#HaftanınHutbesi
اِنَّ الدّ۪ينَ عِنْدَ اللّٰهِ الْاِسْلَامُ
Azîz Kardeşlerim!
Ulemâ-i İslâm, dîn-i hakkı şöyle ta’rîf etmişlerdir:
“Dîn, akıl sâhibi insânları, kendi irâdeleriyle, bizzât hayr olan şeylere sevk eden İlâhî kánûnlar manzûmesidir.”
Bu ta’rîfte iki esâs vurgulanmaktadır:
Birincisi: Dîn-i hak, İlâhî’dir; ya’nî Ellah tarafından vaz’ edilmiştir. Şâri’, yalnız Ellah’tır. Beşerin fikir ve irâdesine mürâcaat edilmemiştir.
Kehf Sûresi’nin 51. âyet-i kerîmesinin sarâhatiyle; Cenâb-ı Hak, gökleri, yerleri ve insânları yaratma husûsunda şeytânı ve onun yolunda gidenleri şâhid tutmadığı, icrâat ve ef’âlinde hiçbir beşere mürâcaat etmediği, tekvînî kánûnlarında nev-i beşeri kendisine şerîk tutmadığı gibi; insânların ef’âl, akvâl ve ahvâlini nizâm ve intizâm altına alan teklîfî kánûnlarda, dînin mesâili husûsunda da beşerin, irâdesine ve hevâ-i nefislerine uyarak dîn nâmına ihdâs ettiği şeylere de izin vermemiştir. Peygamberlerin akvâl, ef’âl ve ahvâli ise, İlâhî vahye dayanıp, kendilerine inzâl olunan kitâbların tefsîridir. Peygamberler, hâşâ kendi hevâ-i nefislerine dayanarak dîn nâmına herhangi bir hüküm vaz’ etmiş değillerdir.
O hâlde, dîn, aslâ ta’vîz kabûl etmez. Zîrâ, İlâhî kánûnları ihtivâ etmektedir. Beşer ise; o İlâhî kánûnları, dînin tesbît ettiği káideler içinde aklı ile anlamaya ve cevârihiyle yaşamaya çalışır.
İkincisi: Dîn, peygamberler vâsıtasıyla bir káide, bir kánûn, bir nizâm dâhilinde beşere teblîğ edilmiştir. Dîni gönderen Ellah olduğu gibi; o dînin hayâta nasıl geçirileceği husûsunu da bizzât kendisi, nümûne-i imtisâl olan peygamberler vâsıtasıyla beşere teblîğ buyurmuş, ulemâ-i İslâm ise bu teblîğâtı devâm ettirmişlerdir.
Demek, dîne hizmet, ancak peygamberler ve onların vârisleri olan ulemâ-i İslâm’ın hizmet metoduna tâbi’ olmak ve râh-ı hak olan bu sırât-ı müstakímden gitmekle mümkündür. Aksi hâlde dîn hizmeti, indî ve şahsî olur, ümmeti sâhil-i selâmete çıkaramaz.
Hazret-i Âdem’den tâ peygamberlik silsilesinin son halkasını teşkîl eden Fahr-i Kâinât Efendimiz’e kadar gelen ve Dîn-i Hak denilen İslâm’ın mübelliğleri olan peygamberler, aslâ istikámetten ayrılmamışlar, zâlimlere ve kâfirlere meyletmemişler, insânları hakka da’vet ederken zerre mikdâr ta’vîz vermemişler ve veremezlerdi de. Zîrâ, peygamberlerin vazîfesi, Ellah’tan aldıkları emirleri, ta’vîz vermeden, olduğu gibi insânlara anlatmaktır. Elbette bu káfile-i nûrâniyye, bu kadar ağır bir vazîfeyi yerine getirirken, muârızları tarafından pek çok zulme, haksızlığa ve işkenceye ma’rûz bırakıldılar. Meselâ; Yahûdîler, Hazret-i Yahyâ (as)’dan dînî bir mes’ele hakkında ta’vîz vermesini isteyince; “Ey Yahyâ! Bütün gücünle sım sıkı bir şekilde kitâba sarıl, sakın ha ta’vîz verme!”[1] emr-i İlâhîsine imtisâlen Hazret-i Yahyâ (as) ta’vîz vermedi, onların isteklerine rızâ göstermedi ve netîcede Yahûdîler hem onu, hem babası Zekeriyyâ (as)’ı şehid ettiler, Hazret-i Ísâ (as)’ı da çarmıha germek istediler.
İşte bu misâl gibi, nice peygamberler, şehâdet şerbetini içmeyi, kâfirler tarafından ezâ ve cefaya ma’rûz kalmayı, dînî mesâilde ta’vîz vermeye tercîh etmişler, dünyâlık nâmına yapılan bütün teklîfleri reddetmişler, Hakk’ın rızâsından başka bir şeyi gözetmemişlerdir.
(Semendel Yayınlarından Mir’atu’l-Cihad 1 adlı eserden alınmıştır.)
[1] Meryem 12
İsim | |
Eposta ( Sitede görünmeyecek ) | |
Yorum | |
Doğrulama Kodu | |
Gönder |