîdir, Risâle-i Nûr dâiresinde emsâli yoktur.” gibi düşüncelerle gelmişseniz; bu ziyâretiniz de boştur. Böyle bir düşünce, Kur’ân da‘vâsına gölge olmaktır. Eğer benim kutbiyetimi, ğavsiyetimi niyet edip gelmişseniz; ben de bunu kabûl etsem; o zaman Kur’ân’ın karşısında yeni bir da‘vâ ile ortaya atılmış olurum ki; neûzu billah böyle bir da‘vâ, bâtıldır.

Elláh’ın velîsi, mestûrdur, gizlidir; peygamberler gibi açık değildir. Bundan böyle bir şahsın, halkı, kutbiyyetine, ğavsiyyetine, mehdiyyetine da‘vet etmesi, haramdır. Bugünkü gibi Âlem-i İslâm’da, böyle bir da‘vâ, geçmişte vuku‘ bulmamıştır. Beyâzıd-ı Bestâmî zamanında, böyle bir da‘vâ, ba‘zı eşhás tarafından kısmen vuku‘ bulduysa da o zamanki devlet ricâli, hepsinin katline fetvâ verdi ve hepsini öldürdüler.

Kutbiyyet, ğavsiyyet, mehdiyyet cereyânı için, bir insanın etrafında toplanmak, haramdır, yasaktır, memnû’dûr. Hattâ böyle bir da‘vâda bulunmak,  git gide insanı şirke ve küfre kadar götürür. Şahsiyetinden dolayı bir insanın etrafında toplanmak da netîce itibariyle insanı, küfür ve dalâlete götürebilir.

Üçüncüsü: Kur’ân’ın hâdimi ve dellâlı olmam hasebiyle ziyâretime gelenleri ise, âle’r-re’si ve’l-ayn kabûl ediyorum. Gelen ziyaretçi de böyle hális bir niyyete sáhib olduğu için, istifâde eder.  

Onuncu Esâs: Ezân’daki da‘vet hakkındadır.

Resûl-i Ekrem (sav)’den bugüne kadar devâm edegelen bir da‘vet usûlü vardır. Bu usûl de Ezân-ı Muhammedî (asm)’da ta‘rîf ve tesbit buyrulmuştur. Evet, müezzin, her gün beş def‘a اَللّٰهُ أَكْبَرُ اَللّٰهُ أَكْبَرُ اَللّٰهُ أَكْبَرُ اَللّٰهُ أَكْبَرُ “Elláh, büyüktür. Elláh, büyüktür. Elláh, büyüktür. Elláh, büyüktür.” diye i‘lân ediyor, da‘vet yapıyor. “Elláh, bütün bu kâinata nasıl hükmediyor; bu kâinatı tek başına nasıl idâre ediyor?” diye düşünüyorsanız ve bu hakîkat, aklınıza sığmıyorsa, اَللّٰهُ أَكْبَرُ  deyin. Eğer bu yüksek hakíkat, zihninize yerleşmiyorsa, azâmet-i İlâhiye’yi düşünün.

Müezzin, evvelâ günde beş def‘a bu şübheyi izâle ediyor. “Elláh, büyüktür, birdir, şerîki yoktur.” diye i‘lânât yapıyor. Bedîüzzaman (ra) Hazretleri bu konuda şöyle buyuruyor:

“Şeytanın en büyük bir desisesi: Hakaik-i imaniyenin azameti cihetinde dar kalbli ve kısa akıllı ve kasır fikirli insanları aldatır, der ki: "Bir tek zât, umum zerrat ve seyyarat ve nücumu ve sair mevcudatı bütün ahvaliyle tedbir-i rububiyetinde çeviriyor, idare ediyor deniliyor. Böyle hadsiz acib büyük mes'eleye nasıl inanılabilir? Nasıl kalbe yerleşir? Nasıl fikir kabul edebilir?" der. Acz-i insanî noktasında bir hiss-i inkârî uyandırıyor.

Elcevab: Şeytanın bu desisesini susturan sır: اَللّٰهُ أَكْبَرُ dir. Ve cevab-ı hakikîsi de اَللّٰهُ أَكْبَرُ dir. Evet اَللّٰهُ أَكْبَرُ in ziyade kesretle şeair-i İslâmiyede tekrarı, bu desiseyi mahvetmek içindir.”[8]

Bütün dünyâ toplansa, Elláh’ın mâhiyetini bilemez. Zira  Elláh, madde ve cisim değildir. Zaman, mekân, sûret, cihet gibi mahlûkátın evsáfı olan kaydlarla mukayyed değildir. O Zât-ı Akdes, hiçbir şeye benzemez. Nûr’dur; fakat bildiğimiz nûr cinsinden değildir. Bizler, اَللّٰهُ أَكْبَرُ demekle Vâcibu’l-Vücûd ünvânıyla müsemmâ bir Zât-ı Zülcelâl’i mülâhaza ediyoruz. “O, bizim ve bütün mevcûdâtın Ma‘bûd’udur.” diye i‘tikád ediyoruz. İşte müezzin, her gün beş def‘a bu yüksek hakíkatı âleme i‘lân ediyor.

Kur’ân-ı Azimu’ş-Şân’da da‘vetle alâkalı birkaç âyet-i kerîmede şöyle fermân buyruluyor:

يَا قَوْمَنَا اَج۪يبُوا دَاعِىَ اللّٰهِ

“Ey Kavmimiz! Ellah’ın davetçisinin da‘vetine icâbet edin!”[9]

وَمَنْ لَا يُجِبْ دَاعِىَ اللّٰهِ فَلَيْسَ بِمُعْجِزٍ فِى الْاَرْضِ وَلَيْسَ لَهُ مِنْ دُونِه۪ اَوْلِيَاءُ اُولٰئِكَ ف۪ى ضَلَالٍ مُب۪ينٍ

“Kim Ellah’ın da‘vetçisine icâbet etmezse, o kimse, yeryüzünde Ellah’ı âciz bırakacak değildir. O kimse için Ellah’tan başka dostlar da bulunmaz. İşte onlar, apaçık bir dalâlet içindedirler.”[10]

وَمَنْ اَحْسَنُ قَوْلًا مِمَّنْ دَعَا اِلَى اللّٰهِ

“Elláh’a da‘vet edenden daha güzel sözlü kim vardır?”[11]

لَهُ دَعْوَةُ الْحَقِّ

“Hák olan da‘vet, yalnız Ellah'adır.”[12]

Bu âyet-i kerîmelerde geçen “dâî” ve “da‘vet” kelimelerinden murâd; her ne kadar Kur’ân ve Resûl-i Ekrem (asm) ise de o da‘vetin temsîli, Asr-ı Saádet’ten bugüne kadar  aktár-ı álemde okunan “Ezân-ı Muhammedî (asm)”dır. O âyetlerin sarîhî veya işârî ma‘nâsının ezân olduğu, muhakkaktır. Ya‘nî, “Ezâna icâbet edin!” ma‘nâsındadır.

Evet, Kur’ân’ın bütün da‘vâsı, maksadı, esâsı, ezânın içinde toplanmıştır. Zîrâ Kur’ân’ın asıl maksadları, tevhîd, haşir, nübüvvet, adâlet ve ibâdet olmak üzere dörttür. Bu dört esâs, her gün beş def‘a okunan ezân vâsıtasıyla ders verilmekte, i‘lân edilmektedir.

Asr-ı Saádet’ten günümüze kadar, günde beş def‘a köy, kasaba, şehir demeden ezân-ı şerîf okunuyor. Bu ezân, Küre-i Arz’da okunurken, okunduğu yerde durmuyor; tâ Arş’a gidip, yeri ve göğü birbirine bağlıyor; lisân-ı háliyle “Ya bu da’vete icâbet ve emre itáat edersiniz; ya da helâk olup gidersiniz.” diyor.

اَللّٰهُ أَكْبَرُ “Elláh, büyüktür.” Peki, O Zât-ı Akdes’in azâmet ve kibriyâsına karşı ne ile mukábelede bulunacaksın? Kâinattaki umûm mevcûdât gibi; senin vücûdun da O’nun idâre, tedbîr ve tasarrufu altındadır. Zerrât-ı vücûdun ve a‘záların tekvînî emirlere itáat ettiği gibi; sen de teklîfî emirlere itáat ederek, O’nun azâmetine münkád olacaksın. O evâmiri sana ta‘lîm buyuran ise, başta Kur’ân ve O’nun birinci müfessiri olan Sünnet-i Nebeviyye’dir ki; ezânda bu iki esâsa îmân ve itaate, umûm nev‘-i beşer da’vet edilmektedir.

Ezânda üç da‘vet mevcûddur:

Birinci Da‘vet: اَشْهَدُ اَنْ لَٓا اِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ cümle-i kudsiyesi ile Kur’ân-ı Azimu’ş-Şân’a da’vettir ki; O Kitâb-ı Mukaddes, tevhîd-i hakíkí ve tevhîd-i hálisi, bütün merâtibiyle ders vermektedir.

Evet, bu kâinâtı, tekvînî kánûnlarla idâre eden yalnız Elláh olduğu gibi; Kur’ân’ı indiren ve Kur’ân’la bizi teklîf altına alan da yalnız O’dur. Dolayısıyla irâdemizle teklîfî kánûnlara itáat etmek mecbûriyetindeyiz. Kur’ân’ın ifâdesiyle; kâinât, nasıl tekvînen ibâdetle meşgul ise; nev‘-i beşer de teklîfen ibâdetle meşgul olması, zarûrî ve elzemdir. Zîrâ onun yaratılış gáyesi, ibâdettir. İbâdet ise ilmî, amelî ve edebî sahalarda Kur’ân ve Sünnet’in ahkâmının icrâ ve tatbîk edilmesidir.

اَشْهَدُ اَنْ لَٓا اِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ cümle-i kudsiyesi ma‘nen der ki; “Ben, şehâdet ederim ki; Kur’ân’ın ta‘rîf ettiği şekilde Elláh’dan başka ilâh yoktur. Kur’ân, hem kâinatın ibâdet şekillerini, hem de benim ibâdet usûlümü ta‘lîm ve beyân buyurmuştur. Ben, bu ibâdeti kabûl ediyorum. Elimden geldiği kadar ibâdet vazífemi son nefese kadar edâ edeceğim. Bilirim ve i‘tikád ederim ki; vazífesini edâ edenlere mükâfât; bu vazífeden i‘râz ve istinkâf edenlere de cezâ vardır. Mâdem bu dünyâda şâyeste bir mükâfât ve lâyık bir cezâ görünmüyor. Öyle ise, bi’z-zarûre bir mahall-i mükâfât ve cezâ vardır. O mahall ise, dâr-ı âhirettir.”

Böylece bu cümle-i kudsiye, tevhîd ve haşir rükünleri başta olmak üzere sâir erkân-ı îmâniyeyi, isbât eder; bu erkânın, ma‘nâsında dâhil olduğunu i‘lân eder.   Demek bu da‘vette, altı erkân-ı îmâniye, mevcûddur. İşte mü’min, bu cümle-i kudsiye ile der ki; “Bütün erkân-ı îmâniye, haktır; hepsini kabûl ve tasdîk ederim.”

Hülâsa: Müezzin, اَشْهَدُ اَنْ لَٓا اِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ demekle; “Kur’an haktır, Elláh’ın kelâmıdır; içinde tekvînî ve teklîfî ne kadar emir varsa, hepsini kabûl ettim ve kuvvetim nisbetinde o evâmire itáat ederim.” ma‘nâsını ifâde ediyor ve herkesi, bu hakíkatleri kabûl etmeye da‘vet ediyor; “Gelin! Bu da‘veti kabûl edin. Kur’ân’ın ahkâmına îmân ve itáat edin!” diyor.

Bütün peygamberlerin şerîatlerinde mevcûd olan bütün teklîfî emirler, beş mühim esâsı muhâfaza etmek içindir ki; bu beş esâsa, “zarûrât-ı hamse” veya “makásıd-ı hamse” veya “külliyât-ı hamse” denir. Bunlar:

1. Aklın korunmasıdır. Bu maksadın tahakkuku için, meselâ; içki içmek, yasaklanmıştır.

2. Dînin korunmasıdır. Bu maksadın tahakkuku için, meselâ; Devlet-i İslamiye’ye cihâd, emredilmiştir.

3. Nefsin (canın) korunmasıdır. Bu maksadın tahakkuku için, meselâ; cana kıymak veya bir insana zarar vermek yasaklanmış; kısasa kısas hükmü vaz’ edilmiştir.

4. Malın korunmasıdır. Bu maksadın tahakkuku için, meselâ; hırsızlık ve gasb yasaklanmıştır.

5. Neslin, ırz ve nâmûsun korunmasıdır. Bu maksadın tahakkuku için, meselâ; zinâ yasaklanmıştır.

İkinci Da‘vet: اَشْهَدُ اَنَّ مُحَمَّدًا رَسُولُ اللّٰهِ cümle-i kudsiyesi ile ifâde edilen başta  Risâlet-i Muhammediye (asm) olmak üzere nübüvvet hakíkatine da‘vettir.  

Bu cümle-i kudsiye, ma‘nen der ki; “Ben, şehâdet ederim ki; bütün peygamberlerin risâleti haktır. Bâ-husûs bütün peygamberlerin seyyidi, reîsi, imâmı olan Hazret-i Muhammed (asm)’ın risâleti haktır ve umûmîdir. Resûl-i Ekrem (asm), Kur’ân’ı, nasıl açıklamışsa, o şekilde kabûl ettim.”

Dikkat edin! Da‘vet, اَشْهَدُ اَنَّ مُحَمَّدًا رَسُولُ اللّٰهِ cümle-i kudsiyesinedir. Ya‘nî, O Zât-ı Ekrem (asm)’ın “risâlet” sıfâtına yapıldı. “Muhammed İbn-i Abdullah” sıfâtına yapılmadı. Müezzin, “Muhammed İbn-i Abdullah haktır.” demedi. Zîrâ Muhammed İbn-i Abdullah, vefât etmiştir. “Muhammed Resûlullah” ise, vefât etmemiştir. Ruhâniyet-i Nebeviye bâkídir, ölmez. Nitekim Hazret-i Muhammed (asm) dâr-ı bekâya irtihâl edince; başta Hazret-i Ömer (ra) olmak üzere Sahâbe-i Kirâm’ın ekserîsi, bu hâdise-i azîmeyi kabullenmekte zorlandılar. İşte o zaman Hazret-i Ebû Bekir (ra), nâsa tesellî vermek ve onları intibâha sevk etmek maksadıyla şöyle bir hitâbette bulundu:

مَنْ كَانَ مِنْكُمْ يَعْبُدُ مُحَمَّدًا فَاِنَّ مُحَمَّدًا قَدْ مَاتَ وَمَنْ كَانَ مِنْكُمْ يَعْبُدُ اللّٰهَ فَاِنَ اللّٰهَ حَيٌّ لَا يَمُوتُ

“Sizden her kim, Muhammed (asm)’a ibâdet ediyorsa, bilsin ki; Muhammed (asm), ölmüştür. Kim de Ellah'a ibâdet ve kulluk ediyorsa, bilsin ki; Elláh, Hayy'dır, ölmez."[13]

O halde اَشْهَدُ اَنَّ مُحَمَّدًا رَسُولُ اللّٰهِ cümlesi, bütün áleme i‘lân eder ki; Resûl-i Ekrem (asm)’ın maddî şahsiyeti de dâhil, hiçbir ferd-i insana ve hiçbir mahlûka da‘vet, câiz değildir, haramdır. Da‘vet, ancak ve ancak O Zât-ı Ekrem (asm)’ın “risâlet” sıfâtına, ya‘nî, Sünnet-i Nebeviyye’ye olur. Bununla berâber Resûlullah (sav)’in maddî şahsiyetine de hadsiz hürmetimiz vardır. Demek bu cümle, “Hazret-i Peygamber (sav)’in sünnet-i seniyyesini kabûl ve o sünnete ittibâ‘ edin.” emrediyor.

Müezzin, günde beş def‘a; اَشْهَدُ اَنَّ مُحَمَّدًا رَسُولُ اللّٰهِ اَشْهَدُ اَنْ لَٓا اِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ cümleleriyle; “Kur’an ve Sünnet haktır. Kur’ân, ezelden gelmiş, ebede gidecektir. Sünnet-i Nebeviyye de ezelden gelmiş, ebede gidecektir. Bu iki hakíkat, ölmez. Öyle ise ölmeyen, ezelî ve ebedî olan bu iki esasa îmân ve itáat edin!” diye da‘vet eder.

Ezân-ı Muhammedî (asm)’da geçen اَشْهَدُ اَنْ لَٓا اِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ cümlesi, bütün semâvî kitabların hülâsası olan Kur’ân’a da‘vet eder. اَشْهَدُ اَنَّ مُحَمَّدًا رَسُولُ اللّٰهِ cümlesi ise, bütün peygamberlerin sünnetlerinin hülâsası olan ve bütün edyân-ı semâviyenin hakíkatini beyân eden Sünnet-i Nebevîye’ye da‘vet eder. O halde bu iki da’vetten başka da‘vet, merdûddur.

Hülâsa: Müezzin, bin dört yüz senedir çağırıyor ve i‘lân ediyor ki; İmâm’ınız, yalnız Kur’ân’dır; Mürşid’iniz, yalnız Resûl-i Ekrem (asm)’dır. Güneş gibi bedîhî olan bu kadar i‘lânâttan sonra, hâlâ başka imâm ve mürşid aramak, bir insân için en büyük bedbahtlıktır; hilâf-ı akıl, kalb ve vicdândır.

Demek Kur’ân, İmâm’dır, haktır; başka İmâm yoktur. Hazret-i Muhammed (asm), Resûlullah’tır, haktır; başka mürşid yoktur. Sünnet-i Seniyye, haktır; O’nu, kendime rehber ve mürşid olarak kabûl ediyorum.

Tenbîh:  اَشْهَدُ اَنَّ مُحَمَّدًا رَسُولُ اللّٰهِ cümle-i kudsiyesinde de tevhîd ve haşir başta olmak üzere altı erkân-ı îmâniye ve beş esâsât-ı İslâmiye mevcûddur.

Netîce-i Kelâm: اَشْهَدُ اَنْ لَٓا اِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ cümlesi, i‘lân eder ki; “Bin bir isim ve sıfâtıyla Güneş gibi bâhir olan Elláh’ın varlığını, birliğini, azâmetini, kibriyâsını kabûl edin; hakíkí tevhîde girin. Başta Kur’ân-ı Mu‘cizü’l-Beyân olmak üzere bütün kütüb ve suhuf-u semâvîyeyi, kalben tasdîk ve dil ile ikrâr edin. O Ma‘bûd-u Bilhakk’a hakkıyla ibâdet edin. Bütün envâ‘-ı şirk ve dalâletten kurtulun. Böylece dünyâ ve âhiret saádetine nâil olun.”

Hem اَشْهَدُ اَنَّ مُحَمَّدًا رَسُولُ اللّٰهِ cümlesi, i‘lân eder ki; “Başta Resûl-i Ekrem (asm) olmak üzere bütün peygamberlere îmân edin; peygamberlik müessesesi haktır; nev‘-i beşer için zarûrîdir. Mürşidiniz ve rehberiniz, Resûlullah’tır; saádet-i dareynin temel taşı olan Sünnet-i Seniyye’dir. O’na îmân ve ittibâ‘ etmek sûretiyle dünyâ ve âhiret saádetine mazhar olun.”

Demek da‘vet, yalnız Kur’ân-ı Mu‘cizü’l-Beyân’a ve Sünnet-i Nebeviyye’ye olur. Bu da‘vet, bin dört yüz sene önce tesbit edilmiş ve kıyâmete kadar hükmü devâm edecektir. O halde kutbiyet, ğavsiyet, mehdiyet, sosyalistlik, lâiklik gibi başka bütün da‘vetler, bâtıldır, merdûddur, yasaktır, harâmdır.

Üçüncü Da‘vet: حَىَّ عَلَى الصَّلَاةِ cümle-i kudsiyesi ile ifâde edilen “namâz ibâdeti”ne da‘vettir.

Müezzin, Elláh’a ve Resûlullah’a da‘vet ettikten sonra, Elláh’a nasıl kavuşacağımızı ve O’nu nasıl râzı edeceğimizi, bu üçüncü da‘vet ile bütün áleme i‘lân ediyor. Ya‘nî, bu cümle, evvelki iki cümlenin îzáhı hükmünde olup, “namâz” ibâdetine yapılan da‘vettir.

Evet, namâz, mü’minin mi‘râcıdır; kulun, Elláh’a en yakın olduğu andır. İbâdetlerin bütün envâ‘ı ve mahlûkátın bütün elvân-ı ibâdâtı, namâzın içinde derc edilmiştir. O halde beş farz namâzını kılan, Mi‘râc-ı Nebeviyye’ye mazhar olur; bütün kâinât ile beraber ibâdet halkasına girip, onların ibadetlerine ortak olur. İşte kul, ancak böyle namâz vasıtasıyla küllîleşerek ibâdet etmek sûretiyle kurtulur.

Demek ezân-ı şerîf, حَىَّ عَلَى الصَّلَاةِ cümlesi ile bütün Müslümanlar’a çağrıda bulunuyor ve ma‘nen diyor ki; “Ey ehl-i îmân ve İslâm! Haydi, namâzı topyekün cemâat içinde ikáme edin; ferdî olarak hareket etmeyin. Zira ferdî olan evrâd ve ezkârınız, sizi mahall-i maksûda îsál edemez. Kurb-ı nevâfil ile değil; kurb-ı ferâiz ile bâ-husûs namâz ile Elláh’a yaklaşın.”  

O halde bütün ibâdât, evrâd ve ezkârı içine alan namâz ibâdeti, başka da‘vetlere ihtiyâc bırakmamıştır. Sen, bir dağda, kırk def‘a kırkları çeksen; kırk günde bir def‘a yemek yesen; orada durmadan namâz kılsan veyahut İbrahim Edhem gibi, her adımda iki rek‘at namâz kılmak sûretiyle hacca gitsen, böyle bir tarz-ı ubûdiyet, cadde-i kübrâ değildir. Zîrâ Cenab-ı Hák, umûm ümmeti, böyle uzun ve müşkil bir yola mecbûr etmemiş; böyle bir mükellefiyeti, Kur’ân ve Sünnet, bize yüklememiştir. Bu, şahsî, husûsî bir meslektir; ümmete rehber olamaz. Asıl mes’ele, teşerru’ etmektir. Ya‘nî, Şerîat’ın evâmirine, bâ-husûs ferâizine imtisâl; nevâhîsinden ictinâb etmektir. Hakkımızdaki kánûn-u İlâhî budur.

Evet, bir farz namâzı, cemâatle kıldığın zaman, birden ma‘nen rûh-i Nebevî (asm), imâm olur; sen de ona tâbi‘ olursun; bütün álem, birden ayağa kalkıp her bir mevcûd, kendine mahsûs bir şekil ve tarz ile ayrı ayrı şîvelerle namâza başlar; seninle berâber namâzını kılar; tesbîhini yapar.[14] Biraz daha terakkí edersen, Resûl-i Ekrem (asm)’da fânî olup, O Zât-ı Risâlet’in vekîli ve vârisi olarak bütün mahlûkátın da zâbiti sıfâtıyla bütün áleme, namâz ibâdeti ile tevhîdi i‘lân edersin. Bu namâza, “salât-ı kübrâ” denir.

Peki, farz namâz vâsıtasıyla böyle halka-i kübrâ-i kâinâta girmek sûretiyle kılınan bir namâz nerede? Ferdî, cüz’î tek başına kılınan bir namâz nerede? Kıyâs edilsin. Namâz vâsıtasıyla şu halka-i kübrâ-i Muhammediyye’yi bırakan kişiyi, başka halkalar kurtarmaz. Onun için tek evrâdımız ve ezkârımız, namâzdır.

Demek iki kişilik cemâat içinde bile, iki rek‘at Sabah Namâzı’nı kılsan, böyle ma‘nevî halka-i kübrâ-i kâinâta girersin; bu ibâdetteki küllîleşme sâyesinde, bütün insanlara hem duá edersin; hem de onların duálarını alırsın; böylece küllî bir ibâdete mazhar olursun. Sen, bilsen de bilmesen de böyle kılınan bir namâzın hakíkati budur.

İşte Muhammed-i Arabî (asm) ile O’nun has şakirdleri, namâza girdikleri zaman, böyle küllîleşerek kâinât çapında ve bütün mevcûdât-ı álemle berâber namâz kılarlar; bütün merâtib-i esmâ ve sıfâtı, namâzın içinde iken bitirip, huzûr-u kibriyâya müşerref olurlar; netîcede tecelliyât-ı Zâtiye’ye mazhar olurlar. İşte akrebiyyet-i İlâhiye’nin inkişâfı, bu şekilde olur.

Hülâsa: Ezânda geçen üç da‘vete mukábil mü’min şöyle der: “Başta Kur’ân olmak üzere bütün semâvî kitâblar haktır. Hepsini tasdîk ediyorum. Başta Resûl-i Ekrem (asm) olmak üzere bütün peygamberler haktır. Hepsini tasdîk ediyorum. Bütün ibâdetlerin hülâsası, mü’minin mi‘râcı ve hakka vuslat yolu olan namâz haktır. Tasdîk ediyorum.”

Peki, ezân-ı şerîfte geçen bu üç da‘vete icâbet eden, bâ-husûs böyle bir namâzı kılan için, nasıl bir mükâfât vardır? Dünyâ ve ahirette hakíkí felâh ve kurtuluş vardır. Demek felâh, bu üç da‘vettedir. İşte müezzin, günde beş def‘a حَىَّعَلَىالْفَلَاحِ cümlesiyle, ehl-i îmân ve táati, bu felâha da‘vet ediyor.

Müezzinin, ezânın sonunda tekrâr söylediği لَٓا اِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ اَللّٰهُ أَكْبَرُ  اَللّٰهُ أَكْبَرُ “Elláh, büyüktür. Elláh, büyüktür. Elláh’tan başka hák Ma‘bûd yoktur.” cümleleri ise;  “Ellah hakkında şübhe etme! ‘Nasıl olur, Elláh, bu üç da‘vete ittibâ‘ ile beni kurtarır?’ deme!” diyor ve böyle bir şübheyi izâle ediyor.

Ezândan sonra okunan duâ: Müezzinin da‘vetinden sonra, okunması sünnet olan duá-i Nebevî şudur:

اَللّٰهُمَّ رَبَّ هٰذِهِ الدَّعْوَةِ التَّامَّةِ وَالصَّلَاةِ الْقَائِمَةِ اٰتِ مُحَمَّدًا اَلْوَس۪يلَةَ وَالْفَض۪يلَةَ وَابْعَثْهُ مَقَامًا مَحْمُودًا

اَلَّذ۪ي وَعَدْتَهُ اِنَّكَ لَا تُخْلِفُ الْم۪يعَادَ

الدَّعْوَةِ التَّامَّةِ kelimesi; Kitâb, Sünnet ve namâza yapılan da‘veti, bu da’vetin kıyâmete kadar devâm edeceğini ve yerine başka bir da‘vetin ikáme edilemeyeceğini ifâde eder.

وَالصَّلَاةِ الْقَائِمَةِ kelimesi ise; “Asıl ibâdet, namâzdır. Öyleyse da‘vet de evvel emirde namâz ibâdetine olacaktır.” manasını ifâde eder.

Peki, ezânda, diğer ibâdetlere neden da‘vet yapılmamıştır? Zîrâ oruç, hac, zekât, kelime-i şehâdet, hepsi namâzın içinde mevcûddur. Namâz ibadeti, günde beş def‘a farzdır. Diğer ibadetlere gelince; oruç ve zekât ibadetleri, senede bir def‘a; hac ibadeti ise, ömürde bir def‘a farzdır.

Müezzin, ezân ile başta insanlar olmak üzere bütün mevcûdât-ı álemi, namâza, ibâdete da‘vet etti. Sen de bir kul olarak cemâatle namazını kıl; hem bütün zerrât-ı vücûdun, hem de bütün zerrât-ı álem namına bu namâz ibâdetini Elláh’a takdîm et. Zîrâ namâz kılan, sadece sen değilsin. Belki yer, gök, Arş, ferş, umûm mevcûdât hepsi namâz kılıyor. Kámette geçen قَدْ قَامَتِ الصَّلَاةُ cümlesi de bütün kâinatın seninle berâber namaza durduğunu ifâde ediyor. O halde sen de bu halka-i kübrâya gir; başka şahsî ve cüz’î yollara girme; helâk olursun. O da‘vet, okunduğu bölgeden başlayarak her yere yayılıyor ve dâimâ bu namâz kılınıyor. Ezân okunduğu zaman, bütün melekler, Arş-ı A‘zam’da saf saf durup, ezânı dinledikleri gibi; yer ve gök de dinliyor.

Ezân duasında geçen اَللّٰهُمَّ رَبَّ هٰذِهِ الدَّعْوَةِ التَّامَّةِ وَالصَّلَاةِ الْقَائِمَةِ Ya‘nî, “Ey bu tam ve büyük da‘vetin ve başta insân olmak üzere bütün kâinât tarafından ikáme olunan namazın sáhibi, Rabbi!” cümlesiyle bu üç da‘vete işâret edilmiştir.

Şöyle ki: اَشْهَدُ اَنْ لَٓا اِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ cümlesi ile bütün semâvî kitabların hülâsası ve tekvînî ve teklîfî kánûnların îzáhı olan ve bütün mevcûdâtın ve insanın ibâdetini beyân eden Kur’ân’a da‘vet yapılmıştır. اَشْهَدُ اَنَّ مُحَمَّدًا رَسُولُ اللّٰهِ cümlesi ile bütün peygamberlerin risâletinin hülâsası olan Risâlet-i Muhammediye (asm)’a, O’nun sünnet-i seniyyesine da‘vet yapılmıştır. Bu iki da‘vete icâbet için de حَىَّ عَلَى الصَّلَاةِ cümlesiyle namaza da‘vet yapılmıştır. İşte da‘vet-i tâmme budur. Öyleyse da‘vet yerini bulmuştur. Başka bir da‘vet, bâtıldır, merdûddur, memnû’dur, harâmdır.

لَهُ دَعْوَةُ الْحَقِّ âyet-i kerimesinin sarâhatiyle; da‘vet, sadece Kur’ân, Sünnet ve namaza olmalıdır. Başka bir da‘vette bulunanlar, Elláh ve Resûlü indinde mes’ûl olacak, cezâya müstahak olacaklardır.

Ezân duasında geçen, اٰتِ مُحَمَّدًا اَلْوَس۪يلَةَ وَالْفَض۪يلَةَ وَابْعَثْهُ مَقَامًا مَحْمُودًا اَلَّذ۪ي وَعَدْتَهُ cümlesi ifâde eder ki; “Ey Rabbimiz! Resûl-i Ekrem (sav)’e va’dettiğin vesîle ve fazileti ver ve O’nu, Makám-ı Mahmûd’a ulaştır ki; O Zât-ı Ekrem (asm), O’nâ inanan ve bu da‘vete icâbet edenlere, belki bütün cin ve inse, hattâ bütün mevcûdât-ı âleme şefâat etsin.” İşte ehâdîs-i Nebeviyye’de geçen “Şefâat-i Kübrâ” budur.

Şâyet başka da‘vetlerde bulunursanız, Resûl-i Ekrem (sav), kıyâmet gününde size şefâat etmez, size sáhib çıkmaz, kimse sizi kurtaramaz. Resûl-i Ekrem (sav)’in risâleti, maddî şahsiyeti değildir. Risâlet-i Muhammediye (asm), nûrdur. Bu sebeble o nûr, her an sizinle beraberdir. O halde Kur’ân ve Sünnet’ten başka mürşid aramayın. Şâyet ararsanız; dünyâ ve ahirette gazab ve azâb-ı İlâhî’ye müstahak olacaksınız. Zîrâ حَىَّعَلَىالْفَلَاحِ ifâdesiyle, dünyâ ve ahirette felâh, ancak bu üç da‘vete icâbet etmekle mümkündür.

Ezân duasının ardından namâz ibâdeti edâ edilir. Şimdi bütün Kur’ân’ı, ma‘nâ ve maksad olarak ihtivâ’ eden ve Şâfiîlerce, namazın her rek‘atında okunması, rükün olan Fâtihâ-i Şerîfe’nin kısa ve icmâlen de olsa, ma‘nâsı üzerinde duracağız: 

Namâzda, بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَم۪ينَ  اَلرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ  مَالِكِ يَوْمِ الدّ۪ينِ dediğin zaman, Hazret-i Âdem (as)’dan kıyâmete kadar; belki ilk yaratılıştan kıyâmete kadar gelip geçen bütün mevcûdâtın namâzı, senin namâzının içindedir; böylece bütün kâinât ile berâber umûm mevcûdât namına ve hesâbına hamd ediyorsun. İşte küllîleşmek budur.

اِيَّاكَ نَعْبُدُ : “Ey Ma‘bûd-u Bilhakk! Rûy-i zeminde bulunan mü'minler ve muvahhidîndeki cemaat-ı uzmâ, kâinattaki umûm mevcûdât, ben ve zerrât-ı vücûdum, belki ezelden ebede kadar bütün zerrât-ı mevcûdât, alâkadâr olduğumuz Hakîkat-ı Muhammediye (asm) arkasında, senin huzûrunda, el pençe durarak, ibâdet ederiz.”

 وَاِيَّاكَ نَسْتَع۪ينُ  : “Hem bütün álemle beraber senden meded isteriz.”

اِهْدِنَا الصِّرَاطَ الْمُسْتَق۪يمَ : “Kezâ bütün álemle beraber râh-ı hak olan sırât-ı müstakîmi, Cennet’i, bekáyı, likáyı senden taleb ederiz.”

صِرَاطَ الَّذ۪ينَ اَنْعَمْتَ عَلَيْهِمْ : “Kendilerine büyük ni‘met ve ihsânda bulunduğun nebîler, sıddıklar, şehîdler ve sálihlerin yoluna bizi ilhâk eyle.”

غَيْرِ الْمَغْضُوبِ عَلَيْهِمْ وَلَا الضَّٓالّ۪ينَ : “Gadab-ı İlâhî’ne dûçar olmuş, rahmetinden mahrûm kalmış, huzûrundan tardedilmiş olan kimselerin ve milletlerin yoluna değil; kezâ râh-ı hakkı kaybetmiş, hevâ-i nefsini, kendine ilâh ittiház etmiş, mağrûr, dállîn gürûhunun yoluna da değil; belki tevhîd ve sırât-ı müstakîm yoluna bizi hidâyet eyle; ey Rabb-i Kerîm’imiz!”

Hülâsa: Kur’ân’ın, sırât-ı müstakîme dâir ta‘rîf ettiği ne kadar esbâb-ı hidâyet ve hayr varsa, cümlesini senden taleb ederiz; şirk, küfür ve nifâka dâir ta‘rîf ettiği ne kadar esbâb-ı dalâlet ve şer varsa, hepsinden sana sığınırız.

Namâz tesbîhâtı: Kul, ezân vâsıtasıyla namâz da‘vetine icâbet ettikten ve namazını, yukarıda ta‘rîf edildiği şekliyle kıldıktan sonra, tekrar “tesbîh”, “tahmîd”, “tekbîr” ve “tehlîl vazífesini edâ eder. Kısaca “namâz tesbîhâtı” olarak ifâde edilen bu evrâd-ı Nebevî, esâs i‘tibâriyle namâz için bir mütemmim ve namazda işlenen kusûrât için, Elláh’tan bir af talebidir.

Namâzdan sonraki tesbîhât, tarîkat-ı Muhammediye’dir; velâyet-i Ahmediyye’nin bir evrâdıdır ve halka-yı kübrâ-yı Muhammediye’nin ezkârıdır. Bu cihette gáyet ehemmiyetlidir. Müezzin, emr-i Nebevîye imtisâlen, لَٓا اِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ ,  اَللّٰهُ اَكْبَرُ  , اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ , سُبْحَانَ اللّٰهِ der. Bütün kâinât da onunla berâber bu mübârek kelimeleri zikreder. Öyleyse sen de bu halka-yı kübrâya gir; başka dâr ve husûsî halkalara ve yollara girme!

Hülâsa: Namâz tesbîhâtı ifâde eder ki; “Ey kul! Elláh’ı, her türlü nekâis ve kusûrattan takdîs et; O’nun hadsiz ni‘metlerine şükret; O Zât-ı Zülcelâl’in âsâr-ı san‘átına karşı tekbîr getirmek sûretiyle îmân ve yakínini tecdîd et; tevhîd dâiresine gir!”

...

 

YAZININ DEVAMI İÇİN TIKLAYINIZ ! 

 

            Hâdimu’l-Kur’ân

Molla Muhammed el-Mûşî el-Kersî

 


[1] Lem’alar, 20. Lem’a, 2. Sebeb, s. 151.

[2] Zümer, 39:3.

[3] Keşfu’l-Hafâ, 2/280; 2795 Nolu Hadîs.

[4] Yûsuf, 12:24; Hicr, 15:40; Saffat, 37:40, 74, 128, 160, 169; Sa‘d, 38:83.

[5] Barla Lahikası, s. 137.

[6] Münâzarât, s. 14.

[7] Tirmizi, İman, 18; İbnu Mace, Fiten, 17.

[8] Lem’alar, 13. Lem’a, 13. İşâret, 1. Nokta, s. 87.

[9] Ahkaf, 46:31.

[10] Ahkaf, 46:32.

[11] Fussilet, 41:33.

[12] Ra’d, 13:14.

[13]  Tabakât, 2:268; Buharî, Kitabu’l-Meğâzî, 83, Hadîs No: 4454.

[14] Nûr, 24: 41.

 

Bu yazi 7700 defa gösterilmiştir.

Yorum yapabilirsiniz :

İsim
Eposta ( Sitede görünmeyecek )
Yorum
Doğrulama Kodu
Gönder

Yorumlar :

Henüz yorum yapılmamış.

Muhammed Doğan'ın (Molla Muhammed el-Mûşî el-Kersî) beyanatları Nurmend.com sitesinden başka bir platformda yayınlanmamaktadır. © 2014-2023 | Her hakkı saklıdır. Kaynak gösterilmeden kullanılamaz. Nurmend - Şerhmend
0.153 sn. deSen
↑ Yukarı