#HaftanınHutbesi
يُؤْتِي الْحِكْمَةَ مَنْ يَشَٓاءُۚ وَمَنْ يُؤْتَ الْحِكْمَةَ فَقَدْ اُو۫تِيَ خَيْرًا كَث۪يرًاۜ وَمَا يَذَّكَّرُ اِلَّٓا اُو۬لُوا الْاَلْبَابِ
Aziz Kardeşlerim!
Bu âleme baktığımız zaman görüyoruz ki; durmadan sür’atle zevâle doğru gidiyor. Nasıl ki kolumuzdaki saat, zâhiren sâbit göründüğü halde hakìkatte içinde dâimî bir faâliyet, bir zelzele var ve hiç durmadan hareket hâlindedir. Öyle de şu kâinât, zâhiren sâbit göründüğü halde hakìkatte dâimî bir zelzeleye ma'rûzdur ve her an sel gibi akıp gitmektedir. Her gündüzden sonra gece ve her geceden sonra da gündüz gelmektedir. Dünyânın ömrü hakìkatte bir gündür. Diğer günler, o günün tekrârıdır. Günler, ayları; aylar mevsimleri; mevsimler seneleri; seneler asırları; asırlar ise edvâr-ı ömr-i âlemi doğuruyor. Bu günlerin, ayların, mevsimlerin, senelerin, asırların ve devirlerin tebeddül ve tegayyüründe ne kadar mevcûdât yaratılır ve ne kadar mahlûkàt vefât edip gider! Hiçbir şey karârında kalmaz. Ne gece duruyor, ne gündüz. Ne kış sâbit kalıyor, ne de yaz. Hem gece-gündüz ve mevsimler tezgâhında dokunan mevcûdât da sâbit değildir. Demek kâinât, hem zaman hem de mekân i'tibâriyle zelzele hâlinde olup dâimâ tagayyür ve tebeddül etmektedir. Güneş ve ayın iki dolap beygiri gibi dönmesiyle ve gece-gündüzün ihtilâfıyla şu mevcûdât, zaman şeridine takılıyor. Böylece kâinât çalkalanıyor, gidiyor, geliyor.
İnsan da kâinât gibi acîb bir muammâdır. Bu dünyâ denilen tecrübe ve imtihân meydanına gelip, çark-ı âlem içinde yuvarlanarak zevâl ve fenâya ma’rûz kalıp gidiyor. Evet bütün insânlar doğuyor ve ölüyorlar. Hiç birisi bir kararda kalmıyor. Zîrâ dünyâya gelen her ferd-i insân, bir çok tebeddülât ve tegayyurâta ma’rûz kalarak değişik devrelerden geçiyor. Meselâ; doğuyor, büyüyor, büyüdükçe güçleniyor, güçlendikçe bu def’a akış tersine dönerek yavaş yavaş ihtiyarlığa adım atıyor. Kırk yaşını geçince ihtiyarlık devresi başlıyor, saçları beyazlıyor, bütün bütün gücünü yitirip ölüme mahkûm oluyor.
İnsanı halden hale çeviren, sâbit bırakmayan zâhirî sebeb olarak zamânın akışını yâni gece ve gündüzün, kış ve yazın dönüşünü görüyoruz. Ehl-i dalâlet ise, hakìkì ma’nâda zamânın insânı ölüme ve yokluğa mahkûm ettiğine inanıyorlar. Nitekim Kur’ân-ı Kerîm, onların bu inancını şöyle ifâde ediyor: “Bizi ancak zaman helâk eder.”[1]
Demek zaman, bir darağacı gibi herkesi asıyor. Bundan kurtuluş imkânı yoktur. Zamânın hükmü altına giren her insân, mütemâdiyen bir tebeddül ve tegayyüre ma’rûz kalıp, sür’atle bir yere doğru gidiyor.
“İnsan, bu dünyâya nereden geldi, nereye gidiyor ve vazîfesi nedir?” Bu suâller, birer muammâdır. Aklı başında olan her insânı meşgúl etmekte ve o insân, bu suâllere cevap aramaktadır. İşte bu suallerin cevablarını vermek için Allahu Teala, peygamberler göndermiş, semavi kitablar ve suhuflar indirmiştir. Resûl-i Ekrem (asm) ise, en mükemmel ve en yüksek bir tarzda, Kur’ân ve hadîsleri vâsıtasıyla bu tılsımları çözmüş ve bu suallere cevab vermiştir.
Yâni Kur’ân, bize bu âlem sarayının ve insânın ne olduğunu, nereden gelip nereye gittiklerini bildirmiş, Resûl-i Ekrem (asm) da hadîslerle bunu açıklamıştır.
Evet, insân denilen böyle bir muammâyı hall ve keşfeden ve kainat tılsımını çözen ancak Ellah’ın kelamı, Kur’an-ı Hakîm ve O’nun birinci müfessiri ola Hazret-i Muhammed (asm)’dır.
(Semendel Yayınlarından On Birinci Söz ve Şerhi)
[1] Câsiye Sûresi, 24.
İsim | |
Eposta ( Sitede görünmeyecek ) | |
Yorum | |
Doğrulama Kodu | |
Gönder |